Bu blogda 25 ayda 3.346 post. Tek klavyeden çıktı. Geçen salı akşamı yemekteydik. Bloga yazmasını rica ettim kendisinden. Barcelona altyapısı üzerine bir yazı bekliyordum. Biraz önce; öğlen sadece başlığını bildiğim bu yazıyı geçti. Kalemine sağlık diyorum. İyi ki varsın Okay Karacan...***
12 Eylül sonrası bir Anadolu kasabası’nda lise öğrencisi olmak kaderimde vardı ve bunu yaşadım. 10 yaşından beri her gün gazete okuma alışkanlığı edinmiş ben, taşra baskısı nedir ve neden kasabaya geç geliri öğrenmiş, okuduğun gazeteye göre fişlenmeye şahit olmuştum.. Sağcı mısın solcu musun sorusuyla ilk kez karşılaşıp, tuttuğum takımın ismini vererek uzaklaşmayı öğrenmiştim kendi kendime...
Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu hesabı...
Tadı hala damağımda olan o taşra baskısı gazetelerin spor sayfaları, 70 yaşlarında ihtiyar bir Fenerbahçe’li amcanın genzimi yakan anısı beynimde yeniden canlanırken kendimi klavyenin önünde buldum.
Bugün vizyondaki "Vali" filmine ilham veren Recep Yazıcıoğlu’nun şehirde efsaneye dönüştüğü bir dönemdi.
Gazetelerin kasabaya ulaşması öğle saatlerini, nereden bakarsanız 12.00’yi bulurdu.
Okulun öğle arası zilinin bu saatte çaldığı düşünülürse aslında pek de fena sayılmazdı bu gecikme...
Kapıdan ilk çıkanlar arasında yeralıp, cezaevinin ortaladığı yokuşu tepip; köşedeki gazete bayiine ulaşmak benim için işten bile değildi... Hele günlerden Pazartesi ise...
Tüm köylülerin aktığı, haftalık ihtiyaçların karşılandığı Pazartesi kalabalık olurdu kasaba...
Birgün önce oynanan birinci lig maçlarının haber ve kritiklerinin yeraldığı Pazartesi nüshasının taşra baskısı da olsa, tadına doyum olmazdı o zamanlar..
Çevreye karşı dengeyi sağlamak adına dönemin güçlü spor sayfalarıyla bilinen sağ tandanslı gazetesiyle; yine güçlü sporu ile öne çıkan solcu gazetesini aldığım gibi hükümet meydanına çıkan cadde üzerindeki pideciye koşardım.
Birbuçuk kıymalı ile çay tercih ederdim. Nefes almadan okuduğum başlıklar, satır satır ezberlediğim kritikler ile geçen tam bir saat...
Karnımı doyurmuş, merakımı gidermiş huzur içinde çıkarken pideciden; Kaymakam bey ile karşılaşırdım..
Kendisi gider alırdı gazetesini genellikle...
Koltuğunun altında sıkıştırdığı gazete Hürriyet olurdu kaymakam beyin...
Yolunun üzerindeki kahvelerde onun sağcı veya solcu olduğu konsunda tahminler ve öngörüler uçuşurdu havalarda...
Oysa ben hayran olduğum bu adama hep hangi takımı tuttuğunu sormak isterdim.
Sonra hükümet meydanına yürür son yarım saatimi orada geçirirdim..
Birkez daha b akar ezberlerdim gazeteleri..
Bir gün elinde bastonu, şaşılacak derecede yeni kıyafetleri, boyalı ayakkabılarıyla ve müthiş düzgün Türkçesiyle bir adam yanaşıp yanıma “Fener'den ne haber evlat?” deyiverdi. Haftalık alışveriş için kasabayı doldurmuş yüzlerce insandan farklı bir adamdı.
Çocukluk işte; soğuk davranır, kısa kısa cevaplar verirdim sorularına..
Gazete satın alabilecek parası varmış gibi gözükse de, muhatabı ile aslında futbol konuşmak isteyen bir başka adam taşıyordu belli ki içinde..
Epey zaman Pazartesi günleri karşılaştık kendisiyle, hep Fener’i sorardı.Fener’i konuşurdu.
Kendisine genellikle çok yanaşmamaya, fazla tartışmaya girmemeye özen gösterdim.
Merak duymadan soru sormadan çekingen bir velet olarak durdum hep karşısında..
Bir keresinde “Fener Tokat’a gelse ve biz de izlesek ne iyi olur yiğenim" demişti.
Şaka gibi..
Kupadaki eşleşmenin haberini aldığımda şehir dışındaydım.
Hemen aklıma 25 yıl öncesi gelmişti
Adını ve yaşını nereden gelip nereye gittiğini sormadığım o amca
Sonra unutmuşum işte; dünya hali...

Pazar sabahı Aragones’i elinde baston ile gazetelerde görünce dayanamadım.
İki satır karalamak geldi içimdem..
Dün Fener Tokat’a geldi maçını oynadı gitti..
1984 yılında 70’li yaşlarındaydı o amca..
Maçı izleyecek kadar şanslı olmadığını biliyorum.
Umarım ruhuna haber gitmiştir.
Bay Aragones’e o bastonu eline aldığı için teşekkür ederim.
Yeniden futbol yazısı okumak için gazeteye saldırdığım günleri...
O taşra baskısını beklerken geçen zamanın uzunluğunu, basit bir Anadolu kasabasındaki Fenerli amcayı hatırlattığı için çok teşekkürler...