12 Eylül 2009

Galatasaray 3 - Beşiktaş 0

Rijkaard'ınki beklenen onbirdi. Denizli, karşısında elden üçlü tutan adama beş benzemezle blöf yapıp, kent izlenimi yaratan pokerci gibiydi. Eli sağlam Hollandalı da "rakibin onbirine şaşırdığını" söyledi zaten maç sonunda. Tello'nun olmadığı onbirde, Ekrem'i ortaya çekip, iki Almanı bozmak, kaleyi Rüştü'ye devretmek, sakatlıktan yeni çıkmış Yusuf'u deplasmanda ilk kez Beşiktaş forması giyen Tabata ile birlikte oynatmak. Nobre yerine Nihat'ı tercih etmek ve kanadı zorlayacak tek adamı Holosko'yu yedek bırakmak. Yedi ölümcül günah oldu mu! Yıllar önce bu sahada sabredip 3 puanı İbrahim Üzülmez'in sonlarda gelen golüyle alan Lucescu'nun bir bildiği vardı. O Galatasaray başkaydı, bu Galatasaray başka... 10 resmi maçta 32 gol atmış bir takımı kendi sahasında 0'da tutup 1 puan almak, olur da bir sıkıştırırsam 3 puanı götürmek kumar değil de nedir ki? Denizli, rakibin topa hakim olduğu süreden ürkmüş, Yusuf ve Tabata ile top tutup, rakibe gol şansı vermezse ikinci yarıda milli maçlar yorgunu G.Saray'ı kenarlardan gelenlerle yıkmayı hesaplamış. Evdeki hesap çarşıya uymaz çokça zaman bu oyunda. Sezonun 4. korner golünü çok erken attı Galatasaray. Sonrasında yaptıkları pas kayıplarıyla da Beşiktaş baskılı oynuyormuş görüntüsü verdiler. Derbi ciddiyetinde oynamadıkları kesin. 10 gündür beraber antrenman yapmamış olmaları, tek taktik idmanla derbiye çıkmış olmaları sebeptir buna. Beşiktaş'ın oyunu sertleştirmemesi de tansiyonu düşük tutunca; iş kader anlarına kaldı. Serdar Özkan'ın skor 1-0 iken; iki yarıda da kaçırdığı 2 net pozisyon Beşiktaş'ın kaderini çizdi. Evsahibi tarafında ise Kewell'in dışarı giden kafası oyunu çok daha önce kopartabilirdi. Rijkaard'ın takımında göbek hala sorunlu. Topal ve Sarp'ın tüm iyi niyetine rağmen hücumlar hala 4 kişiyle yapılıyor. Ayhan dönene kadar da çareleri yok. Deparlarda iki geriden gelen Serdar Özkan'dan 3 metre yiyen Hakan Balta da sallanıyor. Milli mesai sonrasında Arda'nın bu düşük performansı kimseyi şaşırtmamıştır. Memleketin en pahalı kanadında 14.5 milyon euro eden iki adamın Keita ve İsmail'in mücadelesinden galip çıkan Keita oldu. Yusuf'un da ilk yarıda Sabri'nin kanadını çökerttiğini not düşmek lazım. Galatasaray oyundan düşmesi beklenen son yarım saate girilirken attığı 2. golle maçı kopardı. Rijkaard, o gol gelmese Nonda-Baros değişikliğine gidiyordu. Beşiktaş tarafında da Holosko'nun Tayfur'un verdiği taktiğe "Anlamadım" demesi geldi ekrana. Kulübe zafiyetidir. Kötü Arda çıkarken, Elano'nun girdiği; Nonda'nın kenarda oturduğu Galatasaray kötü gününde olmasına rağmen kadro kalitesiyle rahat kazandı. Beşiktaş'ın en formsuz ismi ne Rüştü ne de Nihat. Teknik direktörü... Denizli'nin bu derbiye kadar 192 dakikadır gol atamayan takımını, 3.2 gol ortalamasıyla oynayan bir takımın sahasına bu onbirle çıkartma sebebi, Salı akşamı elinde her zaman açarı olan Alex Ferguson'u şaşırtmak içinse o başka(!)
Pokerde blöf yaptığın eli alamazsan, masa o gece kavını alır...

Wanted Ramon

Türkiye:63 İspanya:60
Wanted Ramon!..

Dieguinho Maradona

Arjantin Futbol Federasyonu'nun resmi sitesi "hack"lendi. Ana sayfaya konulan fotoğraf budur. Sarıları giymiş Dieguinho. Kavgada söylenmez ama... Bir foto da benim arşivden...

3 Galibiyet Değerinde Bir Maç

Avrupa Şampiyonası’nın altıncı gününe geldik ve henüz yenilgi ile tanışmayan üç takımdan biri Türkiye (diğerleri Fransa ve Yunanistan). Malum, turnuvalarda peş peşe gelen maçlar, sporcuyu çok zorlar. Yoğunlaşan kas ve eklem ağrılarının yanı sıra, yapılan hataları unutmak için yeterince zaman olmaması, kafanın sürekli “keşke” ile başlayan cümlelerle dolmasına yol açar. Galibiyetler, “keşke”leri silmenin en keyifli yoludur. Bu açıdan bakınca, ikinci tura başlarken tüm rakiplerimizden daha iyi durumdayız ve grupta liderlik koltuğunda oturuyoruz. Slovenya-Sırbistan-İspanya üçlüsünün birbirlerini yenmeleri ve üçünün de ikinci tura 1 galibiyet, 1 mağlubiyetle gelmeleri bize bir avantaj daha sunuyor.
Şöyle bakalım: 6 takımlı bir ligin 2 haftası geride kalmış ve yenilgisiz lider durumdayız. Kalan 3 haftanın sonunda 5. sıraya düşmememiz, hedefe varmak, yani çeyrek finalist olmak için yeterli. 3 maçtan hiç galibiyet çıkaramasak bile bu hedefe ulaşabilme olasılığımız var. Fakat arzuladığımız o değil tabi…
Çeyrek finalde formda bir rakipten kaçabilmek ve yarı final şansını korumak için, bu grubu 1. veya 2. bitirmeye ihtiyacımız var. Bu da 3’te 2 yapmak demek.
İlk rakip İspanya. 2000’li yıllarda Avrupa’nın en başarılı, en istikrarlı basketbol ülkesi. 80-81 doğumlu Gasol-Navarro-Calderon kuşağını yakaladıklarından beri altın bir çağ yaşıyorlar. 1999’dan bu yana her Avrupa Şampiyonası’nda en az yarı final oynadılar. 2006’da Dünya Şampiyonu, 2007’de Avrupa ikincisi, 2008’de Olimpiyat ikincisi oldular. Normal koşullarda böyle bir rakibe diş geçirebilme şansımız yok – en son 2001’de Ankara’da yenebildik zaten. Fakat bu turnuvada İspanya’nın şu ana kadar oynadığı oyun, umutlarımızı besliyor. Oyun kurucu Calderon’un yokluğunda bir türlü organize olamıyorlar. Ritm bulamıyorlar; ilk turun en çok top kaybeden takımı (maç başına 16) unvanıyla karşımıza çıkıyorlar. Bazı oyuncuların koç Scariolo ile geçinemediği aşikâr.
Gayretli ve yardımlaşmalı savunmamızı sürdürür, belki Sinan’ı biraz daha fazla sahada tutarak topa baskıyı arttırırsak… Uzunlarımızı ekonomik kullanıp, maçın sonuna diri kalmalarını sağlarsak (top İspanya’ya geçtiği anda çabuk geri koşmak çok önemli)… Rubio-Fernandez arasındaki pas trafiğine çomak sokarsak kazanabiliriz.
İspanya gibi iddialı bir rakibi böyle yalpalarken yakalamış olmak müthiş bir avantaj çünkü bugün alınacak galibiyet aslında 3 galibiyet değerinde. Bugün kazanırsak, puan cetvelinde zaten altımızda olan takımlardan üçünün (İspanya, Polonya ve Litvanya) bizi geçme ihtimali kalmıyor. Bu da Çarşamba gecesi alınacak bir Slovenya galibiyetiyle çeyrek finalde avantajlı bir eşleşmeyi kapmak anlamına geliyor.
Evet, Sırbistan’ı değil, Slovenya’yı gözüme kestiriyorum. Çünkü onların daha dar bir kadrosu var, günler ilerledikçe yıpranacaklar. Üstelik ilk turdaki kurbanlarımızdan Litvanya gibi oyun kurucu sıkıntısı yaşıyorlar. (Bu pozisyonu Lakoviç’le paylaşan Dragiç, takımı yönetebilecek kadar pasör bir oyuncu değil). Ve en önemlisi, ne kadar yetenekli oyuncuları olursa olsun ve ne kadar iyi oynarlarsa oynasınlar, kritik eşiklerde baskıyı hissedince aniden dağılabiliyorlar. (Buna “büyük düşünemiyorlar” mı diyeceksiniz, “küçük ülke sendromu” mu diyeceksiniz, adını siz koyun artık).
Oysa Sırbistan çok dengeli bir takım. Uzun süredir Partizan’da bir arada oynayan ve birbirini tamamlayan oyunculardan kurulu. Avrupa’nın en iyi koçlarından Ivkoviç, hem dakikaları hem topları paylaştırıyor, her gün bir başkası öne çıkıyor. Ama Tanjeviç’in onları çok iyi tanıması da bizim artımız.
Sözün özü: Bize bu turda 2 galibiyet lazım. Hedef maçların İspanya ve Slovenya olduğunu düşünüyorum. İki randevuda da ibre % 51 bizi gösteriyor (hatta Slovenya’ya karşı % 60 bile diyebilirim)
YİĞİTER ULUĞ

