12 Temmuz 2020

Bana Balık Tutmayı Öğret



Türk futbolundaki yabancı futbolcu sayısı tartışmaları ve kararlarını bir tarafa 
bırakıp, yetiştiren, yönetenler penceresinden bakalım. Önce bir İtalya’ya gidelim. 14 yıl önce bir Temmuz akşamında Berlin’de Dünya Kupası’nı kazanan İtalyanlar, “12 yıl geleneği”ni sürdürmüşlerdi. Gök Mavililer 12 yılda bir Dünya Kupası finali oynar, bir kazanır, bir kaybederlerdi. Büyü de seri de 12 yıl sonra 2018’de bozuldu. “Futbol ülkesi” İtalya, Rusya’daki Dünya Kupası’nda yoktu. Mourinho önderliğinde bugünlerde Portekizli teknik adam sayısı Avrupa’da artarken futbol tarihinin değişmez bir gerçeği var, İtalyanlar, Almanlarla birlikte kıtanın teknik adam fabrikasıdır. Lippi’den Ancelotti’ye, Sarri’den Conte’ye, Cannavaro’dan Gattuso’ya uzanan bir gelenek. 2006’da Berlin’de şampiyon olan İtalya Milli Takımı’ndan 12 futbolcu kramponlarını astıktan sonra giydikleri takım elbiselerle artık yedek kulübesindeler. Çin’de Guangzhou ile şampiyon olan Fabio Cannavaro, bu sezon İtalya Kupası’nı Napoli’nin müzesine götüren Gattuso, Benevento’yu Serie A’ya taşıyan Pippo Inzaghi, aynı yarışı Frosinone ile veren Alessandro Nesta. Arjantin asıllı Camoranesi’den Zambrotta’ya, futbolu yeni bırakmasına rağmen ara vermeden yola koyulan Andrea Barzagli’ye, Massimo Oddo’dan Alberto Gilardino’ya ve Fabio Grosso’dan futbolu yeni bırakan Daniel de Rossi’ye… Aralarında gelecek sezon Juventus alt yapısında başlayacak olan “Maestro” Andrea Pirlo’nun da olduğu bugün 72 yaşındaki Marcello Lippi’nin 14 yıl önce La Gazzetta dello Sport’a bugün kült olmuş “Her şey Gerçek” manşetini attıran öğrencileri…
****
Peki bizde her şey ne kadar gerçek? 2006’dan 4 yıl öncesine dönelim ve saymaya başlamadan altını çizelim. Adı geçen isimler, İtalyanlardan çok daha önce futbolu bıraktılar ve yola erken çıktılar ya da çıkmaları gerekiyordu. 2002 Dünya Kupası’nda üçüncü olan Türk Milli Takımı’ndan bu sezon Süper Lig’de teknik direktör olan futbolcu sayısı sadece 2. Okan Buruk, Başakşehir ile hem şampiyonluğa koşuyor hem de Avrupa Ligi’nde yola devam ediyor. Bülent Korkmaz ise Konyaspor’da. Yakın geçmişte Tayfur Havutçu, Ümit Özat Süper Lig’de takım(lar) çalıştırdılar. Ümit Davala ve Hasan Şaş, Fatih Terim’in yardımcılığından bir basamak yukarıya çıkamadılar ya da çıkmak için gün sayıyorlar. Rüştü, Emre Aşık, Tugay, Hakan Ünsal ise bugünlerde kulübelere uzak duran isimler. 2002’de destan yazan kadrodan kaç futbolcu, hangi alt yapıda çalıştı, kaç gencin gelişimine tecrübeleriyle ışık tuttular? 18 yıl sonra Milli Takımı Euro 2020’ye götüren isim: Şenol Güneş.. Hangisi onun ve Fatih Terim’in olduğu zirveye –Okan Buruk hariç- tırmanmaya çalıştı? Onlar hep balık verdik, balık tutmayı öğretmeyenler kim?  Sorular da bunlar, sorunlar da…

Real Madrid'deki Değişim



Real Madrid’de Zidane neyi değiştirdi yıllar öncesinin sorusuydu. Ronaldo’lu kadro 4-3-3 oynuyor, ender olarak takım 4-4-2’ye dönüyor ve orta sahayı Modric-Kroos-Casemiro ile tutuyordu. Rafael Benitez böyle koltuğunu kaybetti, Zidane böyle 3 Şampiyonlar Ligi kazandı. Fransız teknik adamın asıl sınavı Ronaldo gittikten sonraydı. Bir Ronaldo daha bulamayacağına göre gereğinden fazla atan yerine daha az yiyen bir takım yaptı bu sezon. Bildik sözdür, forvetler yarışta tutar, defanslar şampiyon yapar. Gelin 2 sezon öncesine dönelim. Real Madrid 94 gol atıp kalesinde 44 gol görmüş ve şampiyon Barcelona’dan 17 puan fark yemişti. Geçen sezon Ronaldo, Juventus’a gidince Real Madrid, 63 golle yetindi ve kalesinde yine çok gol (46) gördü. Sezon sonunda fark bu kez 19’du. Şimdi bu sezona bakalım. Real Madrid, o 90 gollü sezonların yine uzağında. 35 hafta sonunda 64 gol attılar. İki sezondur 40+ gol yiyen takım bu sezon kalesinde sadece 21 gol gördü ve ligin bitimine 3 hafta kala 4 puan önde. Lige dönüş sonrasında 3 maçı tek golle kazandılar. Barça’yı da Mart ayının ilk gününde gol yemeden 2 atıp devirmişlerdi. Pandemi öncesinde Galatasaray’ı yarışta tutan az gol yiyen bir takım olmasıydı. Trabzonspor’u sezon boyunca yoran ve sonunda 4 puan farkın oluşmasını sağlayan ise kalesini 31 maçta kazanırken sadece 4 maçta gole katabilmesi… Gelecek sezon için Real Madrid-Zidane’dan çıkartılacak ders budur. Defansif futbol başka şey, takım savunması başka şey sonuçta… Atletico Madrid kaç yedi diye merak eden varsa, Real Madrid’den 5 fazla yediler ve aralarındaki puan farkı 17… Çünkü az yerken, kararında da atmak lazım. Atletico, 47 golde kaldı ve beraberlik sayısı 35 maçta 15…

HER HAFTA ŞAMPİYONLAR LİGİ OYNAMAK!
Hem liginde şampiyonluk kovalayıp hem de Avrupa’da başarılı olmak için geniş kadrolara ihtiyaç var ama gelecek sezon her takımın çok daha fazlasına ihtiyacı olacak. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi’nde sezon Ekim ayının 3. Haftasında başlayacak ve bir ezber bozulacak. 15 günde bir oynanan maçlar yeni sezonda üçer haftalık dilimlerde arka arkaya oynayacak. 20 Ekim-4 Kasım arasında 3 ve 24 Kasım-9 Aralık arasında 3 maç daha… Öncesi ve sonrasında lig maçlarını da düşünürsek bu iki tünelden çıkabilmek kolay değil. Biz dahil Avrupa Ligleri’nde birçok takımın özellikle Avrupa Ligi’nde bol rotasyonlu kadrolarla oynayacağı kesin. İdeal 11’inden 4-5 farklı oyuncuyla ligi götürebileceğini ve aslarını dinlendirebilecek takım sayısı 10’u geçmez Avrupa’da. Gelecek sezon hem liglerde hem de UEFA’nın iki kupasında büyük sürprizlere hazır olalım..


5 Temmuz 2020

Hakimi'yi Satmanın Dayanılmaz Hafifliği



Real Madrid-Barcelona rekabetinde kazanılan maçlar, müzeye konulan kupalar kadar iki kulübün alt yapısının verimliliği de mühimdir. Guardiola’dan Xavi’ye, Puyol’dan Iniesta ve Messi’ye kadar onca yıldızı yetiştiren Barça alt yapısı La Masia, Real Madrid alt yapısı “La Fabrica”dan daha mı başarılıdır diye sorulduğunda futbolseverlerin büyük bir çoğunluğu evet der. O zaman geride kalan haftada üzerinde çok soru olan bir transferin peşinden gidelim ve Achraf Hakimi’yi Inter’e satan Real Madrid alt yapısına bakalım..
Figo’dan Zidane’a, Ronaldo’dan Bale’ye uzanan 3 Los Galacticos dönemi Real Madrid’in transferin en hovarda takımı ünvanına sahip olduğunu gösterebilir ama bir de buzdağının altına bakalım.  Bu sezon Real Madrid A takımında alt yapıdan yetişen futbolcu sayısı 7. La Liga’da forma giyen 48 futbolcu da bu alt yapıdan La Fabrica’dan mezun oldu. İspanya’da alt liglerde Real Madrid’den yetişen futbolcu sayısı ise 55. İspanya dışında futbol kariyerini sürdüren Real Madrid çıkışlı futbolcu sayısı ise 55 ki bunlardan biri de Alanyaspor forması giyen Juanfran Moreno… Real Madrid’in ezeli rakibi Atletico Madrid’de 5 futbolcu eğitimlerini La Fabrica’da aldı. Barcelona kadrosunda ise Real alt yapısından oyuncu yok ama ligin kült takımlarından Valencia’nın kaptanı Parejo ve golcüsü de La Fabrica’dan çıktılar..

