13 Mayıs 2018

Çimlerin Büyüdüğünü Duyuyor Musun?


Bir kelime onun doğduğu memleketin tarihini anlatabilir aslında: Saudade. “Geçmişe özlem” diye çevirenler yanılırlar. Saudade, Portekizcenin dünyaya hediye ederken en çok kendine sakladığı yedi harftir. Yüzyıllar boyunca deniz aşırı toprakları fethe giden erkekleri özleyen, gidip de dönemeyenlerin ardından Portekizli kadınların yaktıkları ağıtları anlatan duygudur Saudade. Lizbon’da gecenin bir vakti sokaklara taşan Fado’lar hep bu duyguyu anlatır. O da bu toprakların adamı olarak Saudade’yi iyi bilir ama içinde saklar. İç ve dış dünyasında kurduğu ilk denge belki de budur.

Lizbon yakınlarında Setubal’da doğan Jose Mourinho, ataları gibi sömürgeleri yaptıkları topraklarda kan dökmedi ama İngiltere’de başlayan, İtalya ve İspanya’da devam eden ve bir gün tekrar Portekiz’e dönecek derken yine Ada’nın yağmurunda ıslanan bir adam çıkardı karşımıza. “Ülkemi özlemiyorum, Lizbon’u özlemiyorum. Portekiz Milli Takımı’nı değil ama belki bugüne kadar hiçbir şey kazanmamış bir milli takımı çalıştırabilirim” derken de ruhunun yokuş aşağı koşan o çok insanı zayıflıklarını dengelemesini bilen biri o…

Hasret çekmeyen bir adamın günün birinde futbolu biz icat ettik diye gerinen bir ülkenin topraklarına ayak bastığında medyanın karşısına geçip “Kusura bakmayın, basit ve kolay bir hayat isteseydim Portekiz’de kalırdım. Porto’da en tepede, dizlerim dibinde Şampiyonlar Ligi Kupası. Tanrı, o kulüpte Tanrı’dan sonra ben. Büyük futbolcuları olan bir takıma geldim. Küstah görünüyor olabilir, buradayım çünkü küstah olduğum kadar özel bir teknik adamım da” demesi de su terazisinin bir parçasıydı.

Selefi Ranieri ona şans dilemek yerine “Portekiz gibi bir ligden Premier Lig’e geliyor. İşi zor” demiş o da dakika bir cevabı yapıştırmıştı: “UEFA Kupası’nı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken yendiğim takımlara baksın. Hepsi Portekiz takımı değildi. Aranızda Ranieri’nin telefonu olan varsa, arasın söylesin.”
Kibirli İngilizlerin ilk tanışma partisinde verdiği cevaplar aslında “Altta kalanın canı çıksın” dünyasında “Mütavazı olma inanırlar”ın bir tezahürüydü. “Küçük” ülke Portekiz’den gelen bu genç adam nasıl olur da Sir Alex Ferguson’un, Arsene Wenger’in domine ettiği bir ligde, 50 yıldır şampiyon olamamış bir takımı üç yıl içinde şampiyon yapacağını iddia edebilirdi! Bu iddiasını üç değil, daha ilk senesinde gerçekleştiren “Özel biri”nin iletişim gücünün sahada yaptıklarından çok daha fazla özel olduğunu anlamak için filmi geriye sarmak gerekiyor.


Babasının kaleci ve antrenör, kendisinin yetenekli olmadığından futbolcu olamadığını ve öğretmen annesinin de ısrarıyla spor akademisine gittiğini bilmeyen yok. Baba Felix sayesinde futbol dünyasının içinde kaldığı, insan tanıdığı doğrudur ama “hikayesi” 29 yaşında başlar. Bobby Robson, Sporting Lizbon ile anlaştığında tercümanın aynı zamanda bir futbol antrenörü olmasını şart koşar. O sıradan antrenör ama iyi tercüman Jose Mourinho’dur. Sporting’de çok uzun kalmazlar ama talih bu ya Porto, İngiliz teknik adamı anında kapar, Jose de yanında 10 yıl sonra çok şeyi kazanacağı kulübün kapısından içeri girer. Mütercim tercüman olarak kalsa bugün belki de akademisyen olarak Lizbon barlarında yeni kondisyon tekniklerini tartışan biri olmaktan öteye gidemeyecekti. Robson ile rolleri iyi paylaşır. İngiliz hoca sonuç odaklıdır, antreman bilimini iyi bilen Jose, defansif organizasyon için kafa patlatır.