Deplasman Forması(!)

Valladolid

La Liga Seyirci Ortalamaları

İspanya La Liga takımlarının geçen sezondan seyirci istatistikleri, kısa kimlikleri. Billsportsmaps'den

Fikri Takip

Bizim meslekte fikri takip önemlidir. Bugün Vieri ve Melissa Satta yazdım. ABD'ye poker turnuvasına gitmişlerdi. Bu oyun da her zaman 4-3-2-1; 4-1-3-2 değil ya; İtalya'da Berlusconi'nin kanallarından Rete 4'da artık kült olan program var. Controcampo. Türkiye'de Fox'un İtalyan müdürü de muhtemelen ülkesindeki bu programı haftalardır Türkiye'ye uyarlamaya çalışıyor. Kısa keseyim,bence yapmasın. Çünkü bu memlekette Melissa Satta yok(!). Bu sezon program eski Inter'li Jimenez'in eski eşiyle başladı! Maria Jose Lopez dekoltesini düşürüp; yayında rezalet çıkardı. Kestirme şöhretin de bir sonu var... Fikri takip burada başlıyor. Vieri ile ABD'ye poker turnuvasına giden Melissa Satta, valizleri topladı, İtalya'ya dönüyor. Pazar akşamı Contocampo'nun canlı yayında olacak. Uyduda mevcut!

11 Eylül 2009

Anfield Road'un Zemini

Burası Anfield Road. İngilizlerin hayranlıkla izlediğim zeminleri işte böyle kontrol altında tutuluyor. Güneş açmamış kimin umurunda. Real Madrid de bu sistemi Santiago Bernabeu'ya kuruyor. San Siro'da da yeterli hava akımı olmadığından geçen sezon hafta boyunca saha kenarına dev vantilatörler dizmişlerdi.

Santiago Bernabeu'ya Makyaj

Barcelona'nın Camp Nou'yu yenileme projesi krizle beraber rafa kalkmıştı. Norman Foster'ın Gaudi'nin mozaiklerinden esinlendiği dış cephenin maliyeti Barcelona gibi para basan bir kulübü bile zorladı. Florentino Perez de sadece Santiago Bernabeu'yu değil Real Madrid'i baştan aşağı değiştirmeye kararlı. Şampiyonlar Ligi finalinin oynanacağı stadlar uzun yıllar 5 yıldız statüsünde değildi. Son yıllarda ciddi paralar harcayıp S. Bernabeu'ya sınıf atlattılar. Bununla da yetinmiyor Perez. Guggenheim müzelerinin o baktıkça baktıran mimarisinden esinlenmişler. The International'da New York'daki müzede-gerçek değildi tabii- geçen çatışma sahnesi geldi aklıma. Hiç fena değildi... Stat projelerinin çok meraklısı olduğunu biliyorum, bu yüzden Marca'nın konuyla ilgili bugün yaptığı 2 sayfayı da ekledim posta...

Galatasaray vs. Beşiktaş?

Vieri&Satta ve Poker

Futbolu bıraktıktan sonra futboldan uzak duranlara ayrı bir sempatim var. Tadında bırakıyorlar. Arşivde Baggio'nun hikayesi var. Vieri de yeni bırakanlardan, biraz da mecburiyetten. Takım bulamadı. Zaten oynarken de futboldan nefret ettiğini, para kazanmak için mecbur olduğunu söyler dururdu. Şimdi pokerci oldu. World Series of Poker'e katılmak için ABD'ye gitmiş. Yanında da Melissa Satta. Bir insan daha ne ister ki hayattan(!)

Biz mi İyiydik
Rakipler mi Zayıftı?

