23 Mayıs 2020

Düşersen Tut Elimden


Napoli halkı, eski hocaları Sarri İngiltere dönüşü Juventus'un başınca geçince onu hain ilan etmişlerdi. İtalya'nın güneyi Maradonalı yıllardan sonra en çok Sarri ile yaklaşmıştı şampiyonluğa. 2017-18 sezonu bittiğinde Napoli 91 puan toplamıştı ama Juventus fazlasını yaptı, 95 puanla şampiyon oldu. Londra'ya giderken Sarri “Ben bu takımı aldığımda 60 puanla ligi bitiriyordu. 91 yetmedi, ben ne yapabilirim” diyerek çaresizliğini ortaya koydu.
Liverpool bugün şampiyonluk için gün sayıyor ama 15 yıl önce Şampiyonlar Ligi Kupası'nı kazandıran İspanyol teknik adam Benitez, kulübün büyük hasretini 12 yıl önce dindirebilirdi. İspanya'da 38 haftalık ligde Valencia ile 77 puan toplayıp Barça, Real Madrid ve Deportivo La Coruna'yı (evet efsane La Coruna) sollayan Benitez'e İngiltere Premier Lig'de 86 puan şampiyonluk için yetmemişti. Daha iyisini yapan bir adam vardı. Sir Alex Ferguson ve onun Ronaldo'lu Manchester United'ı.. İspanya'da 10 yıl önce Real-Barça rekabetinde Pellegrini yönetimindeki Real Madrid 96 puan toplandı. Kaybettiği puan sadece 15'ti, yetmedi şampiyonluğa Barça 99 puan yaptı Guardiola ile. 96 puan toplayan Pellegrini'nin görevine son verdiler.

“Ne yaparsan yap olmuyor bazen” sezonlarından bir iki seçme bunlar. Oysaki tam tersi sezonlar da var. İspanya La Liga'da Barcelona-Real Madrid arasında dönen rekabete son yıllarda Atletico Madrid dışında kafa tutabilen olmadı ama 20 yıl önce öyle değildi. 1994'te bir penaltı kaçınca şampiyonluğu kaçıran Deportivo La Coruna yine sahneye çıktı. Kıran kırana geçen bir sezondu, 11 mağlubiyet aldılar, 6 kez berabere kaldılar, Donato-Naybet'li savuma göbeği Mauro Silva, Conceiçao'lu orta saha, top cambazı Djalminha ve Hollandalı golcü Makaay...69 puan şampiyonluğa yeter mi? Yetti, üstelik ikinci Barcelona'ya 5 puan fark attı, Katalanlar ligde 38 haftanın sadece 19'unda kazanabilmiş ve 12 mağlubiyet almışlardı. Real Madrid nerede diye sorarsanız, Del Bosque yönetimindeki takım ancak beşinci olabilmiş ama Şampiyonlar Ligi finalinde, La Liga'yı kendisinin 2 puan önünde finişi gören Valencia'yı dağıtmıştı.

Deportivo La Coruna, İspanya'nın asansör takımı olmayı çok sevdi. Hep düştüler ve hep düştüler, taraftarı da şaşırdı artık, bütün sezon çile çektikten sonra takım küme düşünce gözyaşı döküyorlar, ertesi sezon ikinci ligden çıkınca da bayram yapıyorlardı. “İspanya'nın Türkleri” A Coruna şehrinin gururu Deportivo La Coruna, efsane şampiyonluğun 20. yılını ikinci ligde geçiriyor ve takım küme düşme hattında... İki alt lige düşerlerse bir daha ne zaman La Liga Primera'ya dönerler, bilinmez...

RİVALDO'NUN FİRAR ETTİĞİ GÜN
Barcelona, Real Madrid'in serbest kalma bedelini ödeyip aldığı kaptanları Figo'yu hiç affetmedi ama aynı yolu izleyip bir başka yıldızın İspanya'nın kuzeyinde hain ilan edilmiş olmasını da hatırlamak istemezler. Rivaldo, Deportivo La Coruna'ya bugünün parasıyla 10 milyon Euro'ya gelmişti. Oynadığı bir sezonda Riazor'daki tribünlerin sevgilisi oldu. Bugün bu seviyede bir yıldız için 100 milyonların döndüğü transfer piyasasında o günlerde Rivaldo'nun serbest kalma bedeli dönem için az para değildi. 24 milyon Euro karşılığı 4 milyon Pesetas.. Barcelona bu parayı federasyona yatırdı çünkü Rivaldo'dan “Geliyorum” sözünü almışlardı. En büyük yıldızı elinden alan Deportivo La Coruna üç yıl sonra ligi Barça'nın önünde şampiyon bitirip Katalanlardan rövanşı aldı...


CAMP NOU'DA BİR HAZİRAN AKŞAMI
Figo'nun Real Madrid'e gittiği sezonda Barça şampiyonluk yarışında yoktu ama takımın Şampiyonlar Ligi'ne gitmesi de tehlikedeydi. Barselona'da 17 Haziran 2001 akşamında futbol tarihinin en unutulmaz maçlarından biri oynandı. Barça deplasmanına gelen Valencia rakibiyle aynı puana sahipti ve iki takımın averajları eşitti. İki ihtimalin Valencia'ya yaradığı 90 dakikada küme düşen Atletico Madrid'den gelen genç yıldız Ruben Baraja, Barça'nın kabusu oldu. Onun iki golüne ceza sahası dışından iki golle cevap veren Rivaldo idi. 2-2 ile son dakikalara girilirken Şampiyonlar Ligi bileti Valencia'daydı. 88'de Rivaldo ceza sahası dışından rövaşata ile skoru 3-2 yaptığında Camp Nou yıkıldı.. Barça, Şampiyonlar Ligi yolcusuydu artık... Rivaldo da ceza sahası dışından hat-trick ile futbol tarihine geçti...

Craig Hodges

Son Dans belgeselinde 8 bölüm geride kaldı. Son iki bölüm yarın yayında olacak. Yönetmen Jason Hehir'in müthiş bir kurguyla harika bir iş çıkardığı ortada. Elbette belgesel üzerine eleştiriler de var. “Final Cut”da yani içeriğin belirlenmesinde Jordan'ın belirleyici olmasının bazı gerçeklerin üzerine kapattığını iddia eden spor yazarları da var. The Guardian'da Bryan Armen Graham imzalı makale bu yüzden çok önemli. Eleştirilen noktalardan biri C. Bulls'da Michael Jordan ile kazanılan ilk üçlemede, iki şampiyonlukta büyük katkısı olan Craig Hodges'ın unutulmuş olması. Bu aslında dönemi bilenler için sürpriz bir editör seçimi değil. Dönemin en iyi şutörlerinden biri olan 1990-91-92'de arka arkaya 3 sayı yarışmasını da kazanan Hodges, 1992'de kazanılan şampiyonluğun ardından geleneksel Beyaz Saray ziyaretinde kendi ırkının çektiği problemleri ve yoksulların sıkıntılarını el yazısıyla kaleme aldığı mektubu dönemin başkanı George Bush'a vermişti. Bush mektubu okudu mu bilinmez ama Hodges o günden sonra bir daha NBA'de basketbol oynayamadı. 1994-1995 sezonunda formasını giydi takım Galatasaray.. Bu Pazar'ın ilk hikayesindeki belgeselde David Beckham'ın Old Trafford çimlerinde sorulan “İlk golünü kime attın?” sorusunun yanıtı olan takım...

