Bir
kelime onun doğduğu memleketin tarihini anlatabilir aslında: Saudade.
“Geçmişe özlem” diye çevirenler yanılırlar. Saudade, Portekizcenin dünyaya
hediye ederken en çok kendine sakladığı yedi harftir. Yüzyıllar boyunca deniz
aşırı toprakları fethe giden erkekleri özleyen, gidip de dönemeyenlerin
ardından Portekizli kadınların yaktıkları ağıtları anlatan duygudur Saudade.
Lizbon’da gecenin bir vakti sokaklara taşan Fado’lar hep bu duyguyu anlatır. O
da bu toprakların adamı olarak Saudade’yi iyi bilir ama içinde saklar. İç ve
dış dünyasında kurduğu ilk denge belki de budur.
Lizbon
yakınlarında Setubal’da doğan Jose Mourinho, ataları gibi sömürgeleri
yaptıkları topraklarda kan dökmedi ama İngiltere’de başlayan, İtalya ve
İspanya’da devam eden ve bir gün tekrar Portekiz’e dönecek derken yine Ada’nın
yağmurunda ıslanan bir adam çıkardı karşımıza. “Ülkemi özlemiyorum, Lizbon’u
özlemiyorum. Portekiz Milli Takımı’nı değil ama belki bugüne kadar hiçbir şey
kazanmamış bir milli takımı çalıştırabilirim” derken de ruhunun yokuş
aşağı koşan o çok insanı zayıflıklarını dengelemesini bilen biri o…
Hasret
çekmeyen bir adamın günün birinde futbolu biz icat ettik diye gerinen bir
ülkenin topraklarına ayak bastığında medyanın karşısına geçip “Kusura
bakmayın, basit ve kolay bir hayat isteseydim Portekiz’de kalırdım. Porto’da en
tepede, dizlerim dibinde Şampiyonlar Ligi Kupası. Tanrı, o kulüpte Tanrı’dan
sonra ben. Büyük futbolcuları olan bir takıma geldim. Küstah görünüyor
olabilir, buradayım çünkü küstah olduğum kadar özel bir teknik adamım da” demesi
de su terazisinin bir parçasıydı.
Selefi
Ranieri ona şans dilemek yerine “Portekiz gibi bir ligden Premier Lig’e
geliyor. İşi zor” demiş o da dakika bir cevabı yapıştırmıştı: “UEFA Kupası’nı
ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken yendiğim takımlara baksın. Hepsi Portekiz
takımı değildi. Aranızda Ranieri’nin telefonu olan varsa, arasın söylesin.”
Kibirli
İngilizlerin ilk tanışma partisinde verdiği cevaplar aslında “Altta kalanın
canı çıksın” dünyasında “Mütavazı olma inanırlar”ın bir tezahürüydü. “Küçük”
ülke Portekiz’den gelen bu genç adam nasıl olur da Sir Alex Ferguson’un, Arsene
Wenger’in domine ettiği bir ligde, 50 yıldır şampiyon olamamış bir takımı üç
yıl içinde şampiyon yapacağını iddia edebilirdi! Bu iddiasını üç değil, daha
ilk senesinde gerçekleştiren “Özel biri”nin iletişim gücünün sahada
yaptıklarından çok daha fazla özel olduğunu anlamak için filmi geriye sarmak
gerekiyor.
Babasının
kaleci ve antrenör, kendisinin yetenekli olmadığından futbolcu olamadığını ve
öğretmen annesinin de ısrarıyla spor akademisine gittiğini bilmeyen yok. Baba
Felix sayesinde futbol dünyasının içinde kaldığı, insan tanıdığı doğrudur ama “hikayesi”
29 yaşında başlar. Bobby Robson, Sporting Lizbon ile anlaştığında tercümanın
aynı zamanda bir futbol antrenörü olmasını şart koşar. O sıradan antrenör ama
iyi tercüman Jose Mourinho’dur. Sporting’de çok uzun kalmazlar ama talih bu ya
Porto, İngiliz teknik adamı anında kapar, Jose de yanında 10 yıl sonra çok şeyi
kazanacağı kulübün kapısından içeri girer. Mütercim tercüman olarak kalsa bugün
belki de akademisyen olarak Lizbon barlarında yeni kondisyon tekniklerini
tartışan biri olmaktan öteye gidemeyecekti. Robson ile rolleri iyi paylaşır.
İngiliz hoca sonuç odaklıdır, antreman bilimini iyi bilen Jose, defansif
organizasyon için kafa patlatır.
Barcelona
Başkanı Nunez, dört sezon arka arkaya şampiyonluk kazandıran, kulübün 30 yıllık
geleceğini de o günden La Masia’yı kurarak garanti altına alan Cruyff ile
yollarını ayırdığında Robson’ın kapısını çalar. “Harbi” Ronaldo’nun, Luis
Figo’nun olduğu Barcelona… Sporting gibi Barça’da da bir sezon kalabilen Robson
ile yollarını ayırdığında takımın başına gelen Louis Van Gaal’in yanında
yardımcı olarak kalan Jose Mourinho, “Koca kafalı” Hollandalı’dan çok şey
öğrenir. Karşısındaki adam genç Ajax’ıyla iki Şampiyonlar Ligi finali oynamış
birini kazanmış birini kaybetmiş, disiplinli olduğu kadar da zor adamdır. Önce
Katalan medyası, ardından başkan Nunez sonra taraftar Van Gaal’dan nefret
ederken farkında olmadıkları aslında nefret objesinin Mourinho olduğudur.
Portekizli,
Hollandalı teknik adamın sözlerini basın toplantılarda eğer büker, sansürler,
yeri gelir yumuşatır yeri gelir sertleştirir, Barça’nın “fair play”ini aşan bir
sertlik şehirde herkesi rahatsız eder.
Hoş, yıllar sonra ustası Van Gaal ile kapışacak olan Mourinho, taktik kadar genç Guardiola, Xavi’lerin olduğu Camp Nou’daki soyunma odasında insan yönetmeyi öğrenir. Bir zaman sonra takımdaki Hollandalı futbolcular ve Figo dışında dostları kalmaz ikilinin. Kıyamet transfer hamlesiyle Figo, Real Madrid’in yolunu tutarken, Van Gaal de valizi toplar, yerine gelen kulübün eski futbolcusu Serra Ferrer, Jose ile çalışmak istemez. O günü iyi not etmek lazım çünkü istenmeyen Mourinho bir zaman sonra Drogba golü attığında çimlerin üzerinde kayarak Barça’dan intikamını alır. Ertesi gün Katalan spor gazetesi “El Mundo Deportivo “En az Figo’dan nefret ettiğimiz kadar senden de nefret ediyoruz” manşeti atar. Doğruya doğru, flu değil net adamdır Jose Mourinho…
Hoş, yıllar sonra ustası Van Gaal ile kapışacak olan Mourinho, taktik kadar genç Guardiola, Xavi’lerin olduğu Camp Nou’daki soyunma odasında insan yönetmeyi öğrenir. Bir zaman sonra takımdaki Hollandalı futbolcular ve Figo dışında dostları kalmaz ikilinin. Kıyamet transfer hamlesiyle Figo, Real Madrid’in yolunu tutarken, Van Gaal de valizi toplar, yerine gelen kulübün eski futbolcusu Serra Ferrer, Jose ile çalışmak istemez. O günü iyi not etmek lazım çünkü istenmeyen Mourinho bir zaman sonra Drogba golü attığında çimlerin üzerinde kayarak Barça’dan intikamını alır. Ertesi gün Katalan spor gazetesi “El Mundo Deportivo “En az Figo’dan nefret ettiğimiz kadar senden de nefret ediyoruz” manşeti atar. Doğruya doğru, flu değil net adamdır Jose Mourinho…
Porto
ile UEFA Kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde kazandığı iki sezonda ortaya koyduğu
dizilişlerden önce gelenin takım olma meselesidir. Mourinho’nun takımlarında
futbolcuları onun fedaisidir, aslanlar gibi çarpışırlar, deli gibi koşarlar,
tekmeye kafa uzatıp kalelerini savunurlar, Andres Villas-Boas rakip analizi
yapar, üniversiteden arkadaşı Rui Faria kondisyonu verir, Jose de medyanın karşısına
geçip işler kötü gittiğinde iki polemikle takımına paratoner olur.
Monaco
ile Şampiyonlar Ligi finalini oynamadan bir sonraki sezon için Chelsea ile
anlaştığını öğrenen Porto taraftarının ailesini ölümle tehdit ettiği bilgisi
kendisine ulaştığında, kazandığı kupanın törenine katılmayan Mourinho için
Londra günlerinde yapılması gereken Ivan Drago’nun topraklarından gelen kulüp
patronu Roman Abramoviç’e yenilmeyen ve ağlamayan bir “Ivan Drago” Chelsea inşa
etmektir. Mourinho girdiği her soyunma odasında ahengi yakalamak için hep aynı
hamleyi yapar. Chelsea’de Ranieri’nin “Serie A” etiketli adamları Crespo, Veron
ve Mutu’nun kellesini alır.
Premier
Lig’deki ilk döneminde neler yaptığı bir tık uzağınızda. Mourinho’nun Ada’daki
3. Sezonunda karşılaştığı ihanet onun sonrasındaki kariyerini de belirler
aslında. Malouda, Cole ve Lampard dışında seveni kalmadığında, Shevchenko ve
diğerleri Abramovich’in kellesini almasını istediği günlerde kulüp tarihine
geçecek bir cümle kurar: “Beni en çok evinizde maç kaybettiğinizde
özleyeceksiniz.” Stamforf Bridge’de maç kaybetmeden giden Jose’nin
kapısını ilk çalanın Barcelona olması da ne büyük (!) tesadüftür.
Yıpranan
Rijkaard’ın yerine hoca arayan Katalanlar, Lizbon’a ayağına kadar gider ve
“Seni istiyoruz ama medya ve Real Madrid ile kavga etmeyecek, Barça’nın etik
değerlerine sadık kalacaksın” şartını koşarlar. Aldıkları cevabın en kısa hali “Ben
değişmem”dir. O günlerde Camp Nou’da asılan “Frank Si, Mou No”
pankartını da görür ve unutmadığını anlatmak için önce yaşaması gereken bir
İtalya macerası vardır.
Inter
gibi kaybedenler kulübünün başına “Özel biri”nin gelmesi İtalyan medyasının
düşen tirajlarını toparlamak için biçilmez kaftandır. “Milan’ın üç televizyon
kanalı, Juventus’un gazetesi (Tuttosport) bizim ise sadece kulüp kanalımız var”
diyerek hızlı bir giriş yapar ve ortalık yangın yerine döner. Mourinho kaosun,
anarşinin adamıdır, dün Wenger’e bugün Conte’ye yaptığını İtalya yıllarında da
yapar, rakiplerin teknik adamları çileden çıkarır, çok kazanmanın kibriyle
kupası olmayanı “Sıfır Kupa” diye aşağılarken, İnter ile üçte üç yapmanın
keyfini de sürer.
Ülkenin
en ünlü spor gazetecisi Mario Sconcerti’ye canlı yayında “Mancini senin sofra arkadaşın
ben değilim. Benimle doğru konuş” diyen Inter’de kale arkası Curva Nord
dışında tribünler takıma yeterli desteği vermediğinde “İtalyan tribünleri iyi
diyorsunuz da hiçbiri Atina’dakilerin eline su dökemez” diyen de Jose
Mourinho’dur…
Real
Madrid’de otoriteyi sağlamak için Raul ve Guti gibi iki yaşayan efsanenin biletini
kesen ama gün geldiğinde onların kardeşleri Casillas ve Sergio Ramos’un
“Kılıçla gelen kılıçla” gider (*bkz: o meşhur dialoglar) hatırlatmasıyla
Madrid’de de valizlerini toplamak zorunda kalan bir benzeri ihaneti
Chelsea’daki ikinci döneminde de yaşayan Jose Mourinho için zevk vermeyen
futbol oynatan, kibirli, küstah ve
bilumum olumsuz sıfatlarla dolu bir kara portre yazmak kolaydır, yazılmış
binlercesi varken…
Lakin
usta müzisyenlerden oluşan bir orkestrayı emprovize müzik yaptıklarında
verebilecekleri bir gecelik keyfi, bir yıl yaşatabilmek için herkes işini iyi
yapsın diyerek orkestra şefliğini soyunan ve ne bir nota eksik ne bir nota
fazla isteyen Mourinho’nun nasıl bir şef olduğunu hayal etmek için gözlerinizi
kapatın şimdi…
Mourinho
orkestrasıyla birlikte süzülen, zarif bir bir şef hiçbir zaman olmadı.
Gözlerimi kapadığımda aklıma gelen Leon filminden iki sahnedir: Operasyonun
başındaki Stansfield’in (Garry Oldman) koridorda “Fırtınadan önceki bu sessizliği
seviyorum. Bana Beethoven’ı hatırlatıyor. Duyuyor musunuz? Hani kafanızı çime
koyduğunuzda, çimlerin büyüdüğünü duyarsınız ya, işte onun gibi. Beethoven’ı
sever misiniz?” dedikten sonra Leon’un komşusunun evine dalıp kendi
maçını başlattığı an… Ve… İşler yolunda gitmediğinde “Bana herkesi getirin”
diye bağırdığında “Herkes derken ne demek istedin” diye korkuyla soran
yardımcısına “Herkesss” diyerek haykıran Stansfield’ı…
*
Mourinho: Maçtan sonra röportajlarda beni batırmışsınız.
Ramos: Hayır “Mister”, Siz sadece gazetelerin yazdığı kadarını okudunuz. Bizim söylediklerimizin hepsini değil..
Mourinho: Doğrudur, siz İspanyollar, Dünya Kupası kazandınız ve gazeteci arkadaşlarınız sizi kolluyor. Kaleci gibi!!!..
Casillas: (Bu muhabbetten 30-40 metre uzakta diğer kalecilerle çalışıyor). Mister, burada her şey adamın yüzüne söylenir!
Mourinho: Sergio (Ramos), Puyol’un golünde neredeydin?
Ramos: Pique’yi marke ediyordum.
Mourinho: Puyol’u marke etmen gerekiyordu.
Ramos: Evet ama Pique çok boş kalıyordu biz de markajı değiştirmeye karar verdik.
Mourinho: Ne oluyor? Şimdi de teknik direktör mü oldunuz?
Ramos: Hayır ama sahada şartlara göre olur bu değişiklikler. Bazen bunu yapmak lazım. Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü bilmezsiniz….
Ramos: Hayır “Mister”, Siz sadece gazetelerin yazdığı kadarını okudunuz. Bizim söylediklerimizin hepsini değil..
Mourinho: Doğrudur, siz İspanyollar, Dünya Kupası kazandınız ve gazeteci arkadaşlarınız sizi kolluyor. Kaleci gibi!!!..
Casillas: (Bu muhabbetten 30-40 metre uzakta diğer kalecilerle çalışıyor). Mister, burada her şey adamın yüzüne söylenir!
Mourinho: Sergio (Ramos), Puyol’un golünde neredeydin?
Ramos: Pique’yi marke ediyordum.
Mourinho: Puyol’u marke etmen gerekiyordu.
Ramos: Evet ama Pique çok boş kalıyordu biz de markajı değiştirmeye karar verdik.
Mourinho: Ne oluyor? Şimdi de teknik direktör mü oldunuz?
Ramos: Hayır ama sahada şartlara göre olur bu değişiklikler. Bazen bunu yapmak lazım. Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü bilmezsiniz….