İspanya dışında oynayan ve Real alt yapısından çıkan 55 futbolcudan biri de Hakimi idi. Üstelik 22 yaşındaki Faslı oyuncunun bonservisi de Real Madrid’deydi. Pişmek için gönderildiği B. Dortmund’daki performansıyla adını dünyadaki tüm futbolseverlere ezberleten Hakimi’yi Real Madrid 40 milyon Euro karşılığında Inter’e sattı. Zidane delirmiş miydi? Real’in geleceğini mi satmışlardı, dünyanın en iyi sağ beklerinden birini en az 10 yıl oynatmak varken neden gönderdiler?
Sorunun yanıtı basit aslında. Zidane’nın dediği gibi futbolun bir saha içinde oynanan kısmı bir de ekonomisi var. Pandemi döneminde dünyanın en çok kazanan kulübü, doğal olarak en çok gelir kaybına uğrayan kulüplerinden biri oldu. Çoktan çok gider, Real Madrid’de yıllık ücretlerdeki indirime rağmen, sıcak paraya ihtiyaç var. Saha içindeki detay, Hakimi’nin üçlü defans oynayan takımların orta sahasının sağ kanadında uçtuğu… Real Madrid ise uzun yıllardır dörtlü defans oynuyor ve İspanyol milli takımının da sağ beki olan Carvajal, 30’larını geçmiş bir oyuncu değil. 28 yaşındaki Carvajal yıllardır Real Madrid 11’inin en zayıf halkası da kabul edilse de bölgesinde dünyanın en iyilerinden ve en önemli ayrıntı Real Madrid alt yapısından yetişme. Hakimi gibi o da pişmek üzere Almanya’ya gitmiş ve Leverkusen’de bir yıl oynadıktan sonra yuvaya dönmüştü. Uzun yıllardır yanında oynayan kaptan Sergio Ramos ile yakınlığını da bir satır alta yazarsanız Real Madrid’in neden Hakimi’den vazgeçtiğini daha rahat anlarız. Ya peki Carvajal sakatlanırsa, ki bu da yaşanmamış değil... Real Madrid iki yıl önce La Liga’nın en iyilerinen biri olan Real Sociedad’ın sağ beki Alvaro Odriozola için 35 milyon Euro ödemişti. 25 yaşındaki Odriozola da kiralık gittiği Bayern Münih’ten döndü ve Real Madrid kadrosunda sağ bekte oynayabilecek bir isim daha var: Nacho…


Ezcümle, yetiştiren kazanıyor. Real Madrid, Hakimi’yi kulübede oturtmak yerine satıp 40 milyonu kasasına koydu. Hakimi ona yıllarca emek veren kulübe 40 milyon katkı yapıp, kariyerinin önünü açtı ve Conte gibi üçlü defans tutkunu bir teknik adamla çalışacak. Hikayenin sonunda herkes mutlu. Real de, Inter de, Hakimi de, Carvajal de…


12 yılda 51 futbolcu 970 milyon Euro

Son 12 yılda sadece Ronaldo-Bale-Hazard üçlüsü için 300 milyon Euro bonservis ödeyen Real Madrid peki bu dönemde oyuncu satışından kaç parayı kasasına koydu. İspanyol devi, 12 yılda 51 futbolcu sattı ve 970 milyon Euro gelir elde etti. 2008’de Robinho’nun Manchester City’e 43 milyona satılmasıyla başlayan bu dönemin en akılda kalan isimlerini sıralayalım. Robben’den 25, Mesut Özil’den 47, Angel di Maria’dan 75, Morata’dan 80, Ronaldo’dan 100 ve Kovacic’den 45 milyon Euro bonservis geliri elde etti.

Fransızların Büyük Sirki



10 yıl önce kulakları tırmalayan vuvuzelanın sesi stadyumlarda yankılanır, Afrika kıtası tarihte ilk kez Dünya Kupası’na ev sahipliği yaparken  spor medyası tarihine geçen bir birinci sayfa ve manşet gelmişti Fransız L’Equipe Gazetesi’nden. 1998 Dünya Kupası’nı kazanan ardından Euro 2000’i müzelerine götüren Fransızlar, 2002 Dünya Kupası’ndan gol atamadan grup aşamasında elenip dönmüş, 2006’da Zidane, Materazzi’ye kafa atarken Berlin’de İtalyanlar Dünya Kupası’nı kaldırmıştı. 2010’a gelen kadro şampiyonluk için iddialı olmasa da, yeni bir jenerasyon olsa da ülkede kimse yaşanacakları tahmin edemezdi. Afrika’nın güney ucunda Uruguay ile golsüz biten maçın ardından rakip Meksika idi. Grupta zayıf halka ise ev sahibi Güney Afrika idi. Meksika maçında Fransızlar sahada yürüdüler, devre arasında soyunma odasında kıyamet koptu ama maçın içinde elbette kimse olanlardan haberdar değildi. Teknik direktör Domenech kötü oynayan Anelka yerine ikinci yarıya Gignac ile başlamaya karar verdi. Yolu Fenerbahçe’den de geçen Anelka büyük yetenekti ama aynı zamanda menajeri olan ağabeyinin yoğurduğu kariyeri çalkantılarla doluydu, sorunlu adamdı Anelka. O gün 15 dakikada ipler koptu, Anelka açtı ağzını yumdu gözünü, hocasına çok ağır küfürler etti ve 90 dakika bittiğinde tabelada Meksika 2 Fransa 0 yazıyordu. Domenech yaşananları federasyona raporladı ama asıl kıyamet L’Equipe’in manşetiyle geldi. Dünya Kupası’nda milli takımı takip etmek için kalabalık bir kadroyla Güney Afrika’ya gelen gazete, soyunma odasında yaşanan kavganın tüm detaylarını, Anelka’nın galiz küfürlerini birinci sayfadan manşet yaptı. O manşetin ardından Fransa Milli Takım kampından valizini alıp çıkan Anelka oldu, takımdan kovulmuştu. Ribery ile birlikte takım üzerinde ağırlıkları vardı ve sahaya çıkacak 11’e karışıyorlardı.

Anelka’nın kovulmasıyla da bitmedi skandal. L’Equipe’in manşeti kampı karıştırdı, olayları medyaya teknik ekibin sızdırdığına inanan futbolcular Dünya Kupası oynanırken greve gittiler ve ertesi gün idmana çıkmadılar. L’Equip’in ertesi gün manşeti acımasızdı: Büyük Sirk” İngiliz bahis şirketleri böyle günlerde garip bahisler açmayı severdi. Fransızların, gruptaki son maçta Güney Afrika karşısına çıkmayacaklarına dair bire 100 veren bir bahis açtılar. Parayı yatıran kaybetti çünkü dağılmış Fransa o gün sahadaydı, ev sahibi de son tokadı vurdu Fransızlara, 2-1 kazandılar.. 23 Haziran günü Paris’e giden uçaktaki futbolcular ülkede vatan haini ilan edilmişti, kaç maç ceza alacaklarını öğrenmek için çok da beklemediler..

YOLU TÜRKİYE’DEN GEÇENLER
2010 Dünya Kupası’nda Fransa Milli Takımı kadrosunda olan 6 futbolcunun yolu Türkiye’den geçti. Anelka, bu finaller öncesinde Fenerbahçe’de 2005-2006 sezonunda oynamıştı. Frank Ribery’nin Galatasaray kariyeri kısa sürmüş ve bugün bile gizemini koruyan transfer hikayesinin sonunda Marsilya’ya imza atmıştı. Marsilya taraftarının sevgilisi Valbuena da 26 yaşındaydı ve Güney Afrika kadrosundaydı. 2010’daki skandalın ardından adı bir de Benzema ile skandala karıştı, Cezayir asıllı santrforun milli takım kariyeri sona erdi. Fransızların o kadrosundan Türkiye’ye gelen 4. isim ise o tarihte 24 yaşında olan ve Arsenal forması giyen Gael Clichy idi. Clichy de Başakşehir’e Valbuena ile aynı yılda (2017)’de geldi.  5. isim Trabzonspor forması giyen Malouda...2010 skandalına karışan kadrodan Türkiye’ye yolu düşen son isim ise 2017-2018 sezonunda G.Saray’a ikinci kaleci olarak gelen Cedric Carrasso… Carrasso’nun adı aday kadrodaydı ama yolculuğa iki gün kala sakatlanınca yerine Stephane Ruffier’i aldılar ve hikayenin sonunda o otobüste olmayan Carrasso ceza almaktan kurtuldu…

27 Haziran 2020

San Siro'daki Motosiklet

Atalanta, İtalyan futbolunun son iki sezonda yükselen yıldızı. İyi futbol oynuyor, bütçesi düşük kadrolarıyla büyüklere kafa tutuyorlar hem İtalya hem de Avrupa'da. Atalanta koronavirüs günlerinin de flaş takımıydı, hatırlarsınız Valencia ile Milano'da oynadıkları Şampiyonlar Ligi maçında virüs sinsice İtalya'nın kuzeyinde gezerken dolu tribünler salgının yayılmasında etkili olmuştu. Atalanta'nın bir başka hikayesi ise futbol tarihinde tribünden atılan en garip yabancı maddenin oynadığı maçta yatıyor. 2001 yılında Bergamo'dan Milano'ya Inter deplasmanına giden Atalanta taraftarı San Siro yakınlarında karşılarında Inter'in kale arkası grubunu buluyor. Çıkan arbedede Atalanta taraftarının motoru sahipsiz kalıyor. Sonrası akıllar ziyan... Maçın başlamasına 15-20 dakika kala tribüne girişi hızlandırmak için kapıları açan görevlilerin ihmali ve rampayla çıkılan tribüne ele geçirilmiş motorla gelen Inter taraftarı. Motoru tribünden aşağıya saha kenarı ile tribün arasındaki boşluğa atıyorlar. Biri size gelip dün maçta tribünden motorsiklet attılar dese ne derdiniz?...

