2 Mayıs 2016

Sürprizlerle Dolu Bir Hayat Jack Mansell ve Galatasaray

2013 yazının sonlarına doğru Sussex bölgesinin sakin bir yerleşimi olan Seaford’da, düzenli bir dairenin oturma odasına tıkılmış durumdaydık. Jack ve Moira Mansell yirmi yıldan fazla bir süredir İngiltere’nin güney kıyısında emeklilik hayatını sürdürüyorlardı. Geçmişi düşününce, Jack’in 1974-1975 sezonunda Galatasaray’ı çalıştırdığını ilk kez nerede okuduğumu hatırlayamıyorum. Otobüs güzergâhımın üzerinde yaşadığını nasıl keşfettiğimi de hatırlayamıyorum. Akşam trafiğinin içinden sıyrılmak için acele etsem de biraz geç kalmıştım; fakat birkaç gün önceki telefon konuşmamızda olduğu gibi kapıyı açan Moira canayakındı. Zamanda geri gidebilsem işten o kadar geç çıkmamış olmayı dilerdim; ama ben mütemadiyen çok yavaştım.
Kapıdan ilk girdiğinizde önceden ne olduğuna veya nasıl yaşadıklarına dair hiçbir ipucu bulamazdınız. Onların neredeyse çeyrek yüzyıllık zamanda, üç farklı kıtada yedi farklı ülkede takım çalıştırdığı sonradan anlaşılırdı. Onlar konuştuğunda, nereye giderlerse gitsinler görevi hep beraber üstlendiklerini, her zaman “birlikte” başardıkları anlaşılıyordu. Jack için bir ses kaydedici ve karmakarışık sorular hazırlamıştım yine de işler beklediğimden farklı şekilde sonuçlandı. Kuşkusuz futbol üzerine konuştuk fakat konuşmanın büyük bölümü İstanbul’daki hayatları üzerineydi. En büyüleyici ve en esrarengiz şehirlerden biri olan İstanbul.
Ailesinin kökleri ülkenin kuzeybatısındaki Lancashire’a uzansa da, futbolcu olarak Jack Mansell kariyerinin büyük çoğunluğunu güney kıyısında geçirmişti, önce Brighton & Hove Albion ve sonra Portsmouth takımlarıyla. Brighton’daki ilk yıllarında antrenörlüğe ilk adımlarını atmış, federasyonun Lilleshall’daki yaz kurslarına katılmıştı. Antrenörlük Direktörü olarak federasyondaki yeni görevini sürdüren Walter Winterbottom tarafından düzenlenen kursların amacı antrenörlük kavramını cesaretlendirmek ve gelişimini sağlamaktı. Ayrıca katılımcılara federasyon nişanı elde etme imkanını sağlıyordu. Zaman içerisinde Winterbottom, sadece kursları yürütmekle kalmayacak aynı zamanda dünya çapında organizasyonu temsil edecek federasyona bağlı eğitmenlerden oluşan bir yapı kuracaktı.
Brighton’dayken, Jack şehrin gençlerini eğitmek üzere okulunu açmıştı. Oyuncuyken çoğu zaman antrenmanlardan sonra takım arkadaşlarıyla çalışırdı ve yönetmek onun için olağan bir kademe olarak gözüküyordu. “Futbol oynarken, bu yapmaktan zevk aldığım bir şeydi. Bunu amaçlamadım, kendiliğinden gelişti” diye anlatmıştı. Apandisit sebebiyle futbola erken veda etmişti, sonrasında yarı profesyonel Eastbourne United ile Metropolitan Ligi’nde oyuncu-menajerlik görevini kabul etmişti. İki çocuk sahibi olarak ailesiyle beraber Sussex’e geri taşındılar.