Camp Nou'ya Bakan Pencerede


Manchester United'daki Terry Cooke gibi hayallerini gerçekleştirememiş çok futbolcu var dünyada. Fotoğrafta Andres Iniesta'nın yanındaki Jorge Troitero gibi. İki çocuğun pencelerinden bir gün oynamayı hayal ettikleri Camp Nou Stadı görünüyor. Bulundukları yer ise yıllar sonra Barça'nın terk ettiği La Masia tesisleri. 1700'lerde bir çiftlik evi olarak inşa edilen ve Camp Nou Stadyumu'nun inşaatı süresince mühendislerin lojman olarak kullandığı bina 1979 yılında Barcelona'nın alt yapı öğrencilerine ev sahipliği yapmaya başladı. Iniesta ve Jorge Troitero 1984 doğumlu iki çocuk kader birliği yaptılar ama Jorge hayallerini gerçekleştiremedi. Barça'da kalmak, Barça alt yapısına girmekten zordu. 17 yaşında şansını Atletico Madrid alt yapısında denedi ama La Liga oyuncusu olmayı hiçbir zaman başaramasa da hayatını futboldan kazandı. 19 yaşında Merida ile başlayan alt ligler macerası 15 yıl sürdü... Camp Nou'da 100 bin taraftar Iniesta'yı son maçında uğurlarken Jorge, 4. Lig'de CD Azuaga forması giyiyordu.



Class of 92 + 1


Fotoğrafa baktım ve yıllar önce izlediğim bir belgeseli yeniden izleme ihtiyacı hissettim. Manchester United'ın altın çocuklarını anlatan “Class of 92” İngiliz kulübünün Alex Ferguson yönetiminde 1998-99 sezonunda kazandığı üç kupanın genç kahramanlarını anlatır. Man. United'da geldiği yetenek avcısı sayısının iki olduğunu öğrenen ve alt yapıyı ayağa kaldırmalıyız diye yola koyulan İskoç teknik adamın tedrisatından geçmiş 6 İngiliz genci kazanabilecek her şeyi kazandılar. Fotoğraf onların A takıma çıkmadan önce 1992 yılında kazandıkları FA Youth Cup zaferinin ertesi günü çekilmiş. Kupayı elinde tutan efsane alt yapı hocaları Eric Harrison ve sonra o gençler: Ryan Giggs, Nicky Butt, David Beckham, Gary Neville, Phil Neville, Paul Scholes ve Terry Cooke... Fotoğrafta yedi genç futbolcu var ama biri onlardan çok erken koptu ve 92 sınıfının kazandığı bütün zaferleri uzaktan izledi. Terry Cooke, kısa boyu, çalım yeteneği ve hızı ile Manchester United alt yapısının gözde isimlerinden biriydi. Neville kardeşler, Beckham, Scholes, Giggs ve Butt 1995 yılında çoluk çocukla şampiyon mu olunur diye İngiliz yorumcuların Alex Ferguson'a yüklendiği sezonda kadroda olan isimdi. Terry Cooke'un şanssızlığı onunla aynı mevkide oynayan David Beckham'ın sağ açığa ambargo koymasıydı. Yine de takımda kalabilirdi ama o sezon yaşadığı diz sakatlığı Terry Cooke'u Manchester United'dan kopardı, 6 gencin hikayesini anlatan “Class of 92”de de onu hatırlayan, ondan bahseden olmadı 2003 yılında yapılan çekimlerde. Sunderland, Birmingham ve Wrexham'a kiralık gönderdiler onu. Beraber büyüdüğü 6 takım arkadaşı 1999 Mayıs'ında 10 günde her şeyi kazandılar. Önce FA Cup ardından lig ve Barselona'da Camp Nou'da unutulmaz finalde Bayern Münih'i 90+'da gelen iki golle devirip kaldırdıkları Şampiyonlar Ligi Kupası. Terry Cooke o yaz Manchester City'e imza attı ama Man. United'ın ezeli rakibi Maviler o günlerde iki alt ligde yükselme mücadelesi veriyorlardı. 16 yaşında Türkiye'de İngiliz Milli Takımı formasıyla gençler şampiyonasında sahaya çıkan Terry Cooke'un yıllar sonra yolu ABD'ye çıktı. 2008 yılında Colorado forması giyerken karşısında alt yapı günlerinden beri rekabet ettiği Beckham çıktı. Cooke bugünlerde Denver Kickers alt yapısında hoca ve 28 yıl önce çekilmiş bu fotoğrafın unutulan ama silinemeyen öznesi...