Davulcu Manolo'nun İflası

İspanya Milli Takımı'nın bir maçını bile izlediyseniz onu mutlaka görmüşsünüzdür tribünde çünkü her canlı yayın yönetmeninin favorisidir Davulcu Manolo. İspanya'nın en ünlü taraftarı. Ne Real Madrid'i tutar ne de Barcelona'yı. 1979 yılından beri milli takımın peşinden elinde davulu koşturuyor. Manuel Cacares Artesero, Valencia'da Mestella Stadı'nın karşısında içinde 40 yılın hatırlarını da biriktirdiği bir kafe işletiyordu. Valencia'ya giden bir futbolsever için o mekana gitmek, onunla bir hatıra fotoğrafı çektirmek şehir rehberlerinde bile önerilir olmuştu. Davulcu Manolo'yu ülkesinde seven de var sevmeyen de. Futbol Federasyonu bütçesinden deplasmanlara gittiği için onu profesyonel taraftar olarak kabul edenler onu hep eleştirdi. Milli Takım ve futbol aşkına yollar düşen ve bir deplasmandan döndüğünde eşinin kendisini terk ettiğini ve çocuklarını alıp gittiğini öğrenen Davulcu Manolo'yu hayata bağlayan Valencia'daki kafesiydi. Koronavirüs günleri o kafenin sonunu getirdi. Manolo iflas ettiğini ve dükkanını kapatmak zorunda olduğunu açıkladı... Oysa ki o Haziran-Temmuz aylarında Euro 2020'de milli takımın peşinden koşacaktı. 

Heysel'e Bir Bilet

Tribüne giden kapılarda turnikelerin bile olmadığı yıllar, biletlerin saman kağıdına basıldığı, görevlinin köşesindeki kulakçığı kopardığında kendini stadyumda bulduğun yıllar. Bu bilet 35 yıl öncesinden. Liverpool-Juventus Şampiyon Kulüpler Kupası finali. Heysel Stadı yazıyor üzerinde... Maçların ayakta izlenebildiği, UEFA'nın güvenlik kriterlerinin olmadığı günler... 300 Frank ödemiş bileti alan. Bu biletin sahibi o gün Heysel'de hayatını kaybeden 30'u İtalyan 39 taraftardan biri mi bu bilinmiyor. Biletin üzerinde bir de uyarı yazısı var. “Organizatör maç öncesinde ve esnasında hangi nedenle olursa olsun bir kazadan mesul değildir. Bileti alan organizatöre karşı hak iddia edemez” yazıyor. Maça gelen taraftarlar İngiliz ve İtalyan ama bilet üzerindeki uyarı Belçika'da oynandığından Fransızca ve Flemenkçe yazıyor. Okusalar da anlamayacaklar ama ne fark eder.. 35 yıl önce 29 Mayıs akşamı İngilizler, İtalyan tribününe saldırdığında kavgadan uzaklaşmak için sahaya inmeye çalışan ve tel örgülerin olduğu duvarın dibinde izdihamda hayatını kaybedenlerden biri de 11 yaşındaki Andrea Casula idi. Yaşasaydı bugün 46. doğum gününü kutlayacak, Juventus'un sayısız kupasının sevincine ortak olacaktı. O akşam o maç tribünlerde 39 kişi ölmüşken neden oynandı, bugün hala bilinmiyor. Boniek'e yapılan penaltı değildi. Platini attı, kupayı Jvuentus kazandı. İngiliz kulüpleri 5 yıl Avrupa Kupaları'na gidemedi. Juventus, 20 yıl sonra Anfield Road'a geldiğinde KOP tribünü “Dostluk” diye bir pankart açtı, elbette pişmandılar, özür diliyorlardı ama Juventuslular sırtını döndüler bu pankarta... Heysel Stadı'nın adı artık King Baudouin Stadı. 1985'deki faciadan 20 yıl sonra 40 milyon Euro harcayıp yenilediler stadı, 29 Mayıs 1985 akşamının izi kalmadı tribünlerde, peki ya hatıralarda...

Milano'dan Firar Eden Sol Bek

Sebastian Rambert'in Inter'e geldiği 1995 yazında başkan Moratti'nin asıl hedefi Manchester United'da 9 ay ceza alan Eric Cantona idi. Alex Ferguson'un 92 kuşağı takıma yerleşmiş ve Scholes orta sahada parlamaya başlamıştı. İngilizler, Paul Ince'in İnter'e gitmesine izin verdiler ama Moratti'nin Cantona hayali kısa sürdü. Aynı yaz kulübün kapısından giren Brezilyalı sol bek 22 yaşındaydı. Palmeiras ile iki sezon arka arkaya şampiyon olmuş ve Avrupa'ya transferinin sinyallerini vermişti. İngiliz teknik adam Roy Hudgson onu kanatta forvet olarak oynatmakta ısrar ederken o sol bek oynaması gerektiğini söylüyordu. Kazanan ne Inter ne de Roy Hudgson oldu. Rambert takımdan gönderilirken Brezilyalı sol bek de Real Madrid'in yolunu tuttu. Roberto Carlos 11 yıl sonra Fenerbahçe'ye gelecekti ama Santiago Bernabeu'da yazması gereken bir hikayesi vardı, yazdı da...

Buenos Aires'te İki Baba ve Oğulları

Güney yarım kürenin ilkbaharıydı, 14 yıl önce Superclasico'da deplasmandaki Boca Juniors favoriydi, zor günlerden geçen ev sahibi River Plate ise derbi havasına güveniyordu. O gün Buenos Aires'e Avrupa'dan çok kulüp yöneticisi ve menejer geldi. Boca'nın orta sahasındaki yıldızı Gago için büyükler kapışıyordu. River Plate'de o gün derbi zaferine imza atan genç çocuk Jorge Higuain'in oğluydu. Çocuk küçükken menenjit geçirmiş, ateşlendiğinde kadim dostu onu hastaneye yetiştirmişti.  O dost ise Daniel Passarella idi, yıllar sonra Jorge'nin oğlunun kazandırdığı Superclasico'da River Plate kulübesinde teknik adam olarak oturan Passarella... Gago kavgasından zaferle çıkan Real Madrid oldu yanında genç Gonzalo Higuain'i de aldılar. Çocuk Buenos Aires'ten Madrid'e geçecekti, babası da Fransa'ya futbol oynamaya gitmiş ve Gonzalo çocuk yaşta çift pasaport sahibi olmuştu. Gago yapamadı Avrupa'da, bir başka Boca efsanesi Riquelme gibi.. O günlerde Gago transferinin gölgesinde kalan Gonzalo Higuain ise Real Madrid, Napoli ve Juventus formalarıyla zirveye çıktı.

Buenos Aires, uzaklara gidenlerin hikayelerinin biriktiği şehir... Angel Rambert de burada doğmuş, futbol onu Fransa yollarına düşürmüştü. Jorge Higuain sadece bir sezon kalmıştı Fransa'da ama Angel Rambert, ondan 27 yıl önce geldiği eski kıtada, Lyon'da çok sevilmiş ve 10 yıl forma giymiş bir santrfordu. Armut dibine düşermiş hikayesi. 1974 yılında dünyaya gelen oğlu Sebastian'nın da futbolcu olmasını istiyordu baba Angel.  Sebastian başardı ama babası o günleri göremedi, 47 yaşında hayatını kaybeden Angel Rambert geride gözü yaşlı 9 yaşındaki oğlu Sebastian'ı bıraktı. 90'lar, futbolcuların video kasetlerden izlenip alındığı yıllar. 1995 yazında Inter Başkanı Massimo Moratti yine kesenin ağzını açmıştı. Arjantin'den yirmilerinin başında iki genci getirtti İtalya'ya. İmza töreninde Inter efsanesi Facchetti'nin iki yanına aldığı Arjantinli gençlerden Sebastian, İtalyan gazetecilerin gözdesiydi çünkü santrfordu, diğer genç ise defans oyuncusu... Sebastian Rambert, Inter'de bir tek lig maçına bile çıkamadı, ona formayı bir kez olsun vermediler, İspanya'ya Zaragoza'ya sonra da Boca Juniors'a kiraladılar. İmza gününde gölgede kalan defans oyuncusu ise Javier Zanetti idi.. 19 yıl Inter formasını giydi, efsane kaptan olarak futbola veda etti..

