17 Ocak 2021
Cam Adamlar Derneği
10 Ocak 2021
2021 Spor Takvimi
Dört yıl boyunca çalışan Olimpiyat vizesi almak için ter döken sporcular 2020’deki erteleme kararını aldıklarında bir yıl sonranın bilinmezliğiyle karantina günlerinde çalışmaya devam ettiler. Tokyo, 23 Temmuz ve 8 Ağustos tarihleri arasında Olimpiyatlar’a ev sahipliği yapacak. Paralimpik Oyunlar ise 24 Ağustos ve 5 Eylül tarihleri arasında Tokyo’da…
Teniste 4
Grand Slam’in ilki olan Avustralya Açık, 8-21 Şubat tarihleri arasında. Geçen
yıl ertelenip sonbaharda oynayan Roland Garros ise 23 Mayıs- 6 Haziran
arasında… 2020’de ıssız kalan Wimbledon kortları 28 Haziran-11 Temmuz tarihleri
arasında dolacak. Son büyün turnuva olan ABD Açık ise 30 Ağustos-12 Eylül
arasında.
2020’de
Formula 1’e ev sahipliği yaptık ama 2021 takviminde yokuz. Yılın ilk yarışı 21
Mart’ta Avustralya’da. Bize en yakın yarış ise 6 Haziran’da Bakü’de. Formula 1
sezonu 5 Aralık’taki Abu Dhabi’deki Grand Prix ile son bulacak. Motorseverler
için ajandaya not edilmesi gereken ilk tarih, 28 Mart’ta Katar’daki Grand Prix.
Takvimin son yarışı 14 Kasım’da Valencia’da.
Basketbolda
elbette beklenen, Köln’de Euroleague final 4’ü. 28 ve 30 Mayıs, Euroleague F4
için ajandaya yazılması gereken tarihler. NBA’de 72 maça düşürülen normal
sezonda maçlar başlarken, play-off takvimi 22 Mayıs’ta açılacak ve 6 Temmuz’a
sona erecek. NBA final serisi ise 8-22 Temmuz arasında.
Her yıl en çok izlenen spor organizasyonlarından biri olan Super Bowl, 7 Şubat’ta Florida’da. Bisiklet tutkunları için en önemli tarih 26 Haziran. Tour de France, 18 Temmuz’a kadar sürecek. Yaz aylarında bizden iki tarihi ve mühim organizasyonu da not düşeyim. Gazi Koşusu 27 Haziran’da koşulacak ve Kırkpınar Yağlı Güreşleri 2-4 Temmuz tarihleri arasında. En kısa zamanda bir daha hiç boş kalmasın dediğim tıklım tıklım tribünleri görmek dileğiyle, İyi pazarlar…
3 Ocak 2021
Diego Costa Diye Çıktığım Yolda
Altı yıl
önce İspanya’da nefeslerin tutulduğu Mayıs ayı. Barcelona ve Real Madrid’in
şampiyonluk yarışına Atletico Madrid’in de katıldığı sezon. Üç takım Nisan
ayına Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline de birlikte geliyorlar. Çeyrek finalde
Atletico Madrid’in rakibi Barcelona olunca yarı finalde 3 İspanyol ihtimali
ortadan kalkıyor. Final Lizbon’da ve ev sahibi Portekiz’in final için seçtiği
elçi Luis Figo.. Herkes Barça’nın Real Madrid ile oynayacağı finalde “Hain”
Figo’nun vereceği fotoğrafları hayal ediyor ama gerçekler başka.. Bir dönem
Barça’nın belalası olan Atletico’nun Simeone döneminde şansı dönmüş,
Katalanlara karşı maç kazanamıyorlar ligde. Sonra Fenerbahçe’ye gelecek olan
Diego’nun golüyle beraberlikle Camp Nou’dan çıkan Atletico Madrid rövanşta
Koke’nin golüyle kazanıp kendini yarı finale atıyor. Takımda bir başka Diego
var ki o sezon fırtına gibi esiyor. Brezilyalı ama İspanyol milli takımını
tercih etmiş ve adını Diego Maradona’dan alan Diego Costa, anlayacağınız hikaye
karışık…
Galatasaray’ın
Juventus’u karlı bir İstanbul öğleden sonrasında eski bir Real Madrid’li
Sneijder ile yıkıp gruptan çıktığı sezon. Real Madrid de aynı grubun lider
olarak yürüdüğü yolda önce Manchester United ardından Bayern Münih gibi iki
devi yıkıp Lizbon biletini alıyor ama ezeli rakibinin işi zor. Yarı final ilk
maçında şimdi yıkılmış olan Vicente Calderon Stadı’nda Chelsea ile golsüz
berabere kalıyorlar. Herkes Londra’da Chelsea fişi çeker derken Diego Costa,
Adrian ve Ardan Turan üçlüsü İngilizleri Stamford Bridge’in çimlerine seriyor,