Arabalı Hikayeler

İki yıl önce Ajax önce Real Madrid'i ardından Juventus'u Şampiyonlar Ligi'nde evine gönderdiğinde İtalyanlarda büyük tartışma başlamış ve takımı beş sezon arka arkaya şampiyon yapan Allegri yerine eski yıldızları Zidane'ı getirmek için görüşmelere başlamışlardı. Juventus o gün bunu başaramadı, gelecekte bir gün Zidane'ın döneceğine inanıyorlar. Ajax, çeyrek asır sonra Avrupa sahnesinde assolistliğe soyunurken kulübün yönetiminde tepe nokta Edvin van der Saar vardı. Hollandalı kaleci, 1995'de Milan'ı devirip kazandıkları ertesi sezon da penaltılarla Juventus'a kaybettikleri Şampiyonlar Ligi finallerinde Ajax kalesindeydi. O günlerde Fransa'da Bordeaux forması giyen Zidane, Juventus'a geldikten sonra takım liderliğine soyunmuş, Fransa'ya da 1998'de Dünya Kupası'nı kazandırmıştı. Edvin van der Saar ve Zidane 1999'da takım arkadaşı oldular. Juventus'un transfer ettiği Hollandalı kaleci Torino'daki tesislere geldiğinde Serie A'nın lüksleriyle tanıştı. Evet, Ajax'ta da idmana otobüsle gitmiyordu ama Juventus'un otoparkı ve takım arkadaşlarına bakakaldı. Hepsi Ferrari ile idmana geliyor ve Dolce&Gabbana, Versace ve Armani'den başka bir şey giymiyorlardı. Hollandalı kalecinin hayran olduğu isim Zidane oldu çünkü Cezayir asıllı Fransız yıldız, kulübün patronlarının sahibi olduğu FIAT markasının mütavazı bir modeliyle tesislere geliyordu, üzerinde de çoğunlukla Levi's kot Pantolon ve basit Adidas tişörtler oluyordu. Van der Saar, Fransızca ve İtalyanca, Zidane da İngilizce bilmediğinden saha dışında çok fazla konuşamadılar ama Hollandalının yıllar sonra söylediği gibi: O basit FIAT'tan inen adam sahaya indiğinde “başka” biri oluyordu...


***
Zlatan İbrahimoviç'in oynadığı hiçbir kulüpte “takım içi dengesi” olmadı.  Barcelona dışında her kulüpte takım arkadaşlarıyla kendi kazandığı arasında uçurum vardı. Saha içinde dengeleri bu kadar bozabilen bir adamın diğerlerinden fazla kazanması kadar doğal bir şey yok elbette futbolda.  Bir takımda sadece kazandığınla ayrıcalıklı olmazsın. Tatilden geç dönersin, ses etmezler, loca istersin, ilk sana verirler. İstemediğin futbolcu vardır, eninde sonunda yollarlar, yeri gelir teknik adamı bile sen belirlersin, kulübün tesislerinde sana özel menü bile çıkar, şef senin tabağına fazla özenir. Otobüste arka tarafta oturursun. İbrahimovic'in büyük egosunu soyunma odasında istemeyen ve eşsiz yeteneğine rağmen takımı bozacağına inanan adam Pep Guardiola idi. İsveçli santrforu bir yılda göndermişti Barcelona'dan. “Arabalı” hikaye ise Zlatan'ın Barça sonrası gittiği Inter değil Paris Saint Germain'den... Fransız kulübünün tesislerinde iki otoparktan biri futbolculara diğeri ise kulüp çalışanlarına, üst düzey yöneticilere aitti. O ikinci otopark neden değerli olmuş Zlatan'ın gözünde ama yıldız olmanın verdiği özgüvenle ısrarla otomobilini, yöneticilerin otoparkına park etmeye başlamış Zlatan... Bu ayrıcalık takım arkadaşlarının da dikkatini çekmiş, o günlerde manşetlere çıkan da isyan eden Pastore.. Arjantinli yıldız, Paris Saint Germain'in büyük umutlarla gelmişti, geriye dönüp baktığımızda hayal kırıklığı olmaktan öteye gidemedi. Pastore işte o günlerden birinde otomobilini Zlatan gibi yöneticilerin otoparkına bırakmak istemiş. Güvenlik bariyerleri kaldırmayınca delirmiş Pastore, Audi A8 kulübün verdiği otomobil, hiç acımadan gitmiş bariyerlere bindirmiş Pastore... Ertesi gün nereye park ettiğini merak etmiyoruz elbette...