19 Haziran 2020

Emre ve Volkan


İlkokulun kapısından girip üniversiteden mezun olduğumuz güne kadar geçen 20 yıl sonunda fakülteyi birincilikle de bitirseniz iş hayatında birinci basamaktan başlıyoruz. Tıp mezunu hemen doçent olmuyor, iletişim mezununu yayın yönetmeni yapmıyorlar, genç mühendislere büyük projeler teslim edilmiyor, genç avukatlar ustaların yanında pişiyor, inşaatçılar diplomam var deyip gökdelen projelerinin başına geçmiyorlar. Aslında futbolda da böyle ama bizde değil. Eğitim hayatı gibi alt yapıdan futbolu bıraktığınız güne kadar geçen zaman da 20 yıl. “Yaşlı futbolcu” iken bir gün sonra “genç teknik adam” oluyorsunuz, çıktığınız merdivenlerden indiğiniz yok zirvedeydiniz ama teknik adamlığın yolu başka, ilk basamağı da kurslar ve 15-16 yaş takımlarıyla çalışmak... 

Fenerbahçe'de Volkan futbola devam edip etmeyeceğini bilmezken, teknik kadroya alındı. Emre futbolu bırakıyor ve gelecek sezon ya sportif direktör olarak görev yapacak ya da teknik direktörün yanında ikinci adam olacak. İşte tam burada Avrupa'daki gelenekten ve hiyerarşiden ayrılıyoruz ve işte tam da bu yüzden bizim alt yapılarımız işlemiyor. Pep Guardiola, Barça efsanesi olmasa da alt yapısından yetişmiş futbolcuydu ona önce B takımı emanet ettiler. Zinedine Zidane, Real Madrid alt yapısında çalıştı, takım arkadaşı ve kulübün efsane golcüsü Raul iki yıl önce 15 yaş takımının başındaydı bir yıl sonra B takımının sorumluluğunu verdiler. Julen Lopetegui, İspanyol Milli Takım teknik direktörü olabilmek için yıllarca farklı yaş milli takımlarında hocalık yaptı.

Ticaret hayatında babanız size şirketi, dükkanı, atölyeyi teslim edebilir ama orada bile bir çıraklık-kalfalık günlerinden geçmişsinizdir. Kulüpler sonuçta kimsenin babasının malı değil. Emre ve Volkan burada son örnekler ama ilk olmadıklarını hepimiz biliyoruz. Antrenörlük tecrübesi A Takımla başlamaz. Futbolda her şey oyunu bilmekle, idmanda takımın başında durmakla ya da maça taktik hazırlamakla bitmiyor. 25 kişiden oluşan 18-40 yaş aralığında insanı yönetiyorsunuz. Yıllar boyunca sadece kendi performansından sorumlu olarak bir takım oyununda yer alanların futbolu bıraktıktan sonra 25 adamın sorumluluğunu ve dertlerini üstleneceklerinden habersiz olabilirler mi? 

İşte bu yollardan geçilmediği zaman Trabzonspor maçındaki görüntüler ortaya çıkıyor. Sahada bir teknik adam, yanında konuşan ve kırmızı kart gören müstakbel sportif direktör/antrenör ve tribünde geçen yıl ellerinde eldiven olan ama şimdi telefonla taktik veren bir kaleci... Emre ve Volkan, Fenerbahçe camiası için çok önemli isimler, zor zamanda taşın altına da ellerini koymak istiyorlar ama gelecekteki kariyerlerini düşünüyorlarsa Raul, Guardiola'nın izinden gitsinler çünkü büyük futbolcuların küçük teknik adamlığının yarattığı hayal kırıklığınının karşılığı büyük yalnızlık olarak dönüyor bazılarına... 

23 Mayıs 2020

Düşersen Tut Elimden


Napoli halkı, eski hocaları Sarri İngiltere dönüşü Juventus'un başınca geçince onu hain ilan etmişlerdi. İtalya'nın güneyi Maradonalı yıllardan sonra en çok Sarri ile yaklaşmıştı şampiyonluğa. 2017-18 sezonu bittiğinde Napoli 91 puan toplamıştı ama Juventus fazlasını yaptı, 95 puanla şampiyon oldu. Londra'ya giderken Sarri “Ben bu takımı aldığımda 60 puanla ligi bitiriyordu. 91 yetmedi, ben ne yapabilirim” diyerek çaresizliğini ortaya koydu.
Liverpool bugün şampiyonluk için gün sayıyor ama 15 yıl önce Şampiyonlar Ligi Kupası'nı kazandıran İspanyol teknik adam Benitez, kulübün büyük hasretini 12 yıl önce dindirebilirdi. İspanya'da 38 haftalık ligde Valencia ile 77 puan toplayıp Barça, Real Madrid ve Deportivo La Coruna'yı (evet efsane La Coruna) sollayan Benitez'e İngiltere Premier Lig'de 86 puan şampiyonluk için yetmemişti. Daha iyisini yapan bir adam vardı. Sir Alex Ferguson ve onun Ronaldo'lu Manchester United'ı.. İspanya'da 10 yıl önce Real-Barça rekabetinde Pellegrini yönetimindeki Real Madrid 96 puan toplandı. Kaybettiği puan sadece 15'ti, yetmedi şampiyonluğa Barça 99 puan yaptı Guardiola ile. 96 puan toplayan Pellegrini'nin görevine son verdiler.

“Ne yaparsan yap olmuyor bazen” sezonlarından bir iki seçme bunlar. Oysaki tam tersi sezonlar da var. İspanya La Liga'da Barcelona-Real Madrid arasında dönen rekabete son yıllarda Atletico Madrid dışında kafa tutabilen olmadı ama 20 yıl önce öyle değildi. 1994'te bir penaltı kaçınca şampiyonluğu kaçıran Deportivo La Coruna yine sahneye çıktı. Kıran kırana geçen bir sezondu, 11 mağlubiyet aldılar, 6 kez berabere kaldılar, Donato-Naybet'li savuma göbeği Mauro Silva, Conceiçao'lu orta saha, top cambazı Djalminha ve Hollandalı golcü Makaay...69 puan şampiyonluğa yeter mi? Yetti, üstelik ikinci Barcelona'ya 5 puan fark attı, Katalanlar ligde 38 haftanın sadece 19'unda kazanabilmiş ve 12 mağlubiyet almışlardı. Real Madrid nerede diye sorarsanız, Del Bosque yönetimindeki takım ancak beşinci olabilmiş ama Şampiyonlar Ligi finalinde, La Liga'yı kendisinin 2 puan önünde finişi gören Valencia'yı dağıtmıştı.

Deportivo La Coruna, İspanya'nın asansör takımı olmayı çok sevdi. Hep düştüler ve hep düştüler, taraftarı da şaşırdı artık, bütün sezon çile çektikten sonra takım küme düşünce gözyaşı döküyorlar, ertesi sezon ikinci ligden çıkınca da bayram yapıyorlardı. “İspanya'nın Türkleri” A Coruna şehrinin gururu Deportivo La Coruna, efsane şampiyonluğun 20. yılını ikinci ligde geçiriyor ve takım küme düşme hattında... İki alt lige düşerlerse bir daha ne zaman La Liga Primera'ya dönerler, bilinmez...

RİVALDO'NUN FİRAR ETTİĞİ GÜN
Barcelona, Real Madrid'in serbest kalma bedelini ödeyip aldığı kaptanları Figo'yu hiç affetmedi ama aynı yolu izleyip bir başka yıldızın İspanya'nın kuzeyinde hain ilan edilmiş olmasını da hatırlamak istemezler. Rivaldo, Deportivo La Coruna'ya bugünün parasıyla 10 milyon Euro'ya gelmişti. Oynadığı bir sezonda Riazor'daki tribünlerin sevgilisi oldu. Bugün bu seviyede bir yıldız için 100 milyonların döndüğü transfer piyasasında o günlerde Rivaldo'nun serbest kalma bedeli dönem için az para değildi. 24 milyon Euro karşılığı 4 milyon Pesetas.. Barcelona bu parayı federasyona yatırdı çünkü Rivaldo'dan “Geliyorum” sözünü almışlardı. En büyük yıldızı elinden alan Deportivo La Coruna üç yıl sonra ligi Barça'nın önünde şampiyon bitirip Katalanlardan rövanşı aldı...