Chelsea’nin tek golü ise Atletico Madrid’in evladı Fernando Torres’ten…
O Mayıs ayında La Liga’da çok şey oluyor. Barça’nın bitime 3 maça kala beraberliğine sevinen Atletico Madrid 24 saat sonra Levante deplasmanında kaybediyor. Son hafta fikstür de yapacağını yapmış, Barcelona-Atletico Madrid maçı var. 37. Haftada Barça bir daha intihar ediyor, berabere kalıyor, Elche deplasmanında kazansalar son hafta Atletico maçında bir puan şampiyon olmalarına yetecek. Atletico rahat durur mu onlar da sahalarında Malaga ile berabere kalınca ligin son haftası Şampiyonlar Ligi finalinden bir hafta önce İspanya Ligi finaline sahne oluyor. Camp Nou’da 98 bin kişi Barça’nın galibiyetiyle gelecek şampiyonluğu kutlamaya hazır. 18 yıldır şampiyon olamayan, Real Madrid’in Şampiyonlar Ligi şampiyonu, Galatasaray’ın UEFAKupası’nı kazandığı yıl küme düşüp iki yıl sonra geri dönen Atletico Madrid 16. Dakikada sakatlanan santrforu Diego Costa’ya yanarken 7 dakika sonra Arda Turan’ı da kaybediyor. Yetmiyor 11 dakika sonra Barça öne geçiyor. 17 Mayıs 2004 öğleden sonrasında Diego Godin 49’da kafayı vurdu ve Atletico Madrid şampiyon oldu.
Üç gün sonra Madrid-Lizbon trenindeydim. Arda’nın finale yetişmesi çok zor ve deli santrforları Diego Costa yollara düşmüş Belgrad’da at plasentası ile tedavi olup 6 gün sonraki maça yetişmek için koşturuyor.. Gece treninde Atletico Madrid’in oynadığı son Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin kadrolarına bakıyorum. 40 yıl geçmiş üzerinden… 1973 yılının sonbaharında Galatasaray ile Madrid’de golsüz biten maçla çıktıkları yolda İstanbul’daki maçı uzatmada kazanıyorlar İstanbul’da. Galatasaray kalesinde Yasin Özdenak, santrforu Gökmen Özdenak, hocası Brian Birch. İspanyollarda 35 yıl sonra Fenerbahçe’yi çalıştıracak Luis Aragones kadroda.. Salcedo atıyor 100. dakikada golü. Finale geldiklerinde karşılarında kalede Sepp Maier, defansta Breitner, Beckenbauer, forvette Hoenes, Gerd Müller’li Bayern Münih’i buluyorlar karşılarında. O yıllarda uzatmaların sonunda penaltı atışları yok. Final berabere biterse tekrarlanıyor. Öyle de oluyor. Final, o günden 11 yıl sonra Juventus-Liverpool finalinde bir faciaya sahne olacak Brüksel’deki Heysel Stadyumu’nda. 1-1 bitiyor, Atletico’nun golünü Luis Aragones atıyor. İki gün sonra, yani Atletico’nun Barça’dan şampiyonluğu kopardığı 17 Mayıs 2014’den tam 40 yıl önce Bayern Münih, yorgun İspanyolları sahadan siliyor.
Lizbon’dayım ve şehir İspanyol istilasında. Arda finale yetişmiyor, Diego Costa ise oynamak için Simeone’ye baskı yapıyor. Arjantinli teknik adamın sezonun gol yükünü çeken deliyle uğraşacak hali yok, yazıyor onu 11’e… Yolları Türkiye’den geçecek olan Jose Sosa ve Diego, Atletico Madrid kulübesinde. Yıllar sonra Atletico forması giyecek olan Morata ve Beşiktaş’a gelecek olan Pepe de Real Madrid kulübesinde. Diego Costa’nın Şampiyonlar Ligi finali sadece 9 dakika sürüyor, sakatlanıp kenara geldiğinde hocası Simeone oynattığı için bir pişman… Bir hafta önce Barça’yı yıkan Godin yine vuruyor kafayı ilk yarıda. Luz Stadı’nda kırmızı beyaz Atletico tribünleri yıkılıyor. Hakem 90+ dakikaları gösterdiğinde Atletico tribünleri 40 yıl sonra gelecek olan kupayı kutlarken Sergio Ramos çıkıp vuruyor kafayı, uzatmaya gidiyor final. Atletico bu kez tutunamıyor uzatmalarda, Diego Costa’nın erken oyundan çıkışıyla bir değişiklik hakkını boşa harcayan Simeone’nin takımının koşmayı bırakın yürüyecek hali yok, dağılıyorlar, 3 gol birden yiyorlar 10 dakikada..