***
Taffarel ve Hagi'nin Galatasaray forması giydiği yıllar. Brezilyalı kaleci, Florya tesislerine yakın oturduğundan otomobile ihtiyaç duymaz bisikletle gelir giderdi. O günlerin unutulmaz hikayelerinden biri de Hagi'nin de Zidane gibi FIAT marka mutavazi bir araçla yıllarını İstanbul'da geçirdiği... Arabalı hikayelerin sonunda Hagi ve FIAT ilişkisini biraz daha geriye götürelim. Romanya'da Çavuşesku döneminde yıldız futbolcuların genç yaşta yurt dışına transferine yasak vardı. Hagi de Real Madrid'e gittiğinde 25 yaşındaydı. Bugün onun yeteneğinin yarısına sahip futbolcuyu 18 yaşında bavulunu al gel derler. Hagi'nin Steaua Bükreş forması giydiği yıllarda İtalya'da özel bir turnuvada Juventus'un sahibi izleyip hayran kalır ve transfer etmek ister. İtalya'da Maradonalı yıllar o yıllar...Giovanni Angelli teklifini sunar: “Bana Hagi'yi verin size Bükreş'te FIAT fabrikası açayım.” Hagi, Bükreş'te kalır, FIAT da Torino'da...

Tiger King'den Last Dance'e

Bir filmin kötü karakterine beslediğimiz yoğun duygular ve tepkiler perdede ya da ekranda son yazısı belirdiğinde azalır ve yok olur. Senaryodur sonuçta, işin ustası klavye başına geçmiş sizin sinirlerinizi zıplatacak bir karakter oluşturmuştur... Suç belgesellerinin baş aktörlerine gelince iş değişir. Seri katiller, toplu katliam planlayanlar ve son örneğinde olduğu gibi hayvanlara eziyet edenler. Dünya salgınla boğuşurken ve hayat evde bir ekran karşısında bugün ne izlesem bilmecesiyle sürerken “The Last Dance” sadece basketbolseverler için değil herkes için C vitamini etkisi yarattı. Bir başarı öyküsü izliyor, içimizden alkışlıyoruz Son Dansı. Fakat bir belgesel var ki Mart ayının üçüncü haftasından bu yana tüm dünyada insanlara izlediği her bölümden sonra “Yok artık” dedirtiyor. “Tiger King” (Kaplan Kral), aslan,kaplan, leopar aklınıza gelecek ne kadar büyük kedi varsa bunları alan satan ve bir gün onları insanların ziyaret edeceği bir park açan Joe Exotic'in hapishanede son bulan hayat hikayesine anlatıyor. Pandemi hakkındaki basın toplantısında ABD Başkanı Trump'a hakkında soru sorulacak kadar -garip elbette- meşhur olan Tiger King, hayvanları katletmesi, eziyet etmesi, belgeselde kim varsa normalin yanından geçmeyen insanların olması reytingleri uçurdu elbette...

***
Corona günlerinde “Tiger King” hikayesi insanlara çok ama çok fazla geldi ve Michael Jordan'lı “The Last Dance”ın Haziran ayında gösterimi planlanan ilk iki bölümü iki hafta önce ekranlara gelince herkes derin bir nefes aldı. Yönetmen Jason Hehir ve ekibi hariç. Son Dans Belgeseli'nin bir yıl önce tanıtım videolarının döndüğü günlerde basketbolu dolu dolu yaşamayanlar için bu bir Michael Jordan'ın hayat hikayesiydi. Elbette ki çok az insan koç Phil Jackson'ın son sezonuna her sezona isim taktığı gibi “Last Dance” son dans ismini verdiğinden habersizdi. İlk dört bölümü geride kalan belgeselde genel beklenti, C.Bulls'un 6. şampiyonluğunu kazandığı sezonda çekilen 500 saatlik görüntülerin 10 bölümü de forse edeceği yönündeydi. 200 dakikası geride kalırken bu sorunun cevabı hem evet hem de hayır oldu. ESPN'nin efsane spor belgeselleri serisi 30/30'da üç belgesele imza atan ve son olarak 80'lerde efsane olan profesyonel Amerikan güreşçisi Andre Rousiminoff'un hayatını anlatan “Andre the Giant”ı çeken yönetmen Jason Hehir, iki yıl önce Last Dance projesi için teklif aldığında masaya bir üçlemeyle oturdu. NBA'in kasasında çıkan 500 saatlik görüntülerin yanında NBA'nin maç arşivlerini, kolej basketbolu arşivlerini kullanacak ve yüzden fazla insanla röportaj yapacaktı.

***
Son Dans'ın yayın tarihi pandemi yüzünden erkene çekildiğinde 10 bölümlük belgesele son noktayı koymamıştı yönetmen Hehir. Ben bu satırları yazarken de ekibiyle son bölümün editini yapmış ve 185 ülkede yayınlanan belgeseli, seslendirme ve alt yazı için Netflix'e teslim etmişlerdi. Jason Hehir'in 8 saati aşan belgesel için yaptığı çekimler 10 bin saati aştı ve ekibiyle birlike ustalık burada devreye girdi. Michael Jordan ana karakterdi ama Bulls'daki takım arkadaşları kadar rakiplerinin de ne söylediği önemliydi. Hehir, geride kalan haftalarda verdiği röportajlarda en çok zorlandıkları kısmın bu olduğunun altını çizdi. Kimilerine haksızlık etmiş olabileceklerini, az süre verdiklerini ve kurguda atmak zorunda olduklarını söyledi. İki yıllık sürede yaptıkları röportajlardan, Jordan'a izletip belgesel içinde belgesel yarattıkları sahneler ise 3 ve 4. bölümlerin en çok konuşulan dakikaları oldu. ESPN tarihinin en çok izlenen spor belgeseli koltuğuna oturan Last Dance'da Detroit Pistons-Bulls rekabeti ve Michael Jordan ile Isiah Thomas arasında 30 yıl sonra bile süren gerilim, yönetmen Hehir'in tabiriyle, babalarının tribünde, ekranda maçlarını izlediği ama kendileri için bir spor ayakkabının üzerinde “Jordan” olan efsaneyi genç kuşakların çok daha yakından tanımasını sağladı...

***
Son Dans'ta bu hafta Bulls'un ilk şampiyonluğunun ardından Barselona Olimpiyatları'na gideceğiz. Elbette resmi olmasa da herkesin bildiği üzere Jordan onu istemediği için Isiah Thomas'sız Barselona'ya giden Dream Team'in hikayesi gelecek ekranlara. Jordan'ın dediği gibi son bölümden sonra ondan nefret edenler bile olacak. Zaten bir takım arkadaşının dediği gibi: “Onu sevmeyen çoktu, hayatlarımızı çoğu zaman cehenneme çevirdi ama Jordan bizi hayal edemeyeceğimiz bir yere taşıdı.”

Last Dance'ın Doğduğu Günler

Ahmad Rashad, NBA Inside Stuff programının çekimleri için yanına aldığı gencin gelecekte yapacaklarından elbette habersizdi. Chicago'da Michael Jordan'ın müdavimi olduğu restoranın özel odasına girdiklerinde Rashad, Jordan'a “Tanıyor musun?” diye Andy Thompson'u işaret etti. Michael'in cevabı kısaydı: “Hayır”. Sonra o sihirli cümle geldi: Andy, Mychal Thompson'un kardeşi.” Michael o anda gülümedi çünkü Lakers ile iki şampiyonluk kazanan eski basketbolcu Mychal Thompson onun gençlik yıllarında kahramanıydı. “Ağabeyini çok severim” dedi Andy Thompson'a... NBA prodüksiyonlarında çalışan birinin döneminin bir numaralı starıyla tanıştığı ilk günden bu kadar yakınlık kurması büyük bir talihti. Andy Thompson bu sıcak ilişkiyi nasıl kullandı sorusunun cevabı ise basit..
Haziran'da yayınlanması planlanan ancak koronavirüs salgını nedeniyle yayını altı haft erkene çekilen “Last Dance” belgeselinin arkasındaki adam yönetmeni Jason Hehir'den daha çok Andy Thompson. 1997-1998 sezonu öncesinde Andy, o dönem NBA yayınlarından sorumlu olarak işe yeni başlayan Adam Silver'a “Chicago Bulls'un tüm sezonunu filme almalıyız” demeseydi bugün ortada “Son Dans” diye 10 bölümlük bir spor belgeseli olmayacaktı...