CAMP NOU'DA BİR HAZİRAN AKŞAMI
Figo'nun Real Madrid'e gittiği sezonda Barça şampiyonluk yarışında yoktu ama takımın Şampiyonlar Ligi'ne gitmesi de tehlikedeydi. Barselona'da 17 Haziran 2001 akşamında futbol tarihinin en unutulmaz maçlarından biri oynandı. Barça deplasmanına gelen Valencia rakibiyle aynı puana sahipti ve iki takımın averajları eşitti. İki ihtimalin Valencia'ya yaradığı 90 dakikada küme düşen Atletico Madrid'den gelen genç yıldız Ruben Baraja, Barça'nın kabusu oldu. Onun iki golüne ceza sahası dışından iki golle cevap veren Rivaldo idi. 2-2 ile son dakikalara girilirken Şampiyonlar Ligi bileti Valencia'daydı. 88'de Rivaldo ceza sahası dışından rövaşata ile skoru 3-2 yaptığında Camp Nou yıkıldı.. Barça, Şampiyonlar Ligi yolcusuydu artık... Rivaldo da ceza sahası dışından hat-trick ile futbol tarihine geçti...

Craig Hodges

Son Dans belgeselinde 8 bölüm geride kaldı. Son iki bölüm yarın yayında olacak. Yönetmen Jason Hehir'in müthiş bir kurguyla harika bir iş çıkardığı ortada. Elbette belgesel üzerine eleştiriler de var. “Final Cut”da yani içeriğin belirlenmesinde Jordan'ın belirleyici olmasının bazı gerçeklerin üzerine kapattığını iddia eden spor yazarları da var. The Guardian'da Bryan Armen Graham imzalı makale bu yüzden çok önemli. Eleştirilen noktalardan biri C. Bulls'da Michael Jordan ile kazanılan ilk üçlemede, iki şampiyonlukta büyük katkısı olan Craig Hodges'ın unutulmuş olması. Bu aslında dönemi bilenler için sürpriz bir editör seçimi değil. Dönemin en iyi şutörlerinden biri olan 1990-91-92'de arka arkaya 3 sayı yarışmasını da kazanan Hodges, 1992'de kazanılan şampiyonluğun ardından geleneksel Beyaz Saray ziyaretinde kendi ırkının çektiği problemleri ve yoksulların sıkıntılarını el yazısıyla kaleme aldığı mektubu dönemin başkanı George Bush'a vermişti. Bush mektubu okudu mu bilinmez ama Hodges o günden sonra bir daha NBA'de basketbol oynayamadı. 1994-1995 sezonunda formasını giydi takım Galatasaray.. Bu Pazar'ın ilk hikayesindeki belgeselde David Beckham'ın Old Trafford çimlerinde sorulan “İlk golünü kime attın?” sorusunun yanıtı olan takım...

Camp Nou'ya Bakan Pencerede


Manchester United'daki Terry Cooke gibi hayallerini gerçekleştirememiş çok futbolcu var dünyada. Fotoğrafta Andres Iniesta'nın yanındaki Jorge Troitero gibi. İki çocuğun pencelerinden bir gün oynamayı hayal ettikleri Camp Nou Stadı görünüyor. Bulundukları yer ise yıllar sonra Barça'nın terk ettiği La Masia tesisleri. 1700'lerde bir çiftlik evi olarak inşa edilen ve Camp Nou Stadyumu'nun inşaatı süresince mühendislerin lojman olarak kullandığı bina 1979 yılında Barcelona'nın alt yapı öğrencilerine ev sahipliği yapmaya başladı. Iniesta ve Jorge Troitero 1984 doğumlu iki çocuk kader birliği yaptılar ama Jorge hayallerini gerçekleştiremedi. Barça'da kalmak, Barça alt yapısına girmekten zordu. 17 yaşında şansını Atletico Madrid alt yapısında denedi ama La Liga oyuncusu olmayı hiçbir zaman başaramasa da hayatını futboldan kazandı. 19 yaşında Merida ile başlayan alt ligler macerası 15 yıl sürdü... Camp Nou'da 100 bin taraftar Iniesta'yı son maçında uğurlarken Jorge, 4. Lig'de CD Azuaga forması giyiyordu.



Class of 92 + 1


Fotoğrafa baktım ve yıllar önce izlediğim bir belgeseli yeniden izleme ihtiyacı hissettim. Manchester United'ın altın çocuklarını anlatan “Class of 92” İngiliz kulübünün Alex Ferguson yönetiminde 1998-99 sezonunda kazandığı üç kupanın genç kahramanlarını anlatır. Man. United'da geldiği yetenek avcısı sayısının iki olduğunu öğrenen ve alt yapıyı ayağa kaldırmalıyız diye yola koyulan İskoç teknik adamın tedrisatından geçmiş 6 İngiliz genci kazanabilecek her şeyi kazandılar. Fotoğraf onların A takıma çıkmadan önce 1992 yılında kazandıkları FA Youth Cup zaferinin ertesi günü çekilmiş. Kupayı elinde tutan efsane alt yapı hocaları Eric Harrison ve sonra o gençler: Ryan Giggs, Nicky Butt, David Beckham, Gary Neville, Phil Neville, Paul Scholes ve Terry Cooke... Fotoğrafta yedi genç futbolcu var ama biri onlardan çok erken koptu ve 92 sınıfının kazandığı bütün zaferleri uzaktan izledi. Terry Cooke, kısa boyu, çalım yeteneği ve hızı ile Manchester United alt yapısının gözde isimlerinden biriydi. Neville kardeşler, Beckham, Scholes, Giggs ve Butt 1995 yılında çoluk çocukla şampiyon mu olunur diye İngiliz yorumcuların Alex Ferguson'a yüklendiği sezonda kadroda olan isimdi. Terry Cooke'un şanssızlığı onunla aynı mevkide oynayan David Beckham'ın sağ açığa ambargo koymasıydı. Yine de takımda kalabilirdi ama o sezon yaşadığı diz sakatlığı Terry Cooke'u Manchester United'dan kopardı, 6 gencin hikayesini anlatan “Class of 92”de de onu hatırlayan, ondan bahseden olmadı 2003 yılında yapılan çekimlerde. Sunderland, Birmingham ve Wrexham'a kiralık gönderdiler onu. Beraber büyüdüğü 6 takım arkadaşı 1999 Mayıs'ında 10 günde her şeyi kazandılar. Önce FA Cup ardından lig ve Barselona'da Camp Nou'da unutulmaz finalde Bayern Münih'i 90+'da gelen iki golle devirip kaldırdıkları Şampiyonlar Ligi Kupası. Terry Cooke o yaz Manchester City'e imza attı ama Man. United'ın ezeli rakibi Maviler o günlerde iki alt ligde yükselme mücadelesi veriyorlardı. 16 yaşında Türkiye'de İngiliz Milli Takımı formasıyla gençler şampiyonasında sahaya çıkan Terry Cooke'un yıllar sonra yolu ABD'ye çıktı. 2008 yılında Colorado forması giyerken karşısında alt yapı günlerinden beri rekabet ettiği Beckham çıktı. Cooke bugünlerde Denver Kickers alt yapısında hoca ve 28 yıl önce çekilmiş bu fotoğrafın unutulan ama silinemeyen öznesi...



Arabalı Hikayeler

İki yıl önce Ajax önce Real Madrid'i ardından Juventus'u Şampiyonlar Ligi'nde evine gönderdiğinde İtalyanlarda büyük tartışma başlamış ve takımı beş sezon arka arkaya şampiyon yapan Allegri yerine eski yıldızları Zidane'ı getirmek için görüşmelere başlamışlardı. Juventus o gün bunu başaramadı, gelecekte bir gün Zidane'ın döneceğine inanıyorlar. Ajax, çeyrek asır sonra Avrupa sahnesinde assolistliğe soyunurken kulübün yönetiminde tepe nokta Edvin van der Saar vardı. Hollandalı kaleci, 1995'de Milan'ı devirip kazandıkları ertesi sezon da penaltılarla Juventus'a kaybettikleri Şampiyonlar Ligi finallerinde Ajax kalesindeydi. O günlerde Fransa'da Bordeaux forması giyen Zidane, Juventus'a geldikten sonra takım liderliğine soyunmuş, Fransa'ya da 1998'de Dünya Kupası'nı kazandırmıştı. Edvin van der Saar ve Zidane 1999'da takım arkadaşı oldular. Juventus'un transfer ettiği Hollandalı kaleci Torino'daki tesislere geldiğinde Serie A'nın lüksleriyle tanıştı. Evet, Ajax'ta da idmana otobüsle gitmiyordu ama Juventus'un otoparkı ve takım arkadaşlarına bakakaldı. Hepsi Ferrari ile idmana geliyor ve Dolce&Gabbana, Versace ve Armani'den başka bir şey giymiyorlardı. Hollandalı kalecinin hayran olduğu isim Zidane oldu çünkü Cezayir asıllı Fransız yıldız, kulübün patronlarının sahibi olduğu FIAT markasının mütavazı bir modeliyle tesislere geliyordu, üzerinde de çoğunlukla Levi's kot Pantolon ve basit Adidas tişörtler oluyordu. Van der Saar, Fransızca ve İtalyanca, Zidane da İngilizce bilmediğinden saha dışında çok fazla konuşamadılar ama Hollandalının yıllar sonra söylediği gibi: O basit FIAT'tan inen adam sahaya indiğinde “başka” biri oluyordu...