Barcelona Başkanı Nunez, dört sezon arka arkaya şampiyonluk kazandıran, kulübün 30 yıllık geleceğini de o günden La Masia’yı kurarak garanti altına alan Cruyff ile yollarını ayırdığında Robson’ın kapısını çalar. “Harbi” Ronaldo’nun, Luis Figo’nun olduğu Barcelona… Sporting gibi Barça’da da bir sezon kalabilen Robson ile yollarını ayırdığında takımın başına gelen Louis Van Gaal’in yanında yardımcı olarak kalan Jose Mourinho, “Koca kafalı” Hollandalı’dan çok şey öğrenir. Karşısındaki adam genç Ajax’ıyla iki Şampiyonlar Ligi finali oynamış birini kazanmış birini kaybetmiş, disiplinli olduğu kadar da zor adamdır. Önce Katalan medyası, ardından başkan Nunez sonra taraftar Van Gaal’dan nefret ederken farkında olmadıkları aslında nefret objesinin Mourinho olduğudur.
Portekizli, Hollandalı teknik adamın sözlerini basın toplantılarda eğer büker, sansürler, yeri gelir yumuşatır yeri gelir sertleştirir, Barça’nın “fair play”ini aşan bir sertlik şehirde herkesi rahatsız eder.

Hoş, yıllar sonra ustası Van Gaal ile kapışacak olan Mourinho, taktik kadar genç Guardiola, Xavi’lerin olduğu Camp Nou’daki soyunma odasında insan yönetmeyi öğrenir. Bir zaman sonra takımdaki Hollandalı futbolcular ve Figo dışında dostları kalmaz ikilinin. Kıyamet transfer hamlesiyle Figo, Real Madrid’in yolunu tutarken, Van Gaal de valizi toplar, yerine gelen kulübün eski futbolcusu Serra Ferrer, Jose ile çalışmak istemez. O günü iyi not etmek lazım çünkü istenmeyen Mourinho bir zaman sonra Drogba golü attığında çimlerin üzerinde kayarak Barça’dan intikamını alır. Ertesi gün Katalan spor gazetesi “El Mundo Deportivo “En az Figo’dan nefret ettiğimiz kadar senden de nefret ediyoruz” manşeti atar. Doğruya doğru, flu değil net adamdır Jose Mourinho…

Porto ile UEFA Kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde kazandığı iki sezonda ortaya koyduğu dizilişlerden önce gelenin takım olma meselesidir. Mourinho’nun takımlarında futbolcuları onun fedaisidir, aslanlar gibi çarpışırlar, deli gibi koşarlar, tekmeye kafa uzatıp kalelerini savunurlar, Andres Villas-Boas rakip analizi yapar, üniversiteden arkadaşı Rui Faria kondisyonu verir, Jose de medyanın karşısına geçip işler kötü gittiğinde iki polemikle takımına paratoner olur.

Monaco ile Şampiyonlar Ligi finalini oynamadan bir sonraki sezon için Chelsea ile anlaştığını öğrenen Porto taraftarının ailesini ölümle tehdit ettiği bilgisi kendisine ulaştığında, kazandığı kupanın törenine katılmayan Mourinho için Londra günlerinde yapılması gereken Ivan Drago’nun topraklarından gelen kulüp patronu Roman Abramoviç’e yenilmeyen ve ağlamayan bir “Ivan Drago” Chelsea inşa etmektir. Mourinho girdiği her soyunma odasında ahengi yakalamak için hep aynı hamleyi yapar. Chelsea’de Ranieri’nin “Serie A” etiketli adamları Crespo, Veron ve Mutu’nun kellesini alır.