6 yıl sonra bugün… Diego Costa, Atletico Madrid’den ayrılmak istediğini söyleyip kulübü ikna ediyor. Adı, o gün finali tribünde izlemek zorunda kalan eski takım arkadaşı Arda’nın kaptanı olduğu Galatasaray ile anılıyor. Atletico kalesindeki Courtois artık Real Madrid kalecisi. O finalden Simeone birlikte kalan tek isim Koke.. İkili, ligde ilk kez Barça’yı bu sezon mağlup ediyorlar. İstanbul’da 46 yıl önce 100. dakikada golü atan İgnacio Salcedo ise 73 yaşında ve Madrid’de yaşıyor…
27 Aralık 2020
Bir Şehir Bir Adam Bir Ömür
Ne ile
ölçüyoruz biz başarıyı futbolda? Kazanılan kupalar, atılan goller, şurada
sadece 15 yıldır tutuluyor asist yapanların isimleri.. Öncesinde kendi kendine
gol mü atıyormuş santrforlar.. Kaç top kurtarmış kaleci, kaç atağı kesmiş orta
saha oyuncusu, kaç ortayı auta atmış kanat oyuncusu, kaç kafa topunu almış
stoper… İşte tam da bu yüzden golcüler üzerinden yazılır çokça futbol tarihi.
Oynadığı maç sayısı attığı gol… Buna bakıp anlarsın ne kadar büyük futbolcu
olduğunu, söz konusu bir kaleci bir stoper ise anlatacak bir baba bir ağabey
lazım… Ya kenardaki teknik adamlar? Kaç kupa kazandıkları yazıyor
özgeçmişlerinde… Ya kazanamadıkları, ikinci oldukları, üçüncü oldukları…
Kendinden başka kim hatırlar ki o maçı kazansa, o top direkten dönmese bir kupa
daha kazanacağını… En çok kupa kazananlar büyük hocalardır da ya peki çok kupa
kazanılmasının önünü açanlar, o kupaları kazandıran futbolcuları yetiştirenler,
keşfedenler… Bir ömrü futbola adayanlar…
Hayat boyu en çok öğreten insanların hayranı oldum ben.. Karşısında tut ki bir bedeli yazsa da paha biçilemez bir eylemin öznelerini yazdım hatırama.. Okulda bir öğretmen, işte bir usta, hayatta yol gösteren bir bilge.. En çok da öğretirken bildiğiyle kalmayan, durmayan, kendini yenileyen, her gün yeni bir şey öğrenen ve bildiğini kendine saklamayan, paylaşan bunun yorgunluğuyla kafasını yastığına koyanları sevdim… Işıktır onlar, önümüzü, geleceğimizi aydınlatırlar…
Trabzonspor
ışığını kaybetti. Efsane, duayen, usta, bilge, tüm bu kelimelerin içinin
boşaldığı, birilerine çok kolay yakıştırıldığı bu dünyadan, hepsini ve hatta
çok daha fazlasını hak eden bir adam geçti… Özkan Sümer önce yalın
ayak, sonra kramponlarıyla ve makosenleriyle, önce terli atleti, sonra forması
ve kravatı, ceketi, pardesüsü, gözlükleri, içi renk renk kalemlerle aldığı
notlarla dolu çantasıyla bir topun peşinden koştu 80 yıl…
Doğduğu
şehrin futbol takımında forma giymiş çok insan var, sonra o takımın teknik
direktörü olan da.. Tüm bunların üstüne o kulübe başkan seçilenler de. Yaş aldıkça bir üst kattaki odaya geçmek,
daha geniş bir makam odasına sahip olmak var da, kaç başkan var ki bu dünyada,
odasından yine kendini toprak sahaların kenarındaki bir sandalyeye atıp 12
yaşındaki çocukların maçını seyreden… Yeni bir yetenek bulmak için belki de o
çok sıkıcı 90 dakikaları büyük sabırla izleyen, uçağa atlayıp dünyanın öbür
ucunda takımına ucuz ama yetenekli yabancı futbolcu arayan, bulduğunda kıran
kırana pazarlığını yapıp tutup kolundan getiren…
Özkan Sümer, Trabzonspor’a kazandırdığı kupalarla bir şehrin kaderini değiştiren adamlardan çok daha fazlası… O, Dünya Kupası’nda milli takımı üçüncü yapan Şenol Güneş’i ağabeyi, o bazuka gibi frikiklerin sahibi Hami’nin, çalımlarıyla baş döndüren Gökdeniz’in, “ne güzel golcüydün sen” Fatih Tekke’nin ve onu çok sevip çok kızdıran Lemi’nin, Özkan Babası… O, San Siro’da Milan’a hat-trick yapan Yusuf Yazıcı’nın, Trabzonspor’un üç direk arasını koruyan Uğurcan Çakır’ın dedesi... Özkan Sümer, Karadeniz’de ekmeğini futboldan kazanmış, aile kurmuş, geleceğini kurtarmış onlarca eski futbolcunun, teknik adamın hakkını ödeyemeyecekleri futbol bilgesi..