Turgay Demirel, Federasyon Başkanı olalı beri, 1993’ten bu yana bütün Avrupa Şampiyonalarına katıldı Türkiye… Kendi evimizde oynadığımız ve gümüş madalya ile tamamladığımız 2001 de dahil olmak üzere, hiç 3 maçta 3 galibiyetle başlamamıştık. Bu defa hem ikinci tura avantajla çıkmamızı sağlayan, hem de kayıtlara geçen böyle bir “rekor” var elimizde...
Sevindirici ama şaşırtıcı değil. Neredeyse yarısını evde bırakıp gelmiş bir Litvanya takımı ile 20 yıldır Avrupa basketbolunun üst sıralarına uzak kalan Polonya ve Bulgaristan’ın olduğu bir gruptan birinci çıkmamız, oyuncularımızın kalitelerine ihanet etmediğini gösteriyor.
Bu girişten, Milli Takım’ın başarısını küçümsediğim ve alınan sonucu tamamen rakiplerin zayıflığına bağladığım sonucu çıkarılmasın. 2006’dan sonra ilk kez bir turnuvada kendimize en uygun oyun karakteriyle mücadele veriyoruz. Savunmanın her anını önemseyen, yardımlaşan, rakibin ritm bulmaması gerektiğini aklına kazımış, dersini iyi çalışmış ve her oyuncusu yüksek konsantrasyon düzeyini yakalamış, uyumlu bir ekibimiz var. Bu yüzden Tanjeviç’in rotasyonu, efektif hale geliyor. Giren-çıkan çok fazla fark etmiyor.
Teknik kadro eleştirilere kulak verdiği için, Ersan power forvet pozisyonunda oynuyor ve bu tercih ciddi fark yaratıyor. O mevkide, Mirsad’dan bu yana ilk kez şut menzili geniş, hareketli, iyi geri koşan ve ribaund kovalayan bir askere sahibiz. Ersan’ın dinlendirildiği dakikalarda Kerem Gönlüm’ü arıyor olabiliriz ama üçüncü maçta kıpırdanan Semih, bunu ikinci tura da taşıyabilirse sorunumuz tamamen ortadan kalkacak.
Savunmada rakibe sağlanan üstünlük, bazen blok ve top çalmaların ardından hücuma çabuk çıkıp, kolay atış bulmamıza yardımcı oluyor. Bu durumda hem iyi savunmanın meyvesini alıyor, hem de yüksek yüzdeli top kullanıyoruz. Türkiye, ilk 3 maç sonunda turnuvanın en skorer ikinci takımı: 88.3! Üçlük isabetinde ikinci (% 42), ikilik atışlarda üçüncüyüz (% 61). Serbest atışlarda ise, inanmak güç ama birinciyiz (% 78). Bunlar daha önce hiç yaklaşamadığımız ortalamalar - tahtaya vurmak lazım herhalde.
Hücumda topun paylaşılması… Hidayet’in daha önce 2003 ve 2005’te düştüğü hatadan uzak durup, kahraman olmaya soyunmaması… Hiç zorlama atış kullanmadan sabırla, doğru yeri ve zamanı beklemesi (buna karşın 13.3 sayıyla en skorer üçüncü oyuncumuz) rollerin iyi dağıtıldığını ve takım içi iletişimin üst düzeyde olduğunu gösteriyor.
Sürpriz skorer Ender (şu ana dek 8/11 üçlük isabeti), sahada Kerem ile beraber olduğunda daha verimli sanki… Turnuva öncesi sürekli dudak bükülen guardlarımız, rakiplerin tempoyu yükseltmesine izin vermemenin yanında, topa da çok iyi sahip çıktılar. Kerem, Ender ve Engin’in toplam asist sayısı 21, top kayıpları sadece 3. Bu orana şapka çıkartılmaz da ne yapılır?
Eğri oturup, doğru konuşalım… İkinci turda oynayacağımız takımlar, ilk turdakilere oranla daha güçlü ve iddialı. Yukarıda sıraladığım yüzdeleri ve ortalamaları aynı düzeyde tutmak neredeyse imkansız. Sayı ortalamamız 77-78’lere inecek muhtemelen... Üçlüklerde yüzde 32-35 arası bir yere gerilememiz normal sayılmalı. Boyalı bölgeden yaptığımız atışlarda yüksek isabet oranını korusak bile, o atışlara izin vermeyen sert ve yüksek savunma duvarlarıyla karşılaşacağız zaman zaman… Bu durumda serbest atışların yine yüksek yüzdeli olması şart.
İlk turda Ömer Onan ile Engin Atsür’den istediğimiz ölçüde istifade edemedik. Şimdi bu iki oyuncuya da önemli işler düşecek. Rakipler Ender’e yoğunlaşırken, Engin’in bulacağı dış şutları iyi kullanmasına, Ömer Onan’ın sert savunmasına ve takımın skor yükünü hafifleten hızlı hücumlarına çok ihtiyacımız var.
Yarın: İkinci turdaki rakipler
YİĞİTER ULUĞ

Hafta Sonu Futbol

12 Eylül Cumartesi
14:15 Motherwell-Glasgow Rangers / Futbolsmart
15:15 CSKA Moskova-Kryliya Sovyetov / Spormax
16:00 Orduspor-K.Erciyesspor / D Spor
16:30 Wolfsburg-Leverkusen / TRT 3
17:00 Celtic-Dundee United / Futbolsmart
17:00 Manchester City-Arsenal / Spormax
17:00 Stoke City-Chelsea / Spormax
19:30 Tottenham-Manchester United / Spormax
19:45 PSV-Roda / Futbol Smart
21:00 Galatasaray-Beşiktaş / Lig TV
21:00 Espanyol-Real Madrid / NTV
21:45 Lazio-Juventus / NTV Spor
22:00 Bordeaux-Grenoble / Kanal A
13 Eylül Pazar
14.00 Birmingham-Aston Villa / Spormax
15:30 Ajax-NAC Breda / Futbolsmart
16:00 Inter-Parma / NTV Spor
16:00 Ç.Rizespor-Samsunspor / D Spor
16:00 Diyarbakır Diski-Adana Demirspor / Çukurova TV
16:05 Cardiff City-Newcastle / Euro Futbol
16:30 Werder Bremen-Hannover 96 / TRT 3
17.00 İBB-Trabzonspor / Lig TV
18.15 Fulham-Everton / Spormax
21.00 Bursaspor-Fenerbahçe / Lig TV
22.00 Vitoria-Palmeiras / Spormax
22:00 Monaco-PSG / Kanal A

10 Eylül 2009

Deplasmanda Nasıl Oynanır?

Gerçekten uzun bir gece oldu. Kahredici bir güne eklenen gecenin, uzadıkça tadı kaçtı, ne yazık ki…
Akıldışı bir hayat sürdüğümüz şu coğrafyada sık sık tabiatın şamarını yiyoruz. Aceto “Yalnız ve güzel” dediğimiz ülkemizden bir kare fotoğraf koymuş. Doğayla barışık yaşayamayan, onun havasına, suyuna, toprağına saygı göstermeyen insanların ülkesi nasıl güzel olabilir ki?
Bu sorulara yanıt bulmak da zor, acıyla başa çıkmak da... Hayata tutunmaktan başka çare yok. İyisi mi, ben işime, uzunların son sözü söylediği ve basketbol milli takımımızın adeta “tıklım tıklım tribünler önünde deplasmanda nasıl oynanır?” dersi verdiği maça döneyim…


Dünkü yazı, “Çember altı mücadelesinde bire birde yenilmezsek kazanırız” diye bitiyordu. Basit bir ilkokul hesabı bile ne yaptığımızı ortaya koyuyor. Polonya’nın uzunları (Gortat, Lampe, Witka, Szewczyk) toplam 43 sayı, 19 ribaund… Türkiye’nin uzunları (Ömer Aşık, Oğuz, Semih, Ersan) toplam 51 sayı, 21 ribaund, ilaveten Ömer’den 2 de blok. Asıl önemlisi, istatistiklere yansımayan özverili ve yardımlaşmalı savunmayla daha baştan rakibe nefes aldırmamak.