Premier Lig’deki ilk döneminde neler yaptığı bir tık uzağınızda. Mourinho’nun Ada’daki 3. Sezonunda karşılaştığı ihanet onun sonrasındaki kariyerini de belirler aslında. Malouda, Cole ve Lampard dışında seveni kalmadığında, Shevchenko ve diğerleri Abramovich’in kellesini almasını istediği günlerde kulüp tarihine geçecek bir cümle kurar: “Beni en çok evinizde maç kaybettiğinizde özleyeceksiniz.” Stamforf Bridge’de maç kaybetmeden giden Jose’nin kapısını ilk çalanın Barcelona olması da ne büyük (!) tesadüftür.

Yıpranan Rijkaard’ın yerine hoca arayan Katalanlar, Lizbon’a ayağına kadar gider ve “Seni istiyoruz ama medya ve Real Madrid ile kavga etmeyecek, Barça’nın etik değerlerine sadık kalacaksın” şartını koşarlar. Aldıkları cevabın en kısa hali “Ben değişmem”dir. O günlerde Camp Nou’da asılan “Frank Si, Mou No” pankartını da görür ve unutmadığını anlatmak için önce yaşaması gereken bir İtalya macerası vardır.

Inter gibi kaybedenler kulübünün başına “Özel biri”nin gelmesi İtalyan medyasının düşen tirajlarını toparlamak için biçilmez kaftandır. “Milan’ın üç televizyon kanalı, Juventus’un gazetesi (Tuttosport) bizim ise sadece kulüp kanalımız var” diyerek hızlı bir giriş yapar ve ortalık yangın yerine döner. Mourinho kaosun, anarşinin adamıdır, dün Wenger’e bugün Conte’ye yaptığını İtalya yıllarında da yapar, rakiplerin teknik adamları çileden çıkarır, çok kazanmanın kibriyle kupası olmayanı “Sıfır Kupa” diye aşağılarken, İnter ile üçte üç yapmanın keyfini de sürer.

Ülkenin en ünlü spor gazetecisi Mario Sconcerti’ye canlı yayında “Mancini senin sofra arkadaşın ben değilim. Benimle doğru konuş” diyen Inter’de kale arkası Curva Nord dışında tribünler takıma yeterli desteği vermediğinde “İtalyan tribünleri iyi diyorsunuz da hiçbiri Atina’dakilerin eline su dökemez” diyen de Jose Mourinho’dur…

Real Madrid’de otoriteyi sağlamak için Raul ve Guti gibi iki yaşayan efsanenin biletini kesen ama gün geldiğinde onların kardeşleri Casillas ve Sergio Ramos’un “Kılıçla gelen kılıçla” gider (*bkz: o meşhur dialoglar) hatırlatmasıyla Madrid’de de valizlerini toplamak zorunda kalan bir benzeri ihaneti Chelsea’daki ikinci döneminde de yaşayan Jose Mourinho için zevk vermeyen futbol oynatan,  kibirli, küstah ve bilumum olumsuz sıfatlarla dolu bir kara portre yazmak kolaydır, yazılmış binlercesi varken…

Lakin usta müzisyenlerden oluşan bir orkestrayı emprovize müzik yaptıklarında verebilecekleri bir gecelik keyfi, bir yıl yaşatabilmek için herkes işini iyi yapsın diyerek orkestra şefliğini soyunan ve ne bir nota eksik ne bir nota fazla isteyen Mourinho’nun nasıl bir şef olduğunu hayal etmek için gözlerinizi kapatın şimdi…
Mourinho orkestrasıyla birlikte süzülen, zarif bir bir şef hiçbir zaman olmadı. Gözlerimi kapadığımda aklıma gelen Leon filminden iki sahnedir: Operasyonun başındaki Stansfield’in (Garry Oldman) koridorda “Fırtınadan önceki bu sessizliği seviyorum. Bana Beethoven’ı hatırlatıyor. Duyuyor musunuz? Hani kafanızı çime koyduğunuzda, çimlerin büyüdüğünü duyarsınız ya, işte onun gibi. Beethoven’ı sever misiniz?” dedikten sonra Leon’un komşusunun evine dalıp kendi maçını başlattığı an… Ve… İşler yolunda gitmediğinde “Bana herkesi getirin” diye bağırdığında “Herkes derken ne demek istedin” diye korkuyla soran yardımcısına “Herkesss” diyerek haykıran Stansfield’ı…