***
Jordan, medyaya mesafeli bir yıldızdı ve 5 şampiyonluk kazanan Bulls kadrosunu yönetim bir jenerasyonun sonu diyerek dağıtmaya kararlıydı. O sezon öncesinde Andy, Jordan'ın son sezonu olabileceğini ona sorduğunda aldığı cevaplar ikisi arasındaydı ama Adam Silver'ı ikna etmeyi başardı. Takımın koçu Phil Jackson'a 82 maçı da kazansan son sezonun denildiği yılda asıl sorun Bulls'u bu film için etmekti. Bu kararı verecek olan de Bulls'un sahibi gibi görünse de son söz koç ve Jordan'daydı. Bütün sezon kameralar takımn peşinde olacak, soyunma odasında çekim yapılabilecek, her şey sansürsüz kayıt altına alınacaktı. Ekim 1997'de Paris'te Adam Silver, koç Jackson ve Michael Jordan'dan randevuyu kopardı. O görüşmede belgesel kelimesi hiç kullanılmadı. NBA, her takımın idmanlarından görüntü alıyor, röportajlar yapıyor, taktik ve magazin programları zaten yapıyordu. Adam Silver'in aklında bu sezonun hikayesinden 90 dakikalık bir film çıkarmak vardı. O gün Paris'te Bulls adına Jackson ve Jordan limitsiz çekim için “Evet” dediler. Michael Jordan'ı ikna eden şu cümle olmuştu: “Michael izin ver çekim yapalım, yayın tarihine sen karar vereceksin, yayınlanmasını istemezsen de evinde sana özel bir arşiv olacak.” Öyle de oldu, Andy Thompson ve ekibi 500 saatlik çekim yaptı, Bulls'un peşinde her yere gittiler, her yera kameralarla girdiler, her görüşmeye mikrofon çubuğunu uzattılar.

***
Peki ne oldu da sadece iki yıl önce prodüksiyon masasına gelen bu 500 saatlik çekimler, NBA'nin kasasında kilitli kaldı? 10 bölümden oluşan, 500 dakikayı aşan belgeseli çekmek için yönetmen Jason Hehir teklifi kabul ettiğinde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Kasalarda üç bin film bobini vardı, tek tek kontrol ettiler, sadece ikisinde hasar vardı ve her şeyden daha önemlisi bütün kayıtlar 16mm kamerarla çekilmişti. Michael Jordan'lı yıllarda televizyonlar yayınları elbette ki yüksek çözünürlükte (HD) değildi ve bir gün sinema filmi olarak yayınlanır diye 16mm bobinlerden 4K çözünürlükte bir kaynak elde etmiş oldular. Tüm dünya Michael Jordan'ı sadece Space Jam filminde ve reklamlarda HD izleyebilmiş ama kimse süperstarın o yıllardaki çekimlerini elbette görmemişti.

***
Last Dance” elbette ki sadece bu 500 saatlik kayıtlardan oluşmuyor, Bulls'ta Jordan ve takım arkadaşlarının kariyerlerinin erken dönemleri için başvurulan arşivler ve 100'den fazla insanla bu son iki yılda yapılan röportajlar da var. Belgeselin jönü Michael Jordan'ı saatlerce bir koltukta oturtan ve beklenenden çok daha uzun konuşmasını sağlayan isim ise elbette ki hikayenin başlangıcındaki kişi Andy Thompson. 500 saatlik, 3 bin bