Sene 1993 ya da 1994 olmalı. Galatasaray basketbol takımının başında Aydan Siyavuş var. Kadro iyi ama bir türlü doğru kimya tutturamıyorlar, yabancıların biri gelip, biri gidiyor. Ligin ilk yarısında Fenerbahçe’yi yenerek taraftarlarını umutlandıran ve üst sıralara tutunabileceği mesajını veren Sarı-Kırmızılılar, ikinci yarıyla birlikte orta sıralarda yer alan Yıldırımspor ve Oyak Renault gibi takımlar önünde yenilgiye uğrayarak, serbest düşüşe geçiyor. Ve bu şartlar altında, Fenerbahçe ile oynanacak rövanş gelip çatıyor. Siyavuş, yakın çevresine “Bu maçı da kaybedersek beni kovarlar” diye fısıldıyor.
Fenerbahçe maçı kaybediliyor. Hem de çok farklı… Maçtan sonraki Pazartesi günü şubenin yöneticisi Faruk Süren, koç Siyavuş’a telefon ediyor: “Öğleden sonra benim ofisime bir uğrasana.”
Emektar antrenör, karısına, dostlarına durumu anlatıyor, “Buraya kadarmış” diyor ve Süren’in Fındıklı’daki ofisinin yolunu tutuyor. Tahmininin aksine, güleryüzle karşılıyor onu Süren… Dereden tepeden konuşuyorlar, laf bir türlü basketbola ve takımın durumuna gelmiyor. Sonunda Siyavuş, ayağa kalkıyor: “Faruk Bey, ben izninizi istemek durumundayım, Florya’ya, antrenmana yetişmem lazım.”
Süren sekreterini çağırıyor ve “Hani Aydan Beye bir şey ayırmıştık, onu getirsene buzdolabından kızım” diyor. Siyavuş şaşkın, tecrübeli yönetici geniş bir gülümsemeyle açıklıyor: “Geçen gün sakızlı muhallebi getirmişler, çok güzeldi. Yerken senin de kulaklarını çınlattık. Baban çok severdi, sen de seversin diye düşündüm ve bir tane ayırdım.”
Rahmetli Siyavuş bu öyküyü anlatırken, oracıkta telaşla kaşıkladığı sakızlı muhallebiden hiçbir tat alamadığını, o gün yaşadığının, gerçek bir sevgi gösterisi mi, yoksa Süren’e özgü ilginç bir uyarı biçimi mi olduğunu, asla anlayamadığını söylemişti.Muhtemelen aynı Süren, 1996 yılında Fatih Terim yönetimindeki futbol takımı sezona kötü girip, Fenerbahçe’ye 4-0 mağlup olduğunda da teknik direktörüyle karşılıklı oturup birer tatlı yemiştir. Sonraki dört yılda neler olduğunu hepiniz biliyorsunuz.
Galatasaray böyle bir kulüptü bir zamanlar…
Çok değil, sadece 15 yılı geride bıraktık ve yönetici profili bir anda değişti. Bugün devre arasında bayan basketbol takımının soyunma odasına inip, “Bu maçı alamazsanız…” diye başladığı cümleyi sinkaflarla bitirenler, protokol tribününden kendi sporcusuna sövenler oturuyor o koltuklarda…
Koray Mincinozlu ve Okan Çevik’i yıllardır tanırım. Spor kültürünü de, hayat bilgisini de Mektebi Sultani’de edinmiş, zeki ve iyi eğitimli adamlardır. Neyin ne olduğunu, nereye varacağını gayet iyi hesaplayacak analiz yeteneğine sahiptir ikisi de… Cemal Nalga olayında başvurulan cinliklerin, hinoğluhinliklerin aslında kimseye bir şey kazandırmadığını, bunun mankafalıktan başka bir şey olmadığını sizin, benim kadar bilirler.
Ortada bir akıl tutulması olduğu kesin…
Ama bir de şöyle düşünün: Hazırlık maçlarındaki yenilgilerden sonra bile işinizden olabileceğinizi düşünecek kadar baskı altındaysanız… Oyuncularınızın uluorta küfür yemesini istemiyorsanız… Başkalarının önünde hakaret işitmek, bu yaştan sonra ağırınıza gidiyorsa… Ve her şeye rağmen, hayatın merhametsiz mengenesi sizi avucuna almışsa… Çoluk çocuk varsa ve evde ekmek bekliyorsa…
Aklınız tutulabilir.
Bunun nasıl bir şey olduğunu en iyi bilen kişi Murat Özyer’dir.
Tıpkı Okan Çevik gibi aynı sıralardan yetişmiş olan, Galatasaray basketbol takımı koçluğundaki ikinci yılında takıma Avrupa’da yarı final oynattıktan sonra başarısız sayılan ve yerine antrenör aranan, bulunamayınca “Sen bizim evladımızsın” ayağıyla yine takımın başına geçirilen, ardından, o sezonun ortasında fol yok, yumurta yokken, son derece saygısızca kapının önüne koyuverilen Murat Özyer…
Profesyonelleri akıl tutulmasının eşiğine getiren hoyratlık ve baskı ile onları kupalara götüren özgür ortam arasında dağlar yok aslında…
Yalnızca bir kase sakızlı muhallebi var.
YİĞİTER ULUĞ