*
Mourinho: Maçtan sonra röportajlarda beni batırmışsınız.
Ramos: Hayır “Mister”, Siz sadece gazetelerin yazdığı kadarını okudunuz. Bizim söylediklerimizin hepsini değil..
Mourinho: Doğrudur, siz İspanyollar, Dünya Kupası kazandınız ve gazeteci arkadaşlarınız sizi kolluyor. Kaleci gibi!!!..
Casillas: (Bu muhabbetten 30-40 metre uzakta diğer kalecilerle çalışıyor). Mister, burada her şey adamın yüzüne söylenir!
Mourinho: Sergio (Ramos), Puyol’un golünde neredeydin?
Ramos: Pique’yi marke ediyordum.
Mourinho: Puyol’u marke etmen gerekiyordu.
Ramos: Evet ama Pique çok boş kalıyordu biz de markajı değiştirmeye karar verdik.
Mourinho: Ne oluyor? Şimdi de teknik direktör mü oldunuz?
Ramos: Hayır ama sahada şartlara göre olur bu değişiklikler. Bazen bunu yapmak lazım. Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü bilmezsiniz….

Gonçalo Guedes



Bir yıldız adayını tarif etmek için efsane bir futbolcunun ismini alıp, başına “yeni”yi koyduğunuzda hikayenin sonu genellikle hüsran oluyor. “Yeni Pele” Robinho, “Yeni Maradona” Aimar gibi.. Gonçalo Guedes’in de işi zor. Ona “Yeni Cristiano Ronaldo” diyorlar. Haksız da değiller aslında. Adam geçerken, asist yaparken ve son vuruşlarda Guedes daha 20 yaşında geleceğin süperstarlarından birisi olacağını kanıtladı.  Birçok futbolcunun hikayesinde olduğu gibi Guedes’in çocukluğunda fedakar bir baba var. Benavante’de, doğduğu şehirde yeteneği keşfedildiğinde babasının arkadaşları onu büyük kulübe götürmesi için baskı yapıyorlar. Baba endişeli, Guedes daha 10 yaşında. Kendisinden 2-3 yaş büyük çocuklarla maça çıkıyor ve kadife ayaklarıyla sahada dolanırken çoğu sefer bir omuz darbesiyle yerde kalıyor.

 Ronaldo’nun yetiştiği Sporting Lizbon yerine Benfica’ya seçiyor baba Guedes. “Yılda 60 bin kilometre yaptım, kaç araba değiştirdim hatırlamıyorum, oğlumu getirdim götürdüm” diye anlatıyor o günleri. Benfica alt yapısında yine kendinden büyük yaş kategorilerinde oynatıyorlar Guedes’i.  UEFA Youth League’de Paris Saint Germain’e nefis bir voleyle gol attığı Fransızlar onu bir kenara not ediyorlar. Önce Portekiz Kupası maçlarıyla pişiriyor onu Benfica, o günlerde görev yapan Jorge Jesus, Guedes’i şöyle anlatıyor: “Bu çocuk yaşıtlarından hep öndeydi. Çok erken olgunlaştı. Bir futbolcunun değerini sadace top ayağındayken anlamazsınız. Guedes’in oyun görüşü ve saha içindeki psikolojisi mühimdi. Bunlar yeteneğiyle birleştiğinde ortaya bir yıldız adayı çıktı.”
Sağ ayaklı Guedes sol kanatı sevse de teknik adamlar onu forvet arkasında oynatmayı seviyor. Onu sahneye çıkaran gol ise bugün forma giydiği La Liga’nın en iyi kalecisi Oblak’a şimdi tarih olan Vicente Calderon’da attığı gol. Benfica formasıyla Atletico Madrid ağlarını havalandırdığında 18 yaş 305 gün ile Şampiyonlar Ligi’nde gol atan en genç Portekizli olan Guedes, ülkenin bütün yetenekli topçularını kendisine bağlamakta çok da zorlanmayan menajer Jorge Mendes ile çalışıyor.

Paris Saint Germain geçen yıl ara transferde Guedes için Benfica’ya 30 milyon Euro bonservis bedeli ödediğinde “Paris’in yeni prensi” diye manşet atan Portekiz spor gazetesi A Bola, İspanyol teknik adam Emery’nin çok daha fazla şans tanımadığı yarım sezon sonrasında Guedes’in kariyerini yanlış yönlendirdiğini yazmıştı. Angel Di Maria ve Draxler’lı kadroya Mpabbe ve Neymar da gelince A Bola’nın bu tezine kim itiraz edebilirdi ki? Paris Saint Germain’in onu bırakın satmayı kiralamaya bile niyeti yoktu ama transferin son günlerinde gelir-gider balansı yüzünden UEFA ile başının derde gireceğini düşünen PSG, son günü onu satın alma opsiyonunun olmadığı kontratla bir yıllığına Valencia’ya kiraladı. Fransız kulübünün patronu Nasser Al-Khelaifi ve Valencia’nin patronu Peter Lim’in yakın dostlukları ortaya bir kazan-kazan projesi doğurdu. 20 yaşındaki Guedes, Valencia’da pişecek, PSG de 2021’e kadar kontratı olan genç oyuncuyu önümüzdeki sezonlarda 11’ine monte edecekti.

Son yıllarda Avrupa’da en kötü yönetilen kulüp hangisi derseniz, bu sezon başına kadar Valencia derdim. Sekiz yıldır inşaatı duran, beton yığını yeni stadyumu, garip transferler, sürekli teknik adam değişimleriyle eski günlerinin kenarından bile geçmeyen Valencia’ya bir kahraman gerekliydi. Gonçalo Guedes, Superman gibi indi Mestalla’nın çimlerine… 2-3 yıldır maçlara boyunlarında atkı, protesto için ceplerinde beyaz mendille giden Valencia taraftarı Guedes ile hayata döndü. Valencia, La Liga tarihinde en uzun galibiyet serisini onun önderliğinde yakalarken, Portekizli genç İspanya’da sezonun devrimi olarak manşetlere taşındı… Valencia, Real Betis’i deplasmanda 6-3 ile perişan ettiğinde jeneriklik golüyle siftah yapan ardından Mestalla’da Sevilla’ya yine jeneriklik iki gol atan Guedes’in San Sebastian’da Real Sociedad ağlarını havalandıran Zaza’ya sağ ayağının dışıyla yaptığı asistin güzelliğini anlatmak için ise maalesef kelimeler kifayetsiz… (Socrates / Ocak 2018) 

Nerede O Eski Jübileler



“Derbilerde tribünler yarı yarıya ne güzeldi” demeyeceğim, evet güzeldi ama geçti, bitti. Modern stadyumlarda localar varken, stad kapasitesinin yüzde 80’nin sezon başında kombine olarak satıldığı günlere yarı yarıya tribünler kalmaz elbette. Stadyum dışında satılan köfteler de yok artık, var olanlar da kusura bakmasın o eski köfteleri yapamıyorlar artık. Özlediklerim var ama. Sezon açılışları mesela, tesislerde değil de stadyumda yapılan, taraftarın ücretsiz girdiği, tribünleri doldurduğu, yeni transferlerin tanıtıldığı, kurban kesildikten sonra önce toplu koşu ardından sezonun ilk çift kalesi. Yeni transferlerin kumaşını görebilmek, “Bundan olur/olmaz” diyebilmenin ilk günü. Bir de jübileler. Bir takıma mal olmuş, yıllarını vermiş, kaptan olmuş olmamış futbolcuların kramponlarını asmaya karar verdikleri sezonun sonunda yapılan veda maçları. 