***
Zlatan İbrahimoviç'in oynadığı hiçbir kulüpte “takım içi dengesi” olmadı.  Barcelona dışında her kulüpte takım arkadaşlarıyla kendi kazandığı arasında uçurum vardı. Saha içinde dengeleri bu kadar bozabilen bir adamın diğerlerinden fazla kazanması kadar doğal bir şey yok elbette futbolda.  Bir takımda sadece kazandığınla ayrıcalıklı olmazsın. Tatilden geç dönersin, ses etmezler, loca istersin, ilk sana verirler. İstemediğin futbolcu vardır, eninde sonunda yollarlar, yeri gelir teknik adamı bile sen belirlersin, kulübün tesislerinde sana özel menü bile çıkar, şef senin tabağına fazla özenir. Otobüste arka tarafta oturursun. İbrahimovic'in büyük egosunu soyunma odasında istemeyen ve eşsiz yeteneğine rağmen takımı bozacağına inanan adam Pep Guardiola idi. İsveçli santrforu bir yılda göndermişti Barcelona'dan. “Arabalı” hikaye ise Zlatan'ın Barça sonrası gittiği Inter değil Paris Saint Germain'den... Fransız kulübünün tesislerinde iki otoparktan biri futbolculara diğeri ise kulüp çalışanlarına, üst düzey yöneticilere aitti. O ikinci otopark neden değerli olmuş Zlatan'ın gözünde ama yıldız olmanın verdiği özgüvenle ısrarla otomobilini, yöneticilerin otoparkına park etmeye başlamış Zlatan... Bu ayrıcalık takım arkadaşlarının da dikkatini çekmiş, o günlerde manşetlere çıkan da isyan eden Pastore.. Arjantinli yıldız, Paris Saint Germain'in büyük umutlarla gelmişti, geriye dönüp baktığımızda hayal kırıklığı olmaktan öteye gidemedi. Pastore işte o günlerden birinde otomobilini Zlatan gibi yöneticilerin otoparkına bırakmak istemiş. Güvenlik bariyerleri kaldırmayınca delirmiş Pastore, Audi A8 kulübün verdiği otomobil, hiç acımadan gitmiş bariyerlere bindirmiş Pastore... Ertesi gün nereye park ettiğini merak etmiyoruz elbette...


***
Taffarel ve Hagi'nin Galatasaray forması giydiği yıllar. Brezilyalı kaleci, Florya tesislerine yakın oturduğundan otomobile ihtiyaç duymaz bisikletle gelir giderdi. O günlerin unutulmaz hikayelerinden biri de Hagi'nin de Zidane gibi FIAT marka mutavazi bir araçla yıllarını İstanbul'da geçirdiği... Arabalı hikayelerin sonunda Hagi ve FIAT ilişkisini biraz daha geriye götürelim. Romanya'da Çavuşesku döneminde yıldız futbolcuların genç yaşta yurt dışına transferine yasak vardı. Hagi de Real Madrid'e gittiğinde 25 yaşındaydı. Bugün onun yeteneğinin yarısına sahip futbolcuyu 18 yaşında bavulunu al gel derler. Hagi'nin Steaua Bükreş forması giydiği yıllarda İtalya'da özel bir turnuvada Juventus'un sahibi izleyip hayran kalır ve transfer etmek ister. İtalya'da Maradonalı yıllar o yıllar...Giovanni Angelli teklifini sunar: “Bana Hagi'yi verin size Bükreş'te FIAT fabrikası açayım.” Hagi, Bükreş'te kalır, FIAT da Torino'da...

Tiger King'den Last Dance'e

Bir filmin kötü karakterine beslediğimiz yoğun duygular ve tepkiler perdede ya da ekranda son yazısı belirdiğinde azalır ve yok olur. Senaryodur sonuçta, işin ustası klavye başına geçmiş sizin sinirlerinizi zıplatacak bir karakter oluşturmuştur... Suç belgesellerinin baş aktörlerine gelince iş değişir. Seri katiller, toplu katliam planlayanlar ve son örneğinde olduğu gibi hayvanlara eziyet edenler. Dünya salgınla boğuşurken ve hayat evde bir ekran karşısında bugün ne izlesem bilmecesiyle sürerken “The Last Dance” sadece basketbolseverler için değil herkes için C vitamini etkisi yarattı. Bir başarı öyküsü izliyor, içimizden alkışlıyoruz Son Dansı. Fakat bir belgesel var ki Mart ayının üçüncü haftasından bu yana tüm dünyada insanlara izlediği her bölümden sonra “Yok artık” dedirtiyor. “Tiger King” (Kaplan Kral), aslan,kaplan, leopar aklınıza gelecek ne kadar büyük kedi varsa bunları alan satan ve bir gün onları insanların ziyaret edeceği bir park açan Joe Exotic'in hapishanede son bulan hayat hikayesine anlatıyor. Pandemi hakkındaki basın toplantısında ABD Başkanı Trump'a hakkında soru sorulacak kadar -garip elbette- meşhur olan Tiger King, hayvanları katletmesi, eziyet etmesi, belgeselde kim varsa normalin yanından geçmeyen insanların olması reytingleri uçurdu elbette...

***
Corona günlerinde “Tiger King” hikayesi insanlara çok ama çok fazla geldi ve Michael Jordan'lı “The Last Dance”ın Haziran ayında gösterimi planlanan ilk iki bölümü iki hafta önce ekranlara gelince herkes derin bir nefes aldı. Yönetmen Jason Hehir ve ekibi hariç. Son Dans Belgeseli'nin bir yıl önce tanıtım videolarının döndüğü günlerde basketbolu dolu dolu yaşamayanlar için bu bir Michael Jordan'ın hayat hikayesiydi. Elbette ki çok az insan koç Phil Jackson'ın son sezonuna her sezona isim taktığı gibi “Last Dance” son dans ismini verdiğinden habersizdi. İlk dört bölümü geride kalan belgeselde genel beklenti, C.Bulls'un 6. şampiyonluğunu kazandığı sezonda çekilen 500 saatlik görüntülerin 10 bölümü de forse edeceği yönündeydi. 200 dakikası geride kalırken bu sorunun cevabı hem evet hem de hayır oldu. ESPN'nin efsane spor belgeselleri serisi 30/30'da üç belgesele imza atan ve son olarak 80'lerde efsane olan profesyonel Amerikan güreşçisi Andre Rousiminoff'un hayatını anlatan “Andre the Giant”ı çeken yönetmen Jason Hehir, iki yıl önce Last Dance projesi için teklif aldığında masaya bir üçlemeyle oturdu. NBA'in kasasında çıkan 500 saatlik görüntülerin yanında NBA'nin maç arşivlerini, kolej basketbolu arşivlerini kullanacak ve yüzden fazla insanla röportaj yapacaktı.

***
Son Dans'ın yayın tarihi pandemi yüzünden erkene çekildiğinde 10 bölümlük belgesele son noktayı koymamıştı yönetmen Hehir. Ben bu satırları yazarken de ekibiyle son bölümün editini yapmış ve 185 ülkede yayınlanan belgeseli, seslendirme ve alt yazı için Netflix'e teslim etmişlerdi. Jason Hehir'in 8 saati aşan belgesel için yaptığı çekimler 10 bin saati aştı ve ekibiyle birlike ustalık burada devreye girdi. Michael Jordan ana karakterdi ama Bulls'daki takım arkadaşları kadar rakiplerinin de ne söylediği önemliydi. Hehir, geride kalan haftalarda verdiği röportajlarda en çok zorlandıkları kısmın bu olduğunun altını çizdi. Kimilerine haksızlık etmiş olabileceklerini, az süre verdiklerini ve kurguda atmak zorunda olduklarını söyledi. İki yıllık sürede yaptıkları röportajlardan, Jordan'a izletip belgesel içinde belgesel yarattıkları sahneler ise 3 ve 4. bölümlerin en çok konuşulan dakikaları oldu. ESPN tarihinin en çok izlenen spor belgeseli koltuğuna oturan Last Dance'da Detroit Pistons-Bulls rekabeti ve Michael Jordan ile Isiah Thomas arasında 30 yıl sonra bile süren gerilim, yönetmen Hehir'in tabiriyle, babalarının tribünde, ekranda maçlarını izlediği ama kendileri için bir spor ayakkabının üzerinde “Jordan” olan efsaneyi genç kuşakların çok daha yakından tanımasını sağladı...