40 dakika boyunca hiç yenik duruma düşmedik. Ömer Aşık’ın basket faulüyle 3-0 öne geçtiğimiz 1. dakikadan sonra bir daha eşitlik bile olmadı. Rakibin coşmasına, koşmasına, seyircisinden güç almasına izin vermedik. Tam tersine, her saniye biraz daha açılan fark, tribün baskısının ev sahibinin omuzlarına çökmesine yol açtı. Kendimizden emin ve sakindik, sinirlenmedik. Üçüncü çeyreğin başlarında Lampe’nin ardarda 9 sayısıyla ateşlenen Polonya, farkı 6’ya indirmeyi becerdi ama Tanjeviç hemen mola alarak bu rüzgarı kesti.
Yeri gelmişken söyleyeyim: Bu turnuvada şu ana kadar en formda isim Tanjeviç. Asistanlarının da yardımıyla rakipleri iyi analiz ettiği belli. Konsantre; maçın her anını yaşıyor. Oyuncu değişikliklerinin, molaların zamanlaması kusursuz. Hido’yu ikna edip, verdiği “az ama öz top kullan” rolü etkileyici.
Şimdi çok daha iyiyiz… Moralliyiz, özgüvenimiz arttı.

Ömer Aşık, dünkü performansıyla NBA’e selam gönderdi, daha geçen ay 5 yıl için 34 milyon dolara imza atmış olan Gortat’ı parkeye gömdü resmen… Semih uyandı. Ömer Onan ile Engin iyileşti. Ersan aynı çizgide yürümeyi sürdürüyor. Ender turnuvadaki ilk top kaybını yapmış olsa da (3 maçta sadece 1 top kaybı!) üçlüklerdeki yüksek yüzdesini koruyor. Kerem’in besleyici oyunu, Sinan’ın savunması her maç biraz daha büyüyor.

Uzun zamandır tek yıllarda böyle heyecan verici bir turnuva oynayamamıştık. Bu takım, performansı, pozitif kimyası (dün herkesin, ilk iki günün kayıp adamı Semih’i kendine getirmek için uğraşması ne güzeldi) ve mücadele katsayısıyla Japonya 2006’daki takımı andırıyor. Alacağı derece de benzer, hatta daha iyi olur inşallah.
“Kağıt üzerindeki kadrolara bakarsak, iyi yönetilen, rolleri gerçekçi dağıtılmış ve organize bir Türk Milli Takımı’nın ilk tur grubundan 3’te 3 yaparak birinci çıkması lazım” demiştim en başta… Herkes isminin hakkını verdi, beklenenden de iyi organize olduk, müthiş savunma yaptık (yediğimiz sayı ort. 70.3) ve çeyrek finalin ucu göründü.

Yarın da ikinci turda bizi bekleyenleri konuşuruz.

YİĞİTER ULUĞ

9 Eylül 2009

Yalnız ve Güzel Ülkem

Akşam için "Hayat varsa umut vardır"dan başka sözüm yok. Yağmur suyuyla insanların boğulduğu bir şehirde, ne futbol konuşasım; ne de yazasım var. Cuma; hafta sonu naklen yayınlar postuyla görüşmek üzere...

Uzun Bir Gece
ya da
Uzunların Gecesi

Turnuvalar böyledir… İlk gün alınan sonuç, bazen gidişat üzerinde beklenmedik ölçüde belirleyici olur. Hele bizim gibi moral takımlarında. Daha ilk yazıda “Nasıl başlarsak öyle gider” demem bu yüzdendi. Ama bu, yalnızca bizim takım için geçerli bir tespit değilmiş, gördük.

Normal şartlarda nerede oynarsak oynayalım, bize direnç gösterebilecek Bulgaristan, öyle perişan bir görüntü çizdi ki, İngilizlerin dünyaya armağan ettiği deyimle “match” (eşleşme) bile olmadı. Herkesin en büyük favorisi olarak Polonya’ya uçan ama starting box’ta Sırplardan ağır bir tokat yiyen İspanya da aynı paranteze dahil edilebilir. Az kalsın İngiltere’ye de yeniliyorlardı. Ve Litvanya… “Bize kaybederlerse, diğer takımları yener ve önümüzü açarlar” demiştim, yanıldım. Geçen şampiyonanın bronz madalyalı ekibi, ev sahibi Polonya önünde bize oynadığı oyunun yarısını bile oynayamadan havlu attı. Bırakın bizim önümüzü açmayı, kendi yollarını bulup bulamayacakları bile soru işareti şimdi…

Dünkü maçı uzun uzun yorumlamaya gerek var mı, bilmiyorum. Komşunun mahalle basketboluna uymadan, disiplini ve savunma konsantrasyonunu korumamız takdire şayan. Ömer Onan ve Engin Atsür’ün yokluğunda Bekir ile Sinan toplam 48 dakika sahada kaldılar ve 21 sayı, 4 asist ürettiler. Tanjeviç’in bu pozisyondan almayı düşündüğü verimin de üstünde rakamlar… Serbest atış yüzdemiz normale döndü maalesef (% 68). Ömer Aşık 0/5 ile alarm verdi. Bu takımdaki yeri bile tartışılan Ender, hepimizi mahcup etmeyi sürdürdü: Coşkulu oyunu ve 5/7 üçlüğüyle… Kerem Tunçeri skorer değil ama yapıcıydı (7 asist). Semih hala turnuvaya katılamadı, mazereti var herhalde. En güvendiğimiz iki isim, Hido ile Ersan da rahat skor sayesinde dinlenme şansı buldular.

Bu akşamki rakip Polonya, seyirci desteğiyle birleşen sert savunması sayesinde kalite açığını kapatarak 2’de 2 yapmış bir takım. Gortat-Lampe ikilisi ile sürekli boyalı bölgeden çalışıyorlar. Bu iki oyuncu dün Litvanya karşısında toplam 37 sayı, 27 ribaund üretti. Onların etkinliği, topla da topsuz da çok hareketli olan ve dışarıda gezinen David Logan ile şutör Ignerski’yi rahatlatıyor.
Sözün özü: Uzunlarımızın şu ana kadar ortaya koydukları oyunun, özellikle de savunmanın üstüne çıkmaları şart. Çember altı mücadelesinde bire birde yenilmezsek kazanırız. Sonra hemen Zenica’ya bağlanacağız…
YİĞİTER ULUĞ