80 yıl önce
Trabzon’da başlayan bir hayat yine Trabzon’da bitti. İlk ve son nefes arasında
gidilen onca yol, yaşanan onca sevinç, üzüntü, hayal kırıklığı, kupalar,
ödüller, diplomalar var… Mühim olan o soğuk istatistik tablolarında ismin
yanında yazan attığın gol, kazandığın kupa sayısı değil… Kaç kişinin hayatına
dokunabildin? Kaç kişinin yoluna ışık oldun? Sana “Ağabey, usta, baba, dede,
üstad” diyen kaç insan biriktirebildin hayatında?
80 yıllık ömrünü bir meşin yuvarlağın bir şehre, bir ülkeye vereceği mutluluk için tüketen bir insanın kaybının onu çok sevenlere verdiği hüznün, onun geride bıraktığı onurlu ve dolu dolu yaşanmış hayatın verdiği gurura kaybetmesi dileğiyle… Sağ ol Özkan Ağabey, Baba, Amca, Dede…. Sağ olun Özkan Bey…
20 Aralık 2020
Kıştı Adana'da Yağmur Yağıyordu
Yedi yıl sonra futbol sahnesine döndüğünde Real Madrid’de rakipleri analiz etmesini isteyen Jose Mourinho idi. Avrupa futbolunun bir numaralı menajeri vatandaşı Jorge Mendes ile zaten hep dirsek temasındaydı. 2013 yazında hayalindeki teklif geldi. Monaco kulübünü satın alan Rus işadamı Dmitry Rybolovlev’in bir futbol aklına ihtiyacı vardı ve evet o adam Luis Campos’tu. Önce Falcao, James Rodriguez ve Moutinho gibi büyük transferlerle başladılar ama Luis Campos’un projesi bu değildi. O, ucuz ve genç isimleri bulup sahnedeye çıkardıktan sonra rekor fiyata satan adam olmak istiyordu. Oldu da… Lemar, Bernardo Silva ve Bakayoko’dan büyük paralar kazandı Monaco ve en önemlisi alt yapıdaki bir çocuğun ailesini yeni kontrat için ikna etti. Çocuk oynamıyordu ve gitmek istiyordu. Mbappe yeni kontrata imza atmasa, Campos kulüpten ayrıldıktan sonra Monaco onu nasıl 180 milyon Euro’ya PSG’ye satabilirdi ki…
Fransa’da son 10 yılda PSG’nin şampiyonluk serisinin arasına girebilen tek takım onun yaptığı transferlerle şampiyon olan Monaco oldu ama Luis Campos, artık Lille’i satın alan işadamı Gerard Lopez için çalışıyordu…
Pepe ve
Osimhen’i tek rakamlı milyonlara alıp, 80 ve 70 milyona satan, Zeki’yi sadece 2
milyona Lille’e getiren, Lazio ile girdiği transfer düellosundan galip çıkan ve
Yusuf Yazıcı’ya Fransa kapılarını açan, Burak Yılmaz’ı 35 yaşında Avrupa
futboluyla tanıştıran da elbette Luis Campos oldu…
Campos şimdi Lille'de yolun sonuna geldi... Lille’i elden çıkartmak isteyen patron Gerard Lopez pazarlık masasında... Kulübü attıkları gollerle sırtlayan Zeki-Yusuf ve Burak her gün Fransız medyasının manşetlerinde... Zeki’nin bir zamanlar forma giydiği Karacabey ile hafta ortasında kupada karşılaşan Fenerbahçe dün akşam Gaziantep ile karşılaştı… Gaziantep’te kim forma giyiyor? Zeki’ye yağmurlu bir kış günü Adana’da tercümanlık yapan Kubilay Aktaş… Hayat işte…
13 Aralık 2020
Önce Ölmek Var mıydı Paolo?
Sokakta futbol oynuyorduk, asker ağabeyler geldi, çocuklar
evinize gidin, sokağa çıkma yasağı var” dedikleri günden 12 gün sonra İzmir Atatürk Stadyumu’nda
İzlanda’nın bizim milli takımı 3-1 mağlup ettiğini tek golümüzü de penaltıdan
Fatih Terim’in attığını bana arşivler hatırlattı. Dünya Kupası’nın ne olduğunu
biliyorduk ama biz hiç gitmemiştik ya da gittiysek de babalarımız bile hatırlamıyordu.
1982 Dünya Kupası, İspanya’da yapılacaktı. Sovyetler
Birliği, Çekoslavakya, Galler, İzlanda ile aynı gruptaydık ve 8 maçı da
kaybettik ve "top ağlarımızda" diyen spiker ağabeyler bunu 22 kez dediler, bir
gol atabildik, o gol de Fatih Terim’in penaltısı…
Polonya’nın Kamerun’u 5-1 yendiği maç dışında grupta bütün
maçlar berabere bitti. İtalyanlar üç beraberlik alırken sadece iki gol atmış ve
3 beraberliğini bir gol atıp alan Kamerun’u averajla sollayıp adını bir üst
tura yazdırmıştı. İtalyan medyası Totonero bahis skandalı sonrasında milli
takımlarından umudu kesmişti. Muhteşem Brezilya, genç Maradona’nın olduğu
Arjantin, Fransız ve Almanlar varken nasıl kupayı kazanabilirlerdi ki?
1934 ve 1966’dan sonra ilk kez Dünya Kupası yarı finalinde
dört Avrupa ülkesi vardı. İtalya’nın rakibi ilk grubu önünde bitiren Polonya,
Batı Almanya’nın karşısında ise Fransa… 8 Temmuz günü öğleden sonra hayat durdu
İtalya’da.. İki kez sallandı ülke, Paolo, Polonya filelerini havalandırmış,
İtalyanlar delirmişti. Medyanın ne işi var bu formsuz haliyle Dünya Kupası’nda
dediği Paolo’ya inanan hocası Bearzot takımıyla Madrid’deki finale gidiyordu..
6 Aralık 2020
Medyada Yeni Haller
Tribünde Hoyratlığın Yakın Tarihi
Sosyal medyanın özellikle de
Twitter’ın yaygınlaşmasıyla birlikte yeni bir futbolsever ve taraftar tarifi
çıktı karşımıza. İster öğrenci olsun ister bir meslek sahibi, karşısındaki
kişiyi futbol bilmemekle suçlayan, kendi fikrinden başkasına tahammülü olmayan
ve yaktıkça, yaraladıkça, kısaca linç ettikçe mutlu olan bir taraftar kitlesi…
Geçmişte tuttuğunuz takım maç
kaybettiğinde kazanan taraftarı ne dediği okul, iş arkadaşları, akrabalarla
sınırlıydı. Derbi kaybeden pazartesi okula gitmez, kazanan işe formayla gider,
en fazla telefonlara çıkılmaz, en fanatik olanı ise evinin perdelerini,
panjurlarını kapatır kendini 2-3 gün karantinaya alırdı. İnsanlar birbirlerini
takılır, dalgasını geçer sonunda illa ki bir gazoz bir demli çay içerdi..
Senin tuttuğun takımdan nefret
edenlerin ne düşündüğünü, ne söylediğini bilmez, dolayısıyla sen de karşı bir
nefrete sahip olmazdın. Futbol dünyası kendi başarılarını başkalarının
başarısızlıklarının üzerinden anlatan “şampiyon”larla dolu değildi… Facebook,
Twitter, Instagram derken karşı tarafın ne düşündüğünü öğrendikçe kendi kendini
bileyen bıçak gibi dolaşmazdı insanlar sokakta…
Muhabirlik çok mühim
meslekti, haber atlatmak, ertesi gün çıkacak gazetedeki imzalı haberine
hayranlıkla bakmak, özenle manşet atmak paha biçilmezdi. Gazeteci haberini
yorumunu gazetesinde, televizyon ekranında yapar, önce sosyal medyaya yazmazdı.
Kurumun başarısı, ekip çalışması, servis ruhu, sosyal medyadaki takipçi sayısı,
beğeniden önce gelirdi.
“Yazdıklarım çalıştığım
kurumu bağlamaz” uyarısı sosyal medyayla peydah oldu. Bir gazetecinin imza
attığı haberi, yaptığı yorum çalıştığı kurumu bağlamıyorsa, o kurumun neden ona
maaş ödemeye devam ettiğini de kimse sorgulamadı…
Taraftar her başarısızlıkta
kurban arıyordu ve kesimhane Twitter’dı. Bir futbolcunun sosyal medya hesabının
altına hakaretleri saydırmak kaybedilen maçın diyeti oldu. Nice teknik adamlar,
ne güzelim futbolcular o linçe kurban gittiler. Onlar kaybedince, kendini iyi
hisseden bir taraftar kitlesi doğdu…
Tribünlere oynamak eylemi
futbolculara aitti. Onlarla sınırla kalmadı. Kulüp başkanları, yöneticiler,
sahada formanın hakkını vermeyen ama sosyal medyada taraftarın kalbine
oynayanlar, takipçi peşinde koşan bir gün kendi medyasını kuracağına inanan ama
kendisi medyanın harbi bir parçası olamayanlar…
Çeyrek asır önce sosyal medya
olsaydı nice yıldızlar 30’una gelmeden futbolu bırakırdı. Zaten hepsi
“kazma”ydı denir, dipsiz çukura atılırdı. Zamanın önünde elbette ki kimse
duramaz. Internetin nimetleri de sosyal medyanın çok sesliğini de gazeteciler
ve futbolseverler için bereketli topraklar. Ekmesini de hasatı etmesini de
bilenlerin elbette ki karnı doyuyor..
Lakin gazetecilik ciddi bir
iş, bir takımı tutkuyla sevmek de yürek meselesidir. Bir twitter hesabı açınca
kimse muhabir olmuyor, yüz futbolcunun ismini yazınca en fazla transfer
duyumcusu olunuyor. Onun da ömrü en fazla iki ay… Bir yazı yazınca köşe yazarı
olunmadığı gibi dörtlü defansı üçlü defanstan ayırabilen de futbol analizcisi
olmuyor. Herkes yaşadığı şehrin takımı tutmak zorunda değil dolayısıyla
stadyuma da gitmesi mecburi değil ama hayatında sabahın köründe kalkmadan,
kuyrukta beklemeden, çıplak gözle atılan yenilen bir golü görmeden, kazanınca
şampiyon kaybedince dünyanın sonu gelmiş gibi eve dönmeden de taraftar
olunmuyor…
Kazanınca İnstagram
hikayelerinde ver coşkuyu, kaybedince Twitter’da iki cümleyle yık dünyayı.. Ne
yarının kalsın, ne geleceğin, yansın bu takım, batsın bu arma..
Kısa cümlelerle anlatmak
zorundasın bugünün gençlerine kendini, bir maç 90 dakika olabilir ama onların
sadece 3 dakikalık özete vakitleri var. Gazeteciliğin etik değerlerini hiçe
sayıp, yarım asırlık kurumlarda tutunamayanlar için gazeteciymiş gibi oyun
oynayacakları park alanları da var sosyal medyada… Yolun sonunda su akar yolunu
bulur ama meşin yuvarlak da patladı, kalemler de, klavyeler de… Sosyal medya
fenomenleri derseniz, fenomen eskiden pozitif bir kelimeydi ama pozitif de 2020
dünyasında artık yeni negatif…
29 Kasım 2020
Adın Şiir Gibiydi Sen Bir Roman
Sahada rakiplerine attığı çalım kadar hayata da çalım atmışlığı olan bu adamın 60 yaşında kalbini durduran her ne ise, yıllar önce Bilbao Kasabı Andoni Goikoetxea’nın ona attığı acımasız tekmeye benziyor... Maradona, hepimizin hayatının dört yapraklı yoncasıydı… Bir futbol topuyla kimse daha çok mutlu olmamıştır bu dünyada ve hiç kimse milyonlarca çocuğu bir gün Maradona olacağım hayaliyle yatağında bir futbol topuna sarılıp hayal kurdurtmamıştır… Her şeyi vardı onun, bir ömür aradığı huzurdu… Buldu...
22 Kasım 2020
Her Yerde Maç Var...
Hollanda’da 2004 yazı… Yeni sezonun hazırlık kampında sahada futbolculuk günlerinden kopamayan, meşin yuvarlağa sevdalı bir teknik direktör var. Takımı kadar idman yapıyor her gün, frikik atıyor, kalecileri uzaktan avlamaya devam ediyor ve çift kale maçlarda kendini de oyuna atıyor. Röportaj için karşıma oturduğumda ilk sorum elbette “3 yıl önce futbolu bıraktığına pişman mısın, en azından bir yıl daha oynamayaz mıydın?” oluyor. Hagi bir duraklıyor ve o hiç unutmadığım yanıtı veriyor: “Haftada bir maçı oynardım ama hafta içinde 4-5 gün idman yapacak kafam kalmamıştı. O idmanların yarısından kaçsam içim rahat etmezdi.”
36 yaşında
futbolu bırakan Hagi, kariyeri boyunca oynadığı kulüp ve milli takım
formalarıyla her sezon maksimum maça çıkan yıldızlarda biri oldu. İyi, en iyi
olmanın bedeli buydu. Dinlenemezdin, rotasyon da o günler futbol dünyasına uzak
bir terimdi. İdman, maç, idman, yolculuk, maç, idman… Her gün belirli bir
saatte tam da zamanında olma gerekliliği, kazanma baskısı, kaybettiğinde çöken
psikoloji…
Madrid’de 2006
ilkbaharı…
Futbolseverler Almanya’daki Dünya Kupası için gün sayarken, Real Madrid,
Zidane’nın futbolu bırakacağı açıklaması sonrasında Fransız yıldıza vedaya
hazırlanıyordu. Santiago Bernabeu’daki Villarreal maçında 80 bin taraftar
tribündeydi ve maçı çeken kameralar haricinde belgesel projesi için ayrı bir
ekip de Zidane’nın peşindeydi. O akşam o ekip sadece Zidane’ı çekti saha
içinde.. Fransız efsane 34 yaşındaydı ve Dünya Kupası’ndan sonra kramponlarını
çıkartacağını söylemişti. “Neden?” diye sorduklarında cevabı kısa ve netti:
“Bir yılda 60 maçı artık vücudum kaldırmıyor.” Berlin’de finalde Materazzi’ye
kafayı attı ve gitti Zidane…
Mbappe haklı, her hafta neredeyse 2-3 futbolcunun uzun sürecek sakatlıklar yaşadığı bu sonbaharda en çok da o idmanlara çıkan, her maç 10 km.nin altında koşarlarsa eleştirilen oyuncular haklı. Toni Kroos’un dediği gibi futbolcular birlik olabilse Avrupa Uluslar Ligi için bu sonbaharda üç ara verilmez, milli takımlar 8-9 maça çıkmazdı… FIFA ve UEFA uzun yıllardır oyunun aktörlerinin insan olduğunu unuttu. Daha çok maç diyen global sponsorların derdi elbette ki her maçta bir formanın göğsünde, bir panoda televizyon ekranında görünmek.. Evet dünyanın en popüler oyunu futbol, evet pandemi döneminde milyarlarca insan Belarus Ligi’nde iki dakikasına katlanamayacağı bir maçı yeri geldi 90 dakika izledi ama ya sonra?...
İtalyanlar,
10 lig maçının altısını Pazar günü yerel saatle 15:00’te oynatırlar. Yıllar
önce taraftar olmayı tarif eden, futbol tutkusunu anlatan güzel bir reklamın
sloganı vardı: “Biz her Pazar aşık oluruz.” Bir hafta beklerdin sevdiğini ve
her gördüğünde o iki rengi sahada, bir kez daha aşık olurdun.. Oyun çok
zamandır böyle değil, teknoloji sayesinde dünya da.. Z kuşağı artık sadece kendi
ülkesinden bir takıma aşık değil, her ülkeden sevilecek, takip edilecek,
transferlerini, taktiklerini tartıştıkları
bir takımları var. Artık haftanın yedi günü futbol var. Hafta sonları
ekran başına oturduğunda kesintisiz gece 01:00’e kadar izleyeceğiniz onlarca
maç var ekranda.. İnsan en sevdiği yemeği bile yedi gün arka arkaya yemez..
“İzlemezsin, olur biter” diyebilirsiniz ama ya oynayanlar, kenardaki teknik
adamlar, bir takım için emek harcayanlar…
***
“Çok maç
var” tartışması 2020’de ortaya çıkmadı elbette. Hagi, Zidane, Mbappe ve Toni
Kroos dışında da isyan eden çok futbolcu var geçmişte... FIFA ve UEFA, 200
ülkede binlerce sinema salonunda vizyona giren büyük bütçeli bir Hollywood
filmi sanıyor futbolu… Oysa ki futbol, o film gibi banttan değil… Bir tiyatro
oyunu bir konser gibi performans sanatı ve elbette bunların hiçbiri futboldaki
gibi bir haftada 3 maç oynayıp neredeyse bir maraton mesafesi koşmanızı
gerektirmiyor… “Her yerde maç var” kulağa hoş gelebilir ama çok sevmek için
bıkmak arasındaki görünmez çizgi çoktan aşıldı bile… Üstelik tüm bu maç
sağanağı, virüs yüzünden kırılganlaşan, pozitif çıkan testlerinin ardından
karantinaya girip idman yapamayan, çok değil 7 ay önce iki ay boyunca evlerinde
oturmak zorunda kalan futbolcuların üzerine yağıyor… Sırılsıklam oldular ve bu
acı gerçek, yağmur yağdığında kahveyi alıp pencere kenarına oturup dışarı
izlemenin tatlı tarafıyla karşı karşıya geldiğinde sadece bedenler değil