***
Son Dans'ta bu hafta Bulls'un ilk şampiyonluğunun ardından Barselona Olimpiyatları'na gideceğiz. Elbette resmi olmasa da herkesin bildiği üzere Jordan onu istemediği için Isiah Thomas'sız Barselona'ya giden Dream Team'in hikayesi gelecek ekranlara. Jordan'ın dediği gibi son bölümden sonra ondan nefret edenler bile olacak. Zaten bir takım arkadaşının dediği gibi: “Onu sevmeyen çoktu, hayatlarımızı çoğu zaman cehenneme çevirdi ama Jordan bizi hayal edemeyeceğimiz bir yere taşıdı.”

Last Dance'ın Doğduğu Günler

Ahmad Rashad, NBA Inside Stuff programının çekimleri için yanına aldığı gencin gelecekte yapacaklarından elbette habersizdi. Chicago'da Michael Jordan'ın müdavimi olduğu restoranın özel odasına girdiklerinde Rashad, Jordan'a “Tanıyor musun?” diye Andy Thompson'u işaret etti. Michael'in cevabı kısaydı: “Hayır”. Sonra o sihirli cümle geldi: Andy, Mychal Thompson'un kardeşi.” Michael o anda gülümedi çünkü Lakers ile iki şampiyonluk kazanan eski basketbolcu Mychal Thompson onun gençlik yıllarında kahramanıydı. “Ağabeyini çok severim” dedi Andy Thompson'a... NBA prodüksiyonlarında çalışan birinin döneminin bir numaralı starıyla tanıştığı ilk günden bu kadar yakınlık kurması büyük bir talihti. Andy Thompson bu sıcak ilişkiyi nasıl kullandı sorusunun cevabı ise basit..
Haziran'da yayınlanması planlanan ancak koronavirüs salgını nedeniyle yayını altı haft erkene çekilen “Last Dance” belgeselinin arkasındaki adam yönetmeni Jason Hehir'den daha çok Andy Thompson. 1997-1998 sezonu öncesinde Andy, o dönem NBA yayınlarından sorumlu olarak işe yeni başlayan Adam Silver'a “Chicago Bulls'un tüm sezonunu filme almalıyız” demeseydi bugün ortada “Son Dans” diye 10 bölümlük bir spor belgeseli olmayacaktı...

***
Jordan, medyaya mesafeli bir yıldızdı ve 5 şampiyonluk kazanan Bulls kadrosunu yönetim bir jenerasyonun sonu diyerek dağıtmaya kararlıydı. O sezon öncesinde Andy, Jordan'ın son sezonu olabileceğini ona sorduğunda aldığı cevaplar ikisi arasındaydı ama Adam Silver'ı ikna etmeyi başardı. Takımın koçu Phil Jackson'a 82 maçı da kazansan son sezonun denildiği yılda asıl sorun Bulls'u bu film için etmekti. Bu kararı verecek olan de Bulls'un sahibi gibi görünse de son söz koç ve Jordan'daydı. Bütün sezon kameralar takımn peşinde olacak, soyunma odasında çekim yapılabilecek, her şey sansürsüz kayıt altına alınacaktı. Ekim 1997'de Paris'te Adam Silver, koç Jackson ve Michael Jordan'dan randevuyu kopardı. O görüşmede belgesel kelimesi hiç kullanılmadı. NBA, her takımın idmanlarından görüntü alıyor, röportajlar yapıyor, taktik ve magazin programları zaten yapıyordu. Adam Silver'in aklında bu sezonun hikayesinden 90 dakikalık bir film çıkarmak vardı. O gün Paris'te Bulls adına Jackson ve Jordan limitsiz çekim için “Evet” dediler. Michael Jordan'ı ikna eden şu cümle olmuştu: “Michael izin ver çekim yapalım, yayın tarihine sen karar vereceksin, yayınlanmasını istemezsen de evinde sana özel bir arşiv olacak.” Öyle de oldu, Andy Thompson ve ekibi 500 saatlik çekim yaptı, Bulls'un peşinde her yere gittiler, her yera kameralarla girdiler, her görüşmeye mikrofon çubuğunu uzattılar.

***
Peki ne oldu da sadece iki yıl önce prodüksiyon masasına gelen bu 500 saatlik çekimler, NBA'nin kasasında kilitli kaldı? 10 bölümden oluşan, 500 dakikayı aşan belgeseli çekmek için yönetmen Jason Hehir teklifi kabul ettiğinde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Kasalarda üç bin film bobini vardı, tek tek kontrol ettiler, sadece ikisinde hasar vardı ve her şeyden daha önemlisi bütün kayıtlar 16mm kamerarla çekilmişti. Michael Jordan'lı yıllarda televizyonlar yayınları elbette ki yüksek çözünürlükte (HD) değildi ve bir gün sinema filmi olarak yayınlanır diye 16mm bobinlerden 4K çözünürlükte bir kaynak elde etmiş oldular. Tüm dünya Michael Jordan'ı sadece Space Jam filminde ve reklamlarda HD izleyebilmiş ama kimse süperstarın o yıllardaki çekimlerini elbette görmemişti.

***
Last Dance” elbette ki sadece bu 500 saatlik kayıtlardan oluşmuyor, Bulls'ta Jordan ve takım arkadaşlarının kariyerlerinin erken dönemleri için başvurulan arşivler ve 100'den fazla insanla bu son iki yılda yapılan röportajlar da var. Belgeselin jönü Michael Jordan'ı saatlerce bir koltukta oturtan ve beklenenden çok daha uzun konuşmasını sağlayan isim ise elbette ki hikayenin başlangıcındaki kişi Andy Thompson. 500 saatlik, 3 bin bobin film neden kasada 20 yıl kilitli kaldı sorusunun aslında tek bir cevabı yok. 2000 yılında bir sinema filmi yapmak fikri dışında NBA yönetiminde kimse 20 yıl boyunca bir proje geliştirmedi ya da Michael Jordan bu uzun yıllar boyunca belgeselin çekilmesini istemedi. “Last Dance” hakkında daha yazılacak çok şey var, devamı haftaya derken bir not düşeyim son satırda: “Jordan'ın takım arkadaşı Scottie Pippen'ın hakettiğinden çok daha az maaş aldığı ikinci bölümün ana temalarından.” Yolun sonunda, Pippen mı NBA'da daha çok kazandı, Michael Jordan mı? “Soru mu?” bu diyorsanız şaşırmaya hazır olun: NBA kariyerindeki kontratlarından Scottie Pippen, Michael Jordan'dan 20 milyon dolar daha fazla kazandı.

Futbolun Yokluğunda

Derbi sabahlarına uyanmayı, ekranın köşesinde derbiye şu kadar saat-dakika kaldı uyarısına bakmayı, hafta sonu maç programına sosyal hayatı progralamayı, aynı saatte naklen yayınlar maçlar arasında kanal değiştirmeyi, her kanal değiştirdiğinde diğer maçta gol olduğunda kısmete bak deyip gülümsemeyi, şampiyonluk hesapları yapmayı, kalan fikstüre bakıp kaç puan alınabileceğini hesaplamayı, bu hafta kim sakat kim cezalı, kim sarı kart sınırında diye merak etmeyi, 90 dakikayı önce kafada oynamayı, maç bittikten sonra kaçan pozisyonları gol olmuş gibi hayal etmeyi, oyuncu değişikliklerinin geç olduğunu, hocanın neden bir forvet daha oyuna almadığını, gözümüzün tutmadığı oyuncuların iyi performansını görünce haftaya da böyle oyna canımı ye demeyi, deplasman için uçak otobüs bileti bakmayı, arabayla gidilecek deplasmana benzin parasını bölüşecek dörtlüyü bulmayı, gidilen deplasmanda ne yenir diye araştırmayı, Gaziantep'te güne beyran, Adana'da ciğer ile başlamayı, Konya'da etli ekmek yemeden dönmemeyi, Trabzon Uzun sokak'ta taraftarlarla futbol sohbeti yapmayı, kaybedilen deplasmanlardan hiç konuşmadan dönmeyi, kazanılan deplasmanlardan iki-üç yol duraklarında durup keyfini sürmeyi, maça saatler kala arkadaşlarla buluşmayı, kaç kaç biter, kim gol atar diye iddialara tutuşmayı, golün atıldığı koltuktan maç bitene kadar kalkmamayı, uğurlu formayla maç izlemeyi, ayak değişsin diye oturulmadık koltuk sandalye kalmayınca sehpanın üzerine oturup eşten-anneden laf yemeyi, zor maçın son dakikalarına galip girince ekranın köşesinden geçen saniyeleri saymayı, geçmedi dakikalar, bitirsene hoca demeyi, penaltıda sesi kısıp gözlerini kapamayı, tribünde penaltıda sahaya sırtı dönmeyi, totem için elleri bağlamayı, ters totem için rakibi övmeyi, fark yeriz, hiç şansımız yok bugün kaybederiz demeyi, kazanınca rakip takımın taraftarı arkadaşın cebini çaldırmayı, açmadığında mesaj atmayı, kaybedince telefonu kapamayı, derbi zaferi sonrası takımın renklerindeki kravatı takıp işe gitmeyi, okula formayla girip derbi fatihi gibi dolaşmayı, direğe çarpan, direği yalayan topu, spikerlerin yükselen sesini, kaçan golleri, kalecinin uzanamayacağı köşeye giden şutları, rakibini kaçıran stoperleri, maç analizleri yazmayı, okumayı, maçtan sonra futbol programlarında işte tam da benim gibi düşünüyor deyip yorumcuya hak vermeyi, hakemin VAR'a gitmesini ve hatta VAR'da vakit kaybetmesini, ve hatta buz gibi golü vermemesini, kırmızı kart es geçmesini, oyunun avuçlarından kaçırmasını, tribünlerden yükselen tezahüratı, omuz omuza vermiş binlerce taraftarın iki renk bir arma sevgisini, kaybeden takımı tribüne çağırmayı, kazandığında kaptanın üçlü çektirmesini, en güzel Pazartesinin takımın kazandığı Pazar, en güzel hafta sonunun takımın Cuma akşamı kazandığını bilmeyi, atkıları, bayrakları, pankartları, maça bilet bulmayı, maçtan eve dönerkenki trafiği, terlemeyi, üşümeyi, o tutkuyu;