Konuşmanın bir yerinde Moira federasyondan yurtdışındaki uygun iş imkânlarını istediklerini hatırlamış gibi gözüktü. O devirde dünya üzerindeki tüm ülkelerden takımlar İngiltere Futbol Federasyonu’ndan antrenörlük ve menajer bulma konularında yardım istiyordu. Jack’in denizaşırı antrenörlük deneyimi evvelden vardı, önceki sezonlarda Güney Afrika ve Bermuda’yı ziyaret etmişti. İtibarlı bir antrenör olarak artık bu tecrübelerinden faydalanmalıydı. “O zamanlar fazlasıyla maceraperesttik” demişti Jack “Söz konusu şeye bakar ve ilgimizi çekerse ona giderdik”. Bu macera ruhu Hollanda, Birleşik Devletler ve Yunanistan’da geçen zamanlar sağlamış, arada Rotherham United ve Reading sorumlulukları alınmıştı. “Aşağı yukarı otuz yedi kez taşındık” demişti Moira gülümseyerek; bir yandan gazete kupürlerine hızlı hızlı göz atarken. “Yerleşik hayata alışkın değilim”.
1974 sezonun sonuna gelirken, onunla Türkiye’deki bir iş hakkında temasa geçen Antrenörlük Direktörü Alan Wade olmuştu. Yunanistan’da geçirdiği tecrübesini dikkate alan Federasyon’un, Galatasaray’dan gelen antrenör adayı ricası için onu öne sürdüğünü anımsıyor. “İngiltere Futbol Federasyonu tarafından önerilmek son derece önemliydi” dedi ve yüzündeki gülümsemeyle ekledi “iyi veya kötü olmanız fark etmez”. Başka bir İngiliz ve Salford’dan arkadaşı Brian Birch’in dört yıllık başarılı bir dönem sonunda görev süresi uzatılmamıştı. O zamanlar bile Galatasaray antrenörü için hayati önem taşıyan Fenerbahçe derbisini ligin sonlarına doğru kaybetmesi buna yol açmıştı. Ne Jack ne de Moira’nın iş görüşmesi sürecini hatırlamadıkları öğrenince üzüldüm. Moira resmi bir görüşmenin olup olmadığını bile merak ederken Jack olması gerektiğine kanaat getiriyordu. Hatıralarında yer etmediğine göre önemli bir durum olmamıştı.
Kısaca çocukları hakkında sorular sordum. 60’ların sonunda maaile Hollanda’ya ve sonra Boston’a gitmişti, iki çocukları Steve ve Nick ve yanlarında kedileriyle. Büyük evlat Steve, üniversiteyi kazanınca Reading görevi için Jack ile gelmeyip ABD’de kalmıştı. Küçük Nick, sonraki denizaşırı taşınmalarda Yunanistan’a kadar gelmişti, fakat o da Lancing College’a yatılı öğrenci olunca ebeveynleriyle İstanbul’a gelmedi.
Çiftimiz, geleneksel Doğu ruhuna karşılık emekleyen Batı modernliği arasındaki değişim sürecinin ortasındaki şehre varmıştı. Ben bunları yazdığım sırada, ulusal bir haberde akademist John McManus “Türk hayatındaki başlıca çelişki”yi güzelce tasvir etmişti; uygarlık ve refah timsali ve her şartta ulaşılması gereken Avrupa ve diğer yandan “kültürü, siyaseti ve dini farklı” ve güvenilmez. Avrupa etkisinin örneği olarak şüpheli görülmüş; kulüp Mansell ailesini yeni İstanbul’un ışık saçan sembolü Hilton Hotel’de ağırlamayı uygun bulmuştu. Roman yazarı Orhan Pamuk bu dönemde batılı yeniliklerin ilk kez otelde görüldüğünü anlatmıştı. Adı hamburger olan harika şeyin ilk tadına bakmasını ve annesinin evde kullandıkları çamaşır kurutma makinesini. Birçok gazete buraya görevli bir muhabir atamıştı. Moira otelde kalmanın harika bir şey olduğunu düşünüyordu ve kulüp onlara kendilerine ait bir daire bulduğu zaman üzüldüğünü hatırlayınca kahkahasını tutamadı.
Hilton’u geride bıraktığımızda, İstanbul geleneklerin ağır bastığı, geniş ölçüde fakir bir şehirdi. Türkiye Cumhuriyeti laik olsa da ülke İslam dininin gerekliliklerine göre yaşıyordu. Batılı ziyaretçilerin nazarında İslam adetleri her yerdeydi; eski camiler birbirine geçmiş çatıların uyumunu bozuyor, minareler göğe doğru uzanıyordu. Ezan sesleri şehrin telaşına karışıyordu. Kurban bayramı süresince, fakirinden en zenginine şehrin her mahallesinde binlerce koyun kurban edilmişti. Pamuk, kaldırım taşlarının kanla kaplandığı İstanbul’u bir mezbahayla mukayese ederek tarif etmişti. Ekonomik açıdan, 1960’dan itibaren İstanbul hızlı bir sanayileşme hareketi başlatmış, diğer büyük şehirler gibi Anadolu’dan gelen işçilere ait gecekondulardan oluşan kasabalarla çevrilmişti. Dükkânlardaki yiyecek kıtlığını gören Moira yıldırım çarpmışa dönmüş ve ikisi de özellikle Taksim Meydanı etrafındaki sokakları dolduran dilencileri görünce şok olmuşlardı. Jack, İstanbul’u tarif ederken istemeden de olsa futbola benzetiyordu, şehir iki yarı sahadan oluşuyordu, para ve ciddi fakirlik.
Çiftin şehre varışında birkaç hafta sonra, 1974 yılının temmuz ayında Türkiye, Yunanistan destekli hükümet darbesine cevaben Kıbrıs’a asker çıkarmıştı. İstanbul’daki gergin atmosfer akıllarına geliyor ve Moira özellikle harekât öncesi akşam şehirde yapılması emredilen karartmaları anımsıyor. Krizin büyümesinden ve çatışmalar çıkmasından çoğu kesim korkuyordu. O dönemlerde siyasi şiddet şehrin sokaklarına yabancı bir şey değildi, 1971 ve 1980’de asker botları hüküm sürmüştü. Diğer taraftan Yunan birlikleri sınıra intikal ediyor ve Ege Denizi’nin doğusunda donanma konuşlanıyordu. Felakete doğru gidişat hissedilebiliyordu. Kaderin cilvesi, Jack önceki sene, Papadopoulos’un makamından düştüğü dönemde Yunanistan’da takım çalıştırmıştı. Dört yıl sonra İsrail’de, Lübnan işgali sırasında çalışacaklardı. Krizler onların gelişiyle çıkıyor gibiydi; Jack Reading’de bir arkadaşıyla bu konu üzerinde şakalaştığını hatırlıyor. Arkadaşı, çiftin eve geri dönüşü sonrası Birleşik Krallık’ta çıkacak olası bir krize karşı hazırlık yapmaya başlamıştı.  
Sahada işler daha kolay başlamıştı. Kulüp iç saha maçlarını o dönemde İnönü Stadı’nda oynuyor, stadı şehirdeki rakipleri Fenerbahçe ve Beşiktaş ile paylaşıyordu. Jack tesisleri görmeye götürülmüştü, kocaman bir kâseye benzeyen tozlu derinliklere sahip bir kum sahası. Yardımcısı olarak, kulüp Jack’in yanına Tamer Kaptan’ı tahsis etmişti; Kaptan arkadaş canlısı ve İngilizce konuşabilen eski bir Kasımpaşa futbolcusuydu. Teknik direktör yardımcısı olarak sorumlulukları takımdaki sorunları çözmek ve maçlardan sonra basına hitap etmek ile saha dışı sorunları futbol şube sorumlusuna aktarmaktı. Bu görevde Metin Oktay bulunuyordu, Galatasaray tarihinin önemli şahsiyeti altı kez gol kralı olmuştu. 1991’de bir araba kazasında vefat eden Taçsız Kral’ın kariyerindeki 642 gollük rekor hala kırılamamış durumda. İsmi kulübün antrenman tesislerini onurlandırıyor.
Jack’e yabancı ülkelerdeki görevine yaklaşımını sorduğumda ilkeleri kolay anlaşılırdı. O her zaman futbolcularla başlardı. Takım kurmak için kesinlikle teknik kabiliyetin değerlendirilmesi gerekirdi ve keza “oyuncunun sahip olduğu özellikler” ile de ilgilenilmesi gerekirdi. Tecrübeyle sabit olarak “bir futbolcuyu izlerken oyuncunun özellikleri bakımından onda ne aradığınızı bilirdiniz. Bakışının, yaşamının, görünümünün nasıl olduğuna”. Yeni antrenör kesinlikle yetenekli bir kadro miras almıştı, 1972/73 sezonunda ligi ve kupayı kazanan takımın omurgası korunmuştu. Kadrodan birkaç kişi İngilizce konuşuyordu. Çok iyi bir kaleci, Yasin Özdenak, daha sonra kalesini koruyacağı ve kısa süreliğine çalıştıracağı New York Cosmos’a transfer olacaktı. Kale önünde tecrübeli oyuncular Tuncay Temeller, Muzaffer Sipahi ve Ekrem Günalp’ten oluşan defans hattı. Onlara katılan 20 yaşındaki Fatih Terim, güneydeki Adana Demirspor’dan transfer edilmişti. Orta sahada Mehmet Oğuz ve Aydın Güleş uzun zamandır takımdaydı. Ve gol yollarında Metin Kurt, Gökmen Özdenak ve Mehmet Özgül yer alıyordu. Yerel basının zihni taktik disiplin ile meşguldü, yine de o bu konuda konuşmaya tenezzül etmemiş daha ziyade taktiksel basitliğe inancını önemsemişti.
İlk lig maçı öncesi Jack çıkış tünelinde kurban kesimi için durdurulduğunu hatırlıyordu. Bir ses duvarına çarpmıştı, eşikten geçtiklerinde akan kana basmışlardı. Bu dini görevin yerine getirilmesinin katkısı olup olmadığını söyleyemeyiz ama 2-0’lık Giresunspor galibiyetiyle sezona müspet bir başlangıç yapılmış, kulüp ilk on maçında mağlubiyet görmemiş, önemsiz iki gol yemişti. Stadyumlar her zaman doluydu ki Moira kendisinin bile içerideki maçlarda boş yer bulmak durumunda olduğunu hatırladı. Jack hayatında ilk kez, daha önceden bilmedikleri ünlü olma deneyimini yaşamıştı. Daha önceden de başarılı olmuşlardı fakat takdiri ağırbaşlılıkla karşılamayı öğrenmişlerdi. Moira bana Jack’in Reading’teki ilk döneminde nasıl yere göğe sığdırılamadığını anlatmıştı, yine de bir sezon sonra kovulmuştu. İstanbul’daki tepkinin yoğunluğu ise farklı bir yerdeydi. Bir keresinde bir adamın önlerinde durup Jack’in ayağını öpmeye çalıştığını hatırladılar. Çiftin tamamıyla rahat hissettikleri bir durum değildi ve kısa zamanda bundan kaçmanın zor olduğunu fark ettiler. “Bir süre sonra sinirlerinizi bozuyor”, hem fikirdiler; ilk başta yeniydi ama sonra can sıkıcı olmaya başladı.
Konuşmamız mutlu bir biçimde sahadan hayata dönmüştü ve Moira İstanbul’da ne kadar çok eğlendiklerini saklamıyordu. Etraflarının kalabalık olduğunu ve ziyaretçilerin dünyanın her tarafından geldiğini hatırlıyordu, buna rağmen çoğu sima yok olmuştu. Renzo adında Hilton’da piyano çalan bir İtalyanla ilk günlerde ahbap olmuşlardı. Çoğu toplantıda Amerikan aksanı ağır basıyordu, şehirde görevli Birleşik Devletlerin Hava Kuvvetleri personeli genellikle yanlarında olurdu, ayrıca orada yaşayıp çalışan Türkler vardı. Ara sıra kulüptekilerle akşam yemeği yiyor ve bazen yerli bir gazeteci ve İngiliz eşiyle çay içiyorlardı. Çiftimiz Tamer Kaptan’ı çok seviyordu, oyuncu ve teknik kadrodan sadece onunla arkadaşça vakit geçirmişlerdi. Fırsat bulduklarında dışarıda yemek yiyorlar ve restoran sahiplerinin onları taze et ve balıklarını göstermek için mutfaklarına davet ettiklerini anlattılar. Bazı hatıralar akla gelmemek konusunda inatçıydı, fakat pek çok unutulmuş karakter yeniden hatırlandı. İsimleri ise günümüze gelene kadar ağır ağır kaybolmuştu; Moira’nın umutsuzca bir adamı üst kattaki Pirelli lastikli adam olarak hatırlamasına gülmüştük.
Ailelerine ve arkadaşlarına duydukları özlemi öğrenme konusunda istekliydim. Jack “Mansellerin Tatil Köyü”nden bahsederken Moira gülümsüyordu. Ardı arkası kesilmeyen arkadaş ve aile üyelerinin ziyaretleri için bu sevecen ismi bulmuştu. Oğulları Nick okul tatillerinde geliyordu, şehrin ünlü Pudding Dükkânı* önünde kendi deri ceketini genç birine satmaya çalışarak ailesini güldürüyordu. Misafirleri bilfiil Moira’ya, yakındaki tanıdık sokakların dışına çıkarak, bir turist gibi şehrin belli başlı yerlerini görmesini ve Anadolu Yakasına geçmesini sağlamıştı. Hatta birkaç günlüğüne İzmir’i ziyaret etmişti. Aslında daha az mesafe kat etse de Türkiye’yi Jack’ten daha fazla görmüştü. Futbol Jack’i ülkenin farklı köşelerine götürmüştü, fakat onu korkutan küçük uçakların pencerelerinden ve takımı stadyum ile havaalanına götüren otobüslerden çok az şey görebilmişti.
İlk yenilgi Aralık ayında gelmişti ama basındaki çatlak seslerin yükselmesi hızlıydı. Alınan iyi sonuçlar taktiğin sorgulanmasını susturmuştu fakat yakında geri dönecekti. Orta sahayı hızlı geçen ve ağırlıkla dosdoğru ileriye pas atmak üzerine kurulu oyun anlayışı esnek olmayan prese dayalı 4-2-4 sisteminden ortaya çıkmıştı. Taraftarlar ve medya bir ağızdan orta sahadaki adam eksikliğinden şikâyet ediyor ve kulübün bu sisteme uygun futbolcularının olmadığında ısrar ediyorlardı. Ümitsizce Alan Clarke tarzı bir futbolcuya özlem duyuyorlardı.
Taktiksel başarısızlık görüşlerine takımın fizik kondisyonunun eksik olduğuna dair suçlamalar eşlik ediyordu. Brian Birch’in başarısının sırrı takımın sağlamlığı ve yorulan rakip takımlar karşısında maçları kazanmalarında saklı olduğunun altı çiziliyordu. Fakat sıra Jack’e gelince oyuncuların tembelleştiği ve disiplinsiz davrandıkları hissediliyordu. Jack’in hatırladığı bu ikinci suçlamanın gerçeklik payının düşük olduğuydu. Belki de bu algıya karşın kültürel bir bakış vardı ama Jack son derece istekli ve terbiyeli bir futbolcu grubu olduğunu hatırlıyor. Hatta maç İstanbul’da olsa bile kulüp, yönetim ve oyuncuları hafta sonu için otelde kampa sokmakta ısrar ederdi. Gerçek ne olursa olsun Jack Mansell’in Galatasaray’ının performans seviyesini maçların sonuna kadar sürdüremediğine ve sonuçta kaçınılmaz sona ulaştığına inanılıyor.
Şubat ve Mart başındaki galibiyet alınmadan geçilen altı maç sorunların su yüzüne çıkmasına neden oldu. Türkiye Kupası’nda çeyrek finalde elendikten sonra Doğan Koloğlu hem Metin Oktay hem de Mansell’i denetlemek üzere göreve getirildi. 23 Mart 1975’te yeni yönetimiyle beraber Galatasaray sezonun belirleyici maçında ezeli rakibi Fenerbahçe ile karşılaşacaktı. Jack’in takımının, pek istekli görünmeseler de, kontratak oynayacağı anlaşılmıştı. Brezilyalı efsane Didi tarafından yönetilen Fenerbahçe gayretle istediği sonuca ulaşmak için elinden geleni yapıyordu fakat Galatasaray son yirmi dakikada kendi yarı sahasına çekilmişti.  Gazetelere baktığımızda çamurlu sahadan dolayı Jack’in oyuncuları oldukça yorulmuş ve seksen sekizinci dakikada Arif Aydın Çelik maçı Fenerbahçe’ye kazandıran ve şampiyonluğu getiren golü atmıştı. Galatasaray perde arkasında yeni hoca arayışına başlamış fakat Jack sondan bir önceki maça kadar görevinde kalmış, son maça kısa bir süre kala ayrılmıştı. İşin sonunda rüzgarın nereden eseceğini her zaman hissederdiniz demişti. Kulüp yetkililerinin davranışlarındaki ve vücut dillerindeki değişim asıl niyetlerini ortaya çıkarıyordu. Lancashire aksanıyla kibarca ifade etti, “eğer kazanamıyorsanız, burnunuz boka batmış demektir”.
Böylece Jack ve Moira yola koyuldu. Sıradaki görev Bahreyn’deydi, daha sonra uzun bir süre İsrail’de olacaklardı. Farklı kulüp görevleri yanı sıra Jack milli takımı çalıştıracak ve 1982 Dünya Kupası elemelerinde başarısız olacaklardı. İsrail sonrası Sussex’e geri döndüler. Moira gülümseyerek Jack’in devam etmesini dilediğini söyledi, maceraya bayılıyordu ve daha önceden bana söylediği bir şeyi açıklığa kavuşturdu. “Her ülkeye yerleşebilirim” diyerek güldü, “yerleşmenin zor olduğu tek ülke İngiltere’ydi”. Sonra ayrıldığı için ağladığı tek şehrin İstanbul olduğunu söyledi. 2013 yılındaki Seaford’daki bu buluşmadan sonra tekrar görüşebilmeyi çok denedim. Ama hep bir şeyler buna mani oldu.
Keşke yavaş davranmasaydım diyorum ama ben her zaman yavaştım. İşyerinde bir öğlen, 88 yaşındaki Jack’in 18 Mart 2016’da aramızdan ayrıldığını okudum. Aklıma gelen Moira ve ailesi olmuştu. Onlara sunacak kadar bir şeyi tamamlamadığıma pişman oldum. Sonra konuştuğumuz son şeylerden biri aklıma geldi. Farklı nesillerden gelen insanlar arasındaki sohbetlerde genellikle hayat hakkında konuşma alışkanlığı kazanılıyor. Moira bana pişmanlıkları olmadığını söylemişti, yıllar boyu muhtemelen birkaç hataları olabilirdi. Buna Jack şakayla karışık “her cumartesi hatalar yaptım” diyerek karşılık verdi. İkisi beraber güldüler ve  Moira kocasına dönerek şu sözleri sarf etti “yaşadığımız hayattan zevk aldık ama öyle değil mi”.

Aydın Kulak’a Jack’in Türkiye’deki günleri hakkında çeviriye gerek duymadığım, kibar ve kıymetli yardımları için teşekkür ederim.

Steve Ringwood
Çeviren: Toygar Çalapöver
  

(*)Ç.N: İnci Pastanesi olduğunu tahmin ediyorum.

1 yorum:

cevatprekazi dedi ki...

"Puding Shop" Sultanahmet'tedir. 60'lı yıllarda o dükkanın arkasından otobüsler kalkarmış; doğu ülkelerine (Hindistan vs.) gitmek için yola düşen hippilerin meşhur duraklarından biriymiş. Yola çıkmadan önce orada puding yendiği için Puding Shop şeklinde isim yapmış. Hatta Bill Clinton yıllar önce Türkiye'ye geldiğinde özellikle gidip orada puding yemişti. En son bi 5 yıl kadar önce aynı haliyle görmüştüm sanırım. Özel bir beklentiniz olmasın yalnız, o meşhur "puding" son derece vasat, hatta vasat altı...