8 Eylül 2009

Tut Ki Arda Bir Petrus 1987

Arda Turan'ın "Türk pasaportu" çıkışı sonrasında farklı yorumlar okudum. Hak verenler kadar, eleştirenler de oldu. Eğer mesele, Avrupa'da yabancı statüsünde oynamaksa bunun üzerine konuşmaya bile değmez. İspanya'da bu sorun Nihat'ın elde ettiği hakla çözüldü. İtalya'da da Hakan Şükür bu hakkı almıştı. En azından Shevchenko net olarak AB vatandaşı sayılıyordu. İngiltere ve Almanya için ise böyle bir sorun sözkonusu bile değil. Peki o zaman ne? Aslında Arda Kaç Para? başlıklı yazı sonrasında fikirlerim değişmiş değil. Bu sezon her maçta üstüne koyan ve adeta sarmaşık gibi futbolunu büyüten Arda Turan'ın fiyatı konusunda farklı tahminler var. 15 milyon eurodan başlayan ve -insaflı davranıp- 50 milyona kadar giden...
Futbola bir es vereyim ve şaraplardan konuşalım. 10 yıl önce Atatürk Orman Çiftliği'nin ürettiği ve İstanbul'da 2-3 noktada satılan Boğa Kanı'nın tadını hiç unutmadım. Efendi fiyatı olan bir şaraptı! Bir zaman sonra kaybolup gitti, Ankara'ya yolum çok düştü, AOÇ'ye gidemedim. Var mıdır şimdi, bilemem. Bir de hudutların dışında içtiğimiz şaraplar var. Yine makul fiyatlı. Fransa'da, İspanya'da, ufak işletmelerin şarapları, sofra şarapları, fiyatları diyelim 5 ile 50 euro arasında değişen şaraplar. Evet; hiçbiri Boğa Kanı'nın yerini tutmadı. Bir de raflarda ya da şarap dükkanlarında özenle sıralanmış fiyatları 100 eurodan başlayan şaraplar var. Tadlarını bilmiyorum, bilecek kadar da kazanmıyorum. Her seferinde olmasa da; bildiğim, sandığım; umut ettiğim o pahalı şarapların bizim içtiğimiz 20-30 euroluk şaraplardan çok daha güzel olduğu. Öyle olmalı değil mi? Bir malın fiyatının oluşabilmesi için aynı malın daha iyisi ve daha kötüsü olmalı en azından. Bizim memleketin şarapçılığında olduğu gibi... Güler Sabancı'nın G serisi, Bozcaada'da İstanbul'dan göç eden Reşit Soley'in Corvus'u, Akın Öngör'in Selendi'si ile tanışmasaydı şarapsever; yıllardır adını ezberlediğimiz markalar ile aralarında iyi/kötü, ucuz/pahalı dengesini kurabilir miydik acaba? (İstismar edilmedi de değil)
Arda Turan'ın fiyatı da, Türk şarapçılığı gibi işte. Avrupa'ya daha 20 euroluk şarap ihraç etmeden, yollayacağınız ilk parti için "şişesi 100 euro" diyemezsiniz. Şarabı geçtim; önce şişeniz iyi kalite olacak, mantarınız parçalanmayacak, etiketiniz iyi bir tasarımcının elinden çıkmış olacak. Dünyanın hangi Michelin yıldızlı restoranında Türk şarabı vardır ki? (vardır inşallah). 40 euroluk bir Bordeaux şarabından çok daha iyi olduğuna inandığınız bir Kalecik Karası'nı Avrupa'nın şarap dükkanlarına bugün kaça satabilirsiniz ki? Peki, futbolcu ihracatında Avrupa pazarına bugüne kadar tavanı 5 milyon dolar olan bir ülke, Arda için kapıyı 30 milyon eurodan açabilir mi? Avrupa pazarına konsinye bile değil; bedava, promosyon ürünü gibi yolladığımız futbolcuları hiç katmıyorum hesaba...
Arda Turan bu memleketin mahsülü. Toprak, üzüm, hava bir araya gelmiş. Bilmeden bir 1987 Petrus'umuz olmuş. Şimdi ona fiyat biçmeye çalışıyoruz. Bugüne kadar Avrupa'nın raflarına daha bir Chateau Margaux; bir Chateau Latour muadilini; hak ettiği fiyatıyla koymamış; koyamamış bir ülke değil miyiz peki biz? İtalya'nın, Şili'nin ucuz sofra şaraplarına memleketin restoranlarında tonla para saçan da biz değil miyiz?
Elin oğlu; "Sen ver bakalım o şarabı fıçıda, ben 100 yıllık mahzenimde yıllandırayım, şişeleyip satarım bir 3 Michelin yıldızlı restorana" demez mi şimdi? Şarap olan değil de; futbol kulübü olan Porto, yıllardır bunu yapmıyor mu?

Naklen Yayınlar

9 Eylül Çarşamba
02:10 Rosario Central-River Plate / NTV Spor
19:00 Ermenistan-Belçika / Kanaltürk
21:00 Bosna Hersek-Türkiye / FOX
21:45 Almanya-Azerbaycan / Kanal A
21:50 Italya-Bulgaristan / TRT 3
23:00 Ispanya-Estonya / Futbolsmart
10 Eylül Perşembe
02:00 Paraguay-Arjantin / NTV Spor
04:00 Brezilya-Şili / Spormax

Almanların 10 Numarası

Almanlar, yeni 10 numaramız bu çocuk diye duyurmuşlar Mesut'u. Aynı albümden üç 10 numara daha aldım. Mesut, yarın akşam Azerbaycan maçına ilk onbide çıkacak. Bu sezon Arda, 10 numara pozisyonuna geçmese memlekette daha çok Mesut patırtısı olurdu. Neyse yolu açık olsun. Biz olmazsak; Mesut'u izleriz Haziran'da...

Nasıl Kazandık?

Tahmin edildiği gibi oldu; son derece denk, çekişmeli ve heyecan dolu bir maç… Skor hep başa baş gitti, üstünlük defalarca el değiştirdi. Fark sadece bir kez 10 sayıya çıktı (bitime 1.51 kala Ömer Aşık’ın smacıyla).

Böyle bir maçta, üstelik Ömer Onan gibi tecrübeli bir oyuncudan yoksun olmamıza karşın, Tanjeviç’ten başlayarak en son yedeğe kadar giden müthiş bir konsantrasyonla oynadık. Temponun yükselmesine izin vermedik. Litvanya’nın tekerine çomak soktuk. Hataları minimuma indirdik (Litvanya 15 top kaybı, Türkiye 13. Ribaundlarda da 27-24 üstünüz)

Oyuncu değişiklikleri, kenardan müdahaleler yerindeydi. Sadece Ömer Aşık’ın ilk beşte başlayıp, daha ilk çeyrekte 2 ucuz faul alması yüreğimizi hop ettirdi, o kadar. Onun yerine giren Semih’in gecenin tek dağınık adamı olması, nerede ve hangi maçta oynadığının farkına varmadan sahada gezinmesi, ilk çeyreğin sonunda sendelememize neden oldu. 13-6’lık bir seri yedik. Dizginleri elimizden kaçırdığımız bir 5 dakikaydı, çeyrek sonunda Bekir’in şutu imdada yetişti.

Kenardan gelenlerin her an hazır olması, gayreti ve üretimi alkışa değerdi… Ender: Büyük soğukkanlılıkla 9/10 serbest atış ve 16 sayı ama daha önemlisi hiç top kaybetmeden 3 asist, 2 top çalma. Sinan: Agresif savunma ve rakibin hiç ummadığı anda üst üste 2 üçlük. Oğuz: Ömer’in faul problemi yaşadığı dakikalarda boyalı bölgede hatırı sayılır bir mesai.

Takımın temel taşlarından Hidayet, 32 dakika sahada kaldı ve gelmiş geçmiş en olgun maçlarından birini oynadı. Hiç zorlamadan, yüzde 50 şut isabetiyle 19 sayı. Daha ne olsun? Bazı şut tercihlerinde yaptığı yanlışlara karşın Ersan da faydalıydı.

Daha önceki Avrupa Şampiyonaları’nda Milli Takım’ın 23/26 gibi bir isabetle faul atışı kullanmasına hiç tanık olmamıştım. Sırf bu istatistik bile, takım halinde maçı ne kadar istediğimizi ve ne kadar iyi konsantre olduğumuzu gösteriyor. Bu gece rakip Bulgaristan. Yine aynı akılcı, sakin ve kontrolü sürekli elinde tutan oyunu ortaya koyar, komşuyla üçlük yarışına girmeden topu çemberin altına indirirsek 10-15 sayıyla kazanırız. Hele bir de Ömer Onan ve Semih takıma katılırsa…
YİĞİTER ULUĞ

Cisse'nin Atina Günleri

Cisse'nin Atina'daki kariyeri iyi başlamadı. Şampiyonlar Ligi'nde oynamak umuduyla geldiği Panathinaikos play-off turunda Atletico Madrid'e çarpıldı. Avrupa Ligi'nde Galatasaray ile aynı gruba düştüler. Grubun ilk maçı da haftaya Atina'da Galatasaray ile. Cisse, Calderon'da kırmızı kart gördüğü için kadroda olmayacak. Buraya kadar olan futbol. Hikayenin devamı ise rezillik! Panathinaikos milli maçlar nedeniyle verilen arada Olympiakos Volos ile hazırlık maçı yaptı. 2-1 kaybettiler. Golü Cisse attı. Maç boyunca rakip tribünler Cisse'nin ayağına top geldiğinde ırkçı tezahürat yaptılar, maymun taklidi yaptılar. Cisse dayanamayıp Volos tribünlerine gitmiş üstüne bir de kafasına şişe yemiş. İade etmiş ama şişeyi. Ben Atina'ya maymun sesleri duymak için gelmedim diyor. Ben küfürü bastım Volos taraftarına, siz duymadınız ama...

7 Eylül 2009

Appiah'ın Taktığı Borçlar

1 Aralık'ta Appiah'ın kulüp formasıyla çıktığı son maçtan bu yana 2 sene geçmiş olacak. Fenerbahçe formasıyla son olarak 1-0 kazandıkları Denizlispor maçında forma giyen Appiah, Gana milli takımında oynamaya devam ediyor ama 21 aydır bir takım bulamadı kendine. Başı d belada aslında. Fenerbahçe 3 milyon euro istiyor. Davalar devam ediyor. Appiah rahatsızlığında teşhisin yanlış yapıldığını iddia ediyor. Tedavinin de devam ettirilmediğini savunuyor. Bunların hepsi aslında bildilk hikayeler. Benim ilk kez duyduğum ise, Şampiyonlar Ligi'nde Fenerbahçe'nin Inter ile Milano'da rövanşı oynadığı akşam yaşananlar. İtalya'da Udinese, Parma, Brescia ve Juventus formaları giyen Appiah'ın çalıştığı iki menajerle başı belada. İkisi de dava açmışlar ve kazanmışlar. Adam başı yaklaşık 500 bin euro ödenmemiş komisyonlarını istiyorlar Appiah'tan. İki menajer de o gece San Siro'ya soyunma odasının kapısına polis çağırmış ama Appiah'ın kapıda bekleyenleri ektiği söyleniyor. Son bir yılda 10'a yakın kulüple adı anıldı. Milli takımla 6 karşılaşmaya çıkmış. Bir şekilde belki de netleşmeyen sağlık durumu yüzünden hiçbir kulüp onunla sözleşme imzalamak istemiyor. Appiah ise verdiği röportajlarda gideceğim kulüp Fenerbahçe'ye o parayı öder diyor. Peki hangi kulüp? Beraber Brescia forması giydiği ve şimdi Barcelona orta sahasına yedek ön libero arayan fotoğraftaki Guardiola değil galiba...

Serie A: Teknik Adam Kazançları

Serie A'da teknik adam ücretlerinde şaşırtıcı rakamlar var. Öncelikle Inter'den bahsetmek lazım. Moratti gönlü zengin adam. Saçtıkça saçıyor. Bu dengesizlik dünyanın hiçbir yerinde yok. Mourinho'ya yıllık ödediği rakam 11 milyon euro. Mancini'yi de sözleşmesi sürerken yolladığından dolayı Inter başkanı eski teknik direktörüne de 6 milyon euro ödüyor. Inter'in iki hocaya ödediği 17 milyon euroya karşılık ligdeki diğer 19 takımın teknik direktörünün toplam kazancı 15.7 milyon euro! Adaletin var mı dünya(!) Takım bazında devam edeyim. Milan, çömez kontenjanından gelen Leonardo'ya 1.2 milyon euro ödüyor. Juventus da dengeyi bozmamış. Tecrübesiz Ferrara da 1.2 milyon euro alıyor. Aralarında en yüksek rakamı alan 1.8 milyon euro ile artık Fiorentina kulübesinde yaşlanmaya başlayan Prandelli. Genoa'ya uçuran Gasperini de 1.2 milyon euro alıyor. Roma'da Spalletti'nin yerine gelen Ranieri de iyi sözleşmeye imza atmış. 1.6 milyon euro alacak. 1 milyon euronun üzerinde kazanan başka da teknik adam yok.400-600 arasında değişiyor kazançları. En az kazananlar ise Catania ve Livorno'da. Atzori'ye 150 bin euro ödüyor Sicilyalılar. Bağış Erten'in desteğiyle ayakta duran (!) Livorno ise hocası Ruotolo'ya sadece 100 bin euro ödüyor.

Serie A'nın En Pahalı 11'i

Üç ayrı bölümde biraz fazla paradan bahsededeceğim. İtalya'da teknik adamlar ve futbolcuların yıllık net kazançları. Kıyıda kenarda, satır arasında geçen bilgiler yerine toplu olarak bir köşede durmasını istedim. Bizim futbolumuza dair konuşurken her zaman referans olabilecek veriler bunlar. Ekranki onbir Serie A'da mevkilerinin en çok kazanan adamlarının oluşturduğu en pahalı onbir. Bir All-Star değil kesinlikle. Milano dışından kadroya girebilen Buffon ve Totti. Inter ve Milan ile diğer takımlar arasındaki yıllık ücret uçurumunu takım bazındaki listelerde çok daha net görebileceğiz. Mourinho'nun takımdan göndermek istediği ama kimsenin aldığı ücret yüzünden yanına yaklaşamadığı Vieira da kadroda. Inter'in iki yeni transferi Lucio ve Sneijder de piyasaya çıkar çıkmaz listenin tepesine oturan albümler gibi... (Ücretler vergilerden arınmış net rakamlardır.)

Ljungberg Günlüğü #7

Bugünlerde Londra'da. Premier Lig'e dönebilir...

6 Eylül 2009

Nerede Kalmıştık?

Son Avrupa Şampiyonası’nın resmi sitesinde, yani eurobasket2007.org’da Türkiye sayfasını açtığınız anda, “France Complete Turkey’s Misery” başlığını görüyorsunuz. “Fransa, Türkiye’nin perişanlığına noktayı koydu” demeye getirmiş adam…
Hatırladıkça içimi acıtan bir turnuvadır o... Türk Milli Takımı’nın oynadığı tüm maçları ekranlardan yorumlamak gibi bahtsız bir göreve atanmıştım. Takımınız, tek özelliği disiplin ve mücadele olan sıradan bir Alman takımına 79-49 yeniliyorsa canlı yayında ne diyebilirsiniz ki? Tam bir “Türkçem bitti, yanmışım” durumu…
Murat Kosova, Kaan Kural, Murat Murathanoğlu ile birlikte basın merkezinde yabancı meslektaşlarımızın bize yönelttiği soruların bazılarını sinirli sinirli gülerek, bazılarını dudak büküp, havaya bakarak cevaplıyor, daha doğrusu cevapsız bırakıyorduk. 1993’ten bu yana Türkiye’nin yer aldığı Avrupa Şampiyonalarından 6’sını (93 Almanya, 95 Yunanistan, 97 İspanya, 99 Fransa, 2001 Türkiye, 2007 İspanya) ve 2002 Dünya Şampiyonası’nı yerinde izlemiştim. Evet, o turnuvalarda da berbat oyunlar çıkardığımız, fark yediğimiz maçlar olmuştu ama hiç böyle darmadağın olmamıştık. Madrid’deki eziyet, 6 maçta 1 galibiyetle (o da Çeklere karşı) bitti. Bu, sponsorları ve reklamlarıyla günlerdir yeri göğü inleten bir takımın, Portekiz’in bile gerisinde kalarak Avrupa Şampiyonası’nı 11. sırada tamamlaması anlamına geliyordu.
Herkes 12 Dev Adam şarkısının kabak tadı verdiğini düşünüyordu artık...
Geçen yaz oynanan eleme maçlarından namağlup çıkmak ve Tony Parker’lı Fransa’yı içeride-dışarda iki kez yenmek, Türk Milli Takımı’nın basketbolseverlere vermeye çalıştığı bir özür mesajıydı sanki…
Ne yapalım, aldık, kabul ettik, yeniden vurduk kendimizi 12 Dev Adam notalarına… Milli Takım bugünden itibaren Polonya’nın Wroclaw şehrinde. İlk turda Litvanya, Bulgaristan, Polonya’lı gruptan en iyi dereceyle çıkmaya çalışacak. Ardından Lodz’a geçecek, ikinci turda komşu gruptan gelecek üç rakiple (muhtemelen İspanya, Slovenya ve Sırbistan) çeyrek final mücadelesi yapacak.
Garanti’nin bando-mızıkalı reklam filmi ekrana fırladığından beri her yerde aynı soru: “Bizim takım bu turnuvada ne yapar?”
Bir kere hemen baştan söyleyeyim, yokları, varlarından daha çok olan bir şampiyona bu… Sakattı, raporluydu, mazeretliydi, NBA’deki takımından izin alamadı derken çeşitli ülkelerin milli takımlarında forma giyebilecek pek çok şöhretli isim, Eurobasket 2009’a gitmiyor.
Miliçiç, Rakoçeviç (Sırbistan), Calderon (İspanya), Nowitzki, Kaman (Almanya), Papaloukas, Diamantidis, Kakiouzis, Tsartsaris, Dikoudis (Yunanistan), Jasikevicius, Kaukenas, Macijauskas, Siskauskas (Litvanya) Beciroviç, Udrih (Slovenya), Ajinca, Mickael Pietrus (Fransa), Ben Gordon, Luol Deng (Britanya), Tomas, Baraç (Hırvatistan), Kirilenko, Kaun (Rusya)
Benim çıkarabildiğim yoklar listesi bu. Şaka maka, sıkı bir Avrupa Karması. Unuttuklarım da olmuştur mutlaka, kusuruma bakmasınlar.
Devam mecburiyeti olmadığı için, kaçakların abarttığı böyle bir turnuvada biz de Mehmet Okur, Kerem Gönlüm ve Kaya Peker’siz bir kadroyla kürsüye çıkmanın yollarını arayacağız. Kerem’de yasak bir madde çıktı, biliyorsunuz... Mehmet Okur’la koç Tanjeviç arasındaki ilişki uzun süredir limoni. Okur geçen yıl da yoktu. Kaya Peker ise 2007’de canlı yayında NTV mikrofonlarına “Maçın hangi anında, hangi beşle sahada olacağımız belli değil. Oturmuş bir düzenimiz yok” mealinde bir şeyler söylediği günden bu yana kara listede.
Tamam, Kaya’nın üstünü çizdik de, onun sorusuna geri dönersek, takımın bu şampiyonada maçın hangi anında hangi beşle sahada olacağı belli mi? Oyun kurucu pozisyonunda birinci seçeneğimiz kim mesela? Hidayet’in rolü tam olarak belirlendi mi? Tanjeviç inadından vazgeçip, power forvet mevkiini Ersan’a emanet edecek mi?
Hazırlık döneminde bu sorulara ben de yanıt bulamadım, diğer basketbol yazarları da... Bulamadığımız içindir ki, çarşıda, sokakta, berberde, kasapta burnumuza dayanan “Bizim takım ne yapar?” sorusuna tatminkâr bir karşılık veremeden, eveleyip gevelemekle meşgulüz.
Şimdi bunca tantanadan sonra, hastası olduğum bu güzel blog’da hatırı sayılır bir arazi işgal ettiğime göre, eveleyip geveleyemem. Açık, net ve maddeler halinde söyleyeyim:
1. Hazırlık maçlarına değil de, kağıt üzerindeki kadrolara bakarsak, iyi yönetilen, rolleri gerçekçi dağıtılmış ve organize bir Türk Milli Takımı’nın ilk tur grubundan 3’te 3 yaparak birinci çıkması lazım. Bunun için;
a) Hidayet’in kısa forvet, Ersan’ın power forvet pozisyonlarında her maç yaklaşık 30’ar dakika alması ve takımın hücumda birinci ve ikinci opsiyonları olması gerek.
b) Bu iki asal parçayı tamamlayacak olan uzun Ömer Aşık. Ancak onun tecrübe eksikliği, ilk beş başladığı maçlarda faul sorununa girmesi gibi bir sonuç doğurabilir. Bu durumda pivot pozisyonunda Oğuz Savaş veya Semih Erden başlamalı, Ömer de ekonomik kullanımla, son çeyrekte sahada olabilecek şekilde en az 25 dakika oynamalı.
c) Oyun kurucu pozisyonunda gerek tecrübesi, gerek fiziği, gerekse Hido ile uyumu göz önüne alındığında Kerem Tunçeri birinci tercih, bence. Kerem’le başlayıp, savunmamızı tepeden deldirmediğimiz maçlarda uzunlarımızı da faul sorunundan korumuş oluruz. Kerem, çoğu ilk ve son çeyrekler olmak üzere 25 dakika sahada kalır, geri kalan süre Engin ile Ender arasında paylaştırılır.
d) Özellikle Litvanya maçında rakibin guard zaafından faydalanmak ve topa olabildiğince baskı yapmak şart. Bu noktada Sinan Güler’in agresif savunmasından yararlanmak lazım. Polonya’nın tecrübesiz guardlarına karşı da aynı baskıyı kurabiliriz. 2 numara pozisyonunu Sinan’la paylaşacak isim Ömer Onan. Bu pozisyondan pek fazla sayı çıkaramıyoruz belki ama takım savunmasını sertleştiren ve tempoyu arttırabilecek oyuncularımız olması, önemli bir artı.
e) Hidayet’e özel şut hazırlayamıyorsak, hücumda iyi bir spacing’le (en zayıf olduğumuz yön) en büyük kozumuzun mutlaka çembere doğru yönelmesini sağlayacak bir düzende olmalıyız. Hidayet’in içeri dalışları rakip savunmayı dalgalandıracak, dengesini bozacak ve gerek boyalı bölgedeki uzunlarımıza, gerek ters kanatta şut için bekleyenlere (Ömer, Kerem, Engin, duruma göre Ersan) rahat pozisyonlar getirecek. Orlando’da Hido’nun içeri girip cama bıraktığı her turnike, kaçsa bile Dwight Howard tarafından çembere tıkılıyordu. Elimizde Howard kadar güçlü ve atletik bir pivot yok ama Ersan, Semih ve Ömer de hücum ribaundlarından pekala ekmek yiyebilir.
f) Kabul edelim ki, İbrahim Kutluay’ın ardından aynı kalitede bir şutör yetiştiremedik. Mehmet’siz kadromuzun skor kapasitesi de kısıtlı. Ne kadar iyi oynasak da, iyi yönetilsek de kazanmamızın yolu rakibi 75, hatta mümkünse 70 sayının altında tutmaktan geçiyor. Bunun için mücadele katsayımızı maksimuma çıkarmak, her top için savaş vermek zorundayız.
2. İkinci turu Perşembe konuşuruz.
3. Son bir söz de fikstür için: Tehlikeli bir programımız var. En zor maçla başlıyoruz. Geçmiş turnuvalardan aldığımız ders şu: Türk Milli Takımı nasıl başlarsa öyle gidiyor. 2006’da Japonya’da ilk maçta favori gösterilen Litvanya’yı yenince moral bulmuş, kükremiş sel gibi bendimizi çiğneyip aşmıştık. Fakat 2007’de ilk gün Litvanya yenilgisi, bir anlamda sonun başlangıcı olmuştu.
Pazartesi gecesi Litvanya’dan galibiyet koparabilirsek (Baltıklılar, hiçbiri gerçek oyun kurucu olmayan Delininkaitis, Lukauskis ve Kalnietis ile oynuyor. Guard’larda üstünlük sağlamak ve tempoyu kontrol etmek, maçın anahtarı) hem morallenmiş, hem de rakiplerimizi birbirine düşürmüş olacağız. Sonrasında Litvanya, diğerlerini yenecek mutlaka… Böylece bizim yolumuzu da açacak. Ama yenilirsek, ertesi gün karşımızda tırnaklarını bilemiş, sürpriz arayan ve son saniyeye kadar tempoyu forse eden bir Bulgaristan bulacağız. Amerikalılar’ın “40 minutes of hell” dediği, cehennemi bir maç olacak. Kaybedebiliriz. Ve eğer grupta üçüncü güne 2’de 0’la girersek, “tamam mı, devam mı” maçında rakibimiz ev sahibi Polonya!
Siz FIBA’nın yerinde olsanız, kimin kazanmasını ve ikinci tura çıkmasını istersiniz?
Yiğiter Uluğ

Arjantin:1 Brezilya:3

Öncelikle eski bir postu hatırlatmak lazım. Maçın skoru yine 3-1 Brezilya lehine! 5 Eylül 1993'te Arjantin sahasında Kolombiya'ya 5-0 kaybetmişti. Bu da o maçın bileti. 16 yıl sonra; başta doğduğu şehrin stadında maça çıkan Messi olmak üzere kazanma mecburiyeti kabus gibi çöktü Arjantililerin üzerine. Baskılı başladılar ama futbolun cilvesi... İki duran topta "böyle defans olur mu" diye çileden çıkarttılar. Elano duran topları harika kullandı, Sabri'ye gözdağı verdi. Veron ile zorlanan kanatta Andre Santos iyiydi. Tırnaklarını yiyen Maradona için hayat zorlaşıyor. Kaleci ve defans dörtlüsü 3. sınıf Avrupa takımı seviyesinde.
Brezilya güle oynaya kazandı. Kritik dakikalarda golleri bulup rakibin moralini sıfırladılar. Arjantin'siz Dünya Kupası olur mu? Olmaz. 11:30'da program var ekranda, bu saatte daha uzun post da olmaz galiba. İçimizdeki Brezilyalılara tebrikler. Ağzımızın payını aldık tango bile bilmezken(!)

Arjantin: Mariano Andujar; Javier Zanetti, Sebastián Domínguez, Nicolás Otamendi, Gabriel Heinze; Maxi Rodríguez, Juan S. Verón, Javier Mascherano, Jesús Dátolo; Lionel Messi y Carlos Tevez. DT: Diego Maradona.
Suplentes: Juan P. Carrizo, Coloccini, Schiavi, Papa, Gago, Agüero y Milito.
Brezilya: Julio César; Maicon, Lúcio, Luisao, André Santos; Elano, Gilberto Silva, Felipe Melo; Kaká, Robinho; Luis Fabiano. DT: Dunga.
Suplentes: Victor, Daniel Alves, Miranda, Lucas, Ramires, Julio Baptista y Adriano.

İtalyan Santrfor Kaladze

Gecenin en ilginç maçı Gürcistan-İtalya. Güzel bir manşet de var: KamiKaladze. Aklıma 2002 Dünya Kupası'nı getirdi. İtalya'yı uzatmalarda kupa dışına iten golün sahibi Güney Koreli Ahn'ı Perugia başkanı "Bizi kapının önüne koyan adama maaş ödemem" deyip kulüpten kovmuştu. Madem öyle, Milan'ın yarın Kaladze'ye 5 yıllık yeni sözleşme imzalatıp yıllık ücretini de ikiye katlaması lazım. İtalya, Gürcistan deplasmanında 2-0 kazandı. Son maçlarda gol sıkıntısı çeken Lippi'nin takımı için iyi sonuç ama iki gol de Kaladze'den. İtalyanlar nezaketen 1.5 diyorlar Kaladze'nin kendi kalesine attığı goller için. Estonya için Arda-Emre yeter demiştim, forvetteki sorunu da, son vuruşlarıyla Tuncay çözdü. 4 dakika 48 saniye topla oynayan Arda sarmaşık gibi. Her gün boy atıyor! Defans her zamanki gibi sallanıyor ama Hakan Balta, Hamit'in de sakatlıktan yeni döndüğü unutmamak lazım. Zaten önemli olan bizim açımızdan final olan Çarşamba akşamı Bosna'daki maç. Hayat varsa umut vardır'a devam! İspanya yine ezdi geçti. Belçika'ya manita yaptılar: 5-0. Domenech ise Fransa'nın başında güldürmeye devam ediyor. Portekiz de işi Danimarka-İsveç maçının sonucuna bıraktı. Japonların tekmelediği Wesley Sneijder'in de durumu ciddi. Yoğun bir iş gününden sonra Arjantin-Brezilya maçını beklemek gibisi yok tabii (!)