Messi'nin çalımlarını, Pique'nin yan yan koşmasını, Modric'in topla olan dansını, Salah'ın defansın arkasına sızmasını, İmmobile'nin fırsatçılığını, Mbappe'nin deli deparlarını, Neymar'ın rakibi çaresiz bırakan bilek hareketlerini, Oblak'ın 90'daki örümcek ağlarını alan plonjonlarını, Sörloth'un kafa vuruşlarını, Nwakaeme'nin adam geçmesini, Lemina'nın geriden oyun kurmasını, Muslera'nın maç kurtarmasını, Altay'ın yüksek toplara artık çift yumrukla çıkması gerektiğini, Burak Yılmaz'ın ofsaytta kalmasını, Vedat'ın tribünlere koşmasını, Gustavo'nun akıl dolu paslarını, Uğurcan'nın kurtarışlarını, Visca'nın adrese teslim ortalarını, İrfan Can'ın o meşhur çalımını, Ozan'ın üstten auta giden şutundan sonrasını kafasını elleri arasına almasını, Falcao'nun attığı-kaçırdığını, Adem Büyük'ün havalara uçtuğu gol sevinçlerini, Fatih Terim'in çizgide maçı yaşamasını, ve hatta Aykut Kocaman'ın oynattığı futbolu, Sergen Yalçın'ın gözlerindeki umudu, Okan Buruk'un Avrupa ve lig hayallerini;
yeşil çimleri, dolu tribünleri, ve hatta o garip renklerdeki kramponları ve meşin yuvarlığı...
Özlemek, çok dilde “eksikliğini hissetmek” demektir. Seni çok özledik futbol. Sen yoksan eksiğiz futbol... Gözlerinden hasretle öperiz. Bir gün kavuşmak üzere...

Paris Mektubu

Paris Saint Germain-Borussia Dortmund maçını hatırlıyor musun? Aslında saçma bir soru öyle değil mi? Bir ay önce oynanan maçı nasıl unutur ki insan ama sanırım sen de benim gibi düşünüyorsun. Bu hayatımızın en uzun ayıydı, ben yıl geçmiş gibi hissediyorum mesela. PSG'nin Almanya'da 2-1 kaybettiği maç seyircili oynanmıştı, baktım takvime 18 Şubat'mış. Avrupa'da hiçbir haber bülteninin ilk haberi koranvirüs değildi o günlerde oysa ki virüs Ocak başından beri varmış kıtada, Milano'dan Aurelio ile ben de konuştum, o da ısrarcı, İtalya'da ilk hastanın 21 Şubat'ta belirlenmiş olması onlarda da bizde de büyük bir ihmal zincirinin sadece bir halkası. 11 Mart'ta Paris Saint Germain taraftarı maçın seyircisiz oynanacağını öğrendiğinde bunun haksızlık olduğunu söyleyip isyan etmişti, Almanlar seyircili oynamış, biz neden takımımıza destek veremiyoruz deyip Parc de Princes Stadı'nın çevresinde toplanmışlardı. Turu geçtik ve futbolcular o taraftarlarla kolkola zaferi kutladılar. Bugün dönüp geriye baktığımda acı acı gülümsüyorum, nasıl büyük bir delilikmiş...

O hafta sonu maçlar ertelendi de ne oldu Paris sokakları yine doluydu, daha karantina kararı alınmamıştı, İtalyanların başına gelenleri haberlerden izliyor, korkuyor ama hayatımıza devam ediyorduk. Liberation'un 16 Mart Pazartesi günü birinci sayfasına attığı manşet aslında tetiği çekti. Paris'te güzel hafta sonunda meydanları parkları dolduranların fotoğraflarını çekmişler ve bilinçsizlik devleti manşeti atmışlardı. O günün akşamında Macron resmen Fransa halkını fırçaladı canlı yayında ve düşman orada ve göremiyorsunuz diyerek savaş hali ilan etti.

İtalyan ve İspanyollar gibi biz de futbolun Haziran ayında döneceği haberlerini okuyoruz gazetelerde ama bana inandırıcı gelmiyor. Wimbledon yönetimi turnuvayı bu sezon oynanmayacağını açıklamıştı, bizimkiler Paris'teki Rolland Garros'u Ekim ayına aldılar, sanırım sezon tek büyük Grand Slam'i bu olacak. Bizde Paris Saint Germain yıllardır sezonun birinci haftasında şampiyon olduğundan asıl kavga kimin Avrupa kupalarına gelecek sezon gideceği yönünde çıktı. O.Lyon Başkanı Aulas'ı bilirsin, işi iyi bilir, yaşlı kurttur ama önerdikleriyle nasıl bir fırsatçı olduğunu bir kez daha gösterdi. Ona göre sezonu iptal etmeliymişiz ve geçen sezon Şampiyonlar Ligi'ne giden takımlar gelecek sezon da gitmeliymiş. Yani PSG, Lille ve kendi takımı O.Lyon.. Bu sezon ligde kabus yaşadıklarından ve gelecek sezon ilk üç arasında olmayacaklarını bildiğinden böyle konuşuyor Aulas, zaten onu çok ciddiye alan da olmadı...

Ben de seninle aynı fikirdeyim, mektubunda yazdığın gibi liglerin kalanının Ağustos ayında oynanması en doğrusu olacak. İki aydır evlerinde olan futbolcuların Haziran ayında oynanır diyenlere söyleyecek iki çift lafı olmalı öyle değil mi? Kolaysa çıkın siz oynayın mesela. Gelecek sezon Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi bir ay gecikmeli başlayabilir ama benim aklıma gelen ilk problem her ülke acaba birbirlerine uçuş izni verecek mi? Roma, Madrid, Barselona, Londra gibi biz de bu yaz Paris'te turist göremeyeceğiz ama sonbaharda hayat normale döner diye düşünüyorum. Lakin kim ne zaman Mona Lisa'yı görmek uçağa atlar ve Paris'e gelir, bunu hesap edemiyorum..

Şimdi merak edip İstanbul'un hava durumuna baktım, o çok sevdiğim özlediğim şehrin. Ne güzel bahar gelmiş şehrine, burada da güneş açtı ama sevdiklerimizle sokakta yürümedikçe, yorgun düşüp oturup bir kahve içmedikçe o güneş benim içimde açmıyor. Biliyorum bu zor günler geçecek, sokaklar, tribünler yine dolacak, başka insanlar olacak mıyız, başka bir dünyaya uyanacak mıyız, sosyal mesafe denilen uymamız gereken ama bir taraftan da içimi acıtan gerçek hayatımızdan çıkacak, ben yine İstanbul'a gelip derbi izleyeceğim ve Moda'da (hiç unutmadığım ne güzel semt ismidir) denize dalıp sade kahvemi içeceğim. Paris'ten sevgiler. Paul...

Dukla Prag'ın Deplasman Forması


BU devirde forma koleksiyoncusu olmak kolay değil, bırakın eski formaları, Avrupa'da kulüp mağazalarında her sezon üç farklı versiyonu çıkan taraftar formalarından birini koleksiyona katmak için 600-900 TL'yi gözden çıkarmanız lazım. Ben kült bir formanın hikâyesini anlatayım. Dukla Prag'ın 1960'larda giydiği deplasman forması, futbol koleksiyoncularının favorilerinden. Futbol tarihinin en kült formalarından biridir Dukla Prag'ın deplasman forması. Sarı zemin üzerine yakası ve kolları kırmızı forma. Peki nedir onu özel yapan? İngiliz grubu Half Man Half Biscuit'in 1986'da çıkardığı ilk single: "All i want for christmas is a Dukla Prague away kit"i (Noel için tek dileğim bir Dukla Prag deplasman forması) duyan formanın peşine düşer. 1993'de Çekoslovakya tarih olur. Yıkılan rejimin kulübü Dukla Prag da çöker gider. Şimdilerde Çek liginde Marila Pribram diye bir takım var Dukla Prag'ın devamı...