akıllar da sakatlanıyor…
15 Kasım 2020
Toto Wolff
Toto
babasının beyin kanseri olduğunu öğrendiğinde 8 yaşındaydı. Anestezi uzmanı
olan annesi eşini kaybettiğinde orta sınıf ailenin iki çocuğunun eğitim hayatı
tehlikeye girmişti. Toto yıllar sonra kendisini zirveye taşıyan prensipler
neyse bunu çocukluğunda öğrendi. Bu dünyada en güçlüler değil yeni şartlarını
en çabuk kabullenen ve uyum sağlayanlar ayakta kalırlar. İster şehrin kanunu
değil ister ormanın. 40 yıl sonra dediği gibi en çok şeyi en zor zamanlarında
öğrendi Toto. Anneleri zor olanı tercih etti, çocuklarının iyi eğitim alması
için özel okula yolladı onları, fatura ilk günden kabarıktı. Hayata veda etmiş
Romanya kökenli bir babanın ve Polonya asıllı bir annenin Viyana’da özel
Fransız Lisesi’ne giden çocukları. Toto 12 yaşındaydı ve bir gün onun okul
idaresinden çağırdılar. Okul taksitlerinin uzun zamandır ödenmediğinden dolayı
müdür, eşyalarını toplayıp evine gitmesini söyledi. Bu yaşananlar hayat bilgisi
kitaplarında geçmez ama yaşanır işte. O yaşta bir çocuğun parası yok diye
dolabını boşaltıp okuldan kovulmasını elbette bir yere yazmıştır Toto…
Gidilecek bir başka okul, okunacak başka kitaplar, öğrenilecek başka diller vardı elbette hayatta. Ehliyetini aldığında annesinden onu yarış pilotluğu kursuna göndermesini istedi. 9 Ocak doğumlu Toto’ya yılbaşı-doğum günü hediyesi kursun hiç de az olmayan faturasıydı. Oysa ki Toto o yaşına kadar otomobillere ilgi duymamış tek bir yarışı izlemeye bile gitmemişti. Arkadaşlarıyla dağıtmak için gittiği kısa Amsterdam tatili dönüşünde yakın arkadaşı Philipp Peter’in Formula 3’teki yarışını izledi Nürburing’de. Walter Lechner Yarış Okulu’ndan mezun olduğunda kendini modern bir gladyatör olarak hissediyor ve yarış pilotu olmayı hayal ediyordu. 20’li başların yaşında herkes kendini en iyi hisseder, Toto da öyle hissetti ama önce Seat ardından Ford ile katıldığı yarışlarda kendisinden küçük pilotların çok daha iyi olduğunu kabul etti. Alex Wurz ve Nick Heidfeld yükseliyordu ve Toto, 22 yaşında sponsorlarını kaybetti…
Gençlik
yıllarında ilk kazandığı parayı unutmadı. Viyana’da ırkçılığa karşı bir
protesto yürüyüşü yapılacağını öğrendiğinde gidip yüzlerce mum satın aldı.
Akşam saatlerinde büyüyen kalabalık, Toto’nun cebini doldurmuştu. Finans mezunu
bir gencin demir çelik fabrikasında satış pazarlama bölümünde çalışması
normaldi ama hayata mum satarak başlayan Toto, internetin emeklediği yıllarda
bütün parasını sanal dünyadaki projelere yatırdı. İlk internet şirketini
kurduğunda 26 yaşındaydı, onu büyütüp ikincisini kurduğunda ise 32..
Formula 1, 9 yıl aradan sonra İstanbul’a döndü. Bugün Intercity İstanbul Park da mum satan çocuk da Toto da olacak. “Başından beri tribünde izleyici olmaktansa işin yönetici kısmında olmayı hayal ettim” dediği Formula 1’de son 6 sezonda markalar şampiyonluğunu kimselere bırakmayan ve kimilerine göre rekabeti bitiren Mercedes AMG Petronas’ın yarış direktörü, CEO’su ve yüzde 30 ortağı olduğunu elbette ki yarış severler biliyor. Ülkesi Avusturya’dan çıkmış bugün hayatta olmayan ve Mercedes takımının bugünlere gelmesinde büyük payı olan efsane pilot Niki Lauda’nın Toto’nun ilk eşinin akrabası olduğu detayı ise sıkı Formula 1 takipçilerinin dağarcığındadır ancak..
58 tur, 5.338 km uzunluğundaki pist, efsane sekizinci viraj, 309 km’lik yarış… Torger Christian Wolff ya da kısaca Toto Wolff 48 yaşında, eşi eski bir yarış pilotu Susie Wolff. İkisi ilk evliliğinden üç çocuk sahibi bir baba… Kazancı 500 milyon Euro’yu aşmak üzere. Birkaç yüz Euro okul taksiti ödenmediği için Fransızca öğrenmesine engel olunan çocuk büyüdü… İngilizce, İtalyanca, Lehçe ve evet Fransızca biliyor…