Şifo Mehmet’in jübilesinden beri esaslı bir veda akşamına şahit olamadık futbolumuzda. Eski zaman futbolcuları bugünün rakamlarının yanında daha makul yıllık ücretler alırlar; hele de bir de parayı tutmamışlarsa jübilesinin geliri emekli ikramiyesi yerine geçerdi. Sezonda 60 maçı geçen takvimde, Avrupa Kupaları’nın ön elemeleri Haziran ayının sonunda başlarken elbette ki TSYD Turnuvası yapmak hayal ama bir sosyal sorumluluk projesi adına 3 takımı bir akşamda bir araya getirip 3X45 dakika yaptırmak bile aklımıza gelmiyor…
İtalya, jübile geleneğinin sürdüğü bir ülke. Eski ve locasız stadyumları, değişmeyen tribün kültürü ve aidiyet duygusuyla, nostalji bayrağını taşıyorlar gibi eski kıtada, uzaklarda Güney Amerika’da, Arjantin’de de durum farklı değil. Inter, Milan ve Juventus formalarıyla sahada döktüren ve “Maestro” ünvanını sonuna kadar hak eden Andrea Pirlo, kariyerine ABD’de New York City’de son vermişti. Uzun ve özenli hazırlıkların ardından Pirlo’nun jübile programı açıklandı. İtalyan maestronun kariyeri boyunca beraber ya da karşılıklı forma giydiği onlarca efsane 21 Mayıs akşamı Milano’da San Siro’da buluşacak. Bilet fiyatları maç biletlerinin 50 Euro’da başladığı ülkede 12 ile 40 Euro arasında değişiyor. O akşam, 80 bin futbolsever son dönemin en önemli yıldızlarından birine teşekkür etmek tribünleri dolduracak, milyonlar da ekran başında efsane isimlerle hasret gidecek. Taktik yok, skor kimin umurunda… Kaybettiğimiz değil unuttuğumuz jübile geleneği geri gelir inşallah…


Kaleciler: Christian Abbiati, Gianluigi Buffon, Nelson Dida, Marco Storari.
Defans: Daniele Adani, Andrea Barzagli, Daniele Bonera, Leonardo Bonucci, Marcos Cafu, Fabio Cannavaro, Giorgio Chiellini, Billy Costacurta, Giuseppe Favalli, Ciro Ferrara, Fabio Grosso, Marek Jankulovski, Kahka Kaladze, Stephan Lichtsteiner, Paolo Maldini, Marco Materazzi, Alessandro Nesta, Massimo Oddo, Serginho, Dario Simic ve Gianluca Zambrotta.
Orta Saha: Demetrio Albertini, Massimo Ambrosini, Roberto Baronio, Cristian Brocchi, Mauro German Camoranesi, Daniele De Rossi, Alessandro Diamanti, Aimo Diana, Gennaro Gattuso, Frank Lampard, Leonardo, Claudio Marchisio, Simone Pepe, Simone Perrotta, Manuel Rui Costa, Clarence Seedorf, Marco Verratti.
Forvet: Marco Borriello, Antonio Cassano, Hernan Crespo, Alessandro Del Piero, Alberto Gilardino, Vincenzo Iaquinta, Filippo Inzaghi, Alessandro Matri, Alexandre Pato, Fabio Quagliarella, Ronaldinho, Ronaldo, Andriy Shevchenko, Luca Toni, Francesco Totti, Nicola Ventola ve Christian Vieri
Teknik direktörler: Massimiliano Allegri, Carlo Ancelotti, Antonio Conte, Roberto Donadoni, Mauro Tassotti