26 Ekim 2014

Seni Uzaktan Sevmek


Sadece teknik direktör, futbolcular değil; taraftar da maçtan önce kafasında oynar 90 dakikayı...Sahaya çıkacak 11, diziliş, rakibin zaafları, kendi takımının yumuşak karnı.Herkes kazanır o maçı, sahadaki oyun ise hayattaki gibidir, evdeki hesap çarşıya uymaz bazen. İşte o zaman "Keşke"ler vaktidir. "Keşke sezon başında sattığımız sağ açık takımda kalsaydı ya da 10 numarasız çıktık sahaya, beyinsiz oynanmaz bu oyun" devreye girer.
Sıcak örneklerini isterseniz; derbide Fenerbahçe taraftarı Diego'nun neden oynamadığını sorgulamıştır, hakem son düdüğü çaldığında; Galatasaraylılar ise 12 milyon ödedikleri Bruma ya da kiralık gönderdikleri Amrabat, Dortmund maçında olsaydı "Rakip kaleye gidebilirdik" demişlerdir.
Telafisi yok hiçbirinin ama önümüzdeki maçlara baktığımız zaman diliminde başka ne konuşabilir ki taraftar... Doğrusu belki de Diego oynasa zayıf kalacak Fenerbahçe orta sahasının Alves atılana kadar domine ettiği futbolu oynayamayacağı; oynadıklarında da çare olmayan Amrabat'ın Malaga'da, Bruma'nın tribünde olmasıdır. 

 

Bilemem, bilemeyiz ama bir bildiğim var. Her takımın elinden kaçırdığı ve sonra taraftarın dizlerini dövdüğü futbolcular vardır. Beşiktaşlılar, Manchester United formasını altı yıl giyen Ronny Jonhsen'i hayranlıkla izlediler. Fenerbahçe alt yapısından yetişen Olcan, son üç yıldaki performansıyla sarı-lacivertli forma altında banko adam olmaz mıydı? Yarım sezonda ele avuca sığmayan Ribery'i Galatasaray yönetimi elinden kaçırmasaydı, Türk futbol tarihi başka türlü yazılabilirdi. 
Egemen-Selçuk İnan- Burak Yılmaz üçlüsünün oluşturduğu omurga Trabzonspor'da devam etse peki? Pop müzik tarihimizin en sıkı parçalarından biri olan Kış Güneşi'nde Tarkan'ın dediği gibi "Yanlış zaman, yanlış insan, tutunmak imkansız yamalı sevdalardan" hikayesidir bu gidenler... Yanlış insan, yöneticiler satar onları, ya da yanlış zamanda gelmişlerdir takıma... Sana yar olmazlar, bıçak yarası gibidir ama yetmez, gittikleri takımlarda öyle bir futbol oynarlar ki, tırnaklarını kemirirsin, saçların dökülür. 'Olsaydı, kalsaydı' hikayelerinde Nihat Kahveci, Tuncay Şanlı, Arda Turan üçlüsünü liste başına yazalım ve yine bir kısa Avrupa turu yapalım.

Maradona, 1984'de Barcelona formasıyla ligi dağıtıp 38 gol attığında, kulüp yönetimi için önemli olan otuz kişilik eşrafıyla sabaha kadar dağıttığı partilerdi. Kötü yaşayana Barcelona'da yer yoktu, Napoli'ye sattılar, Maradona bir şehre yaşam sevinci getirdi.
Gary Lineker bugünün şık yorumcu ağabeyi, döneminin en klas golcüsü. Barcelona'da sadece iki sezon kaldı, 36 gol attı, Katalanlar onu Tottenham'a sattılar. Akıllanmamışlardı, 20 yaşındaki Ronaldo'yu, Robson'un teknik direktör, Mourinho'nun tercüman olduğu sezonda 49 maçta 50 gollük performansına rağmen Inter'e verirken pişman değillerdi. Sonra oldular, o ayrı!
Kuzey'in gelmiş geçmiş en kadife ayağı Michael Laudrup, alt yapıdan yetişen ve 16 yaşında arka kapıdan Arsenal'e kaçıp yıllar sonra 40 milyon avroya alınan Fabregas ya da onun izinden gidip Manchester United'ın yolunu tutan ama Alex Ferguson'un bir anlık gafletiyle geri dönen stoper Pique... Real Madrid de farklı değil, ön liberoların atası kabul edilen Makelele ardından Sneijder ve Robben. Kimbilir Real Madrid bu ikiliyi bile satabildiği (!) için dünyanın en büyük ve aynı zamanda en hoyrat kulübüdür. 

İtalya' da dizini döven bir kulüp arıyorsanız o da Inter'dir. Bugün Bursaspor'da kariyerinin son günlerini geçiren Frey esaslı kaleciydi ama genç yaşta sattılar. Cannavaro, Dünya Kupası'nda yıllar sonra Altın Top ödülünü alan defans oyuncusu oldu ama Inter'den Juventus'a firar etmişti bile. Roberto Carlos, Real Madrid'de gelmiş geçmiş en iyi sol bek oldu, Inter onu sattığı için kafasını taşlara vurdu. Dennis Bergkamp, Inter'de 'tutunamadı' sonra Arsenal'de 11 yıl gollerin en güzelini attı. Vatandaşı Kluivert, gittiği Barcelona'da çok iş yaptı ve kendisini gönderen Milan'a yıllarca el salladı. Bir kulüp ezeli rakibine en iyi adamını satar mı? Farkında değilse, evet.


Real Madrid'den Inter'e gelen Seedorf, Milano'nun öteki tarafına, Milan'a gitti ve yıllarca orta sahada külhanbeyi Gattuso'nun önünde döktürdü. Inter bu, yetmez elbette. Diego Simeone bugün dünyanın en iyi teknik adamlarından biri. Onu İtalya'ya getiren Lucescu idi. Yıllar sonra en iyi zamanında Inter onu da yollamayı başardı. Lucescu'nun kısa Inter macerasında A takıma çıkan Pirlo'nun Milan'a gidişinde Inter taraftarı bilse başkan Massimo Moratti'ye çok özlediğimiz Barış Manço'dan Dağlar Dağlar şarkısını söylerdi: "Ellerimle büyüttüğüm solarken dirilttiğim çiçeğimi kopardın sen ellere verdin." Pirlo, Inter Üniversitesi'nden mezun oldu, Milan'da yüksek lisans ve doktorasını yaptı. Maestro olduğu Juventus formasıyla da artık bir futbol profesörü...


1996'da UEFA Kupası çeyrek finalinde Milan evinde Bordeaux'yu 2-0 yenmiş, Maldini, Baresi, Desailly, Baggio, Donadoni'li kadrosuyla Fransa'ya kafası rahat gitmişti. Bordeaux, ilk yarıya 1-0 önde kapadı ve 63'te Zidane'ın serbest vuruşu maçın hakemi Ahmet Çakar'a çarpıp Dugarry'nin önünde kaldı, Fransızlar bir gol daha atıp rövanşı 3-0 aldılar ve turu geçtiler. Milan'da teknik direktör Fabio Capello hesabı genç bir Fransız oyuncuya kesti.
20 yaşındaki Patrick Vieira'nın Milan formasıyla sadece ikinci maçıydı ve son maçı oldu. İtalyanlar onu Arsenal'e sattı, Vieira, Londra kulübünde 280 maça çıktı! Ya o top Ahmet Çakar'a çarpmasaydı... Bilemem, bilemeyiz...
Hayat... 

Hiç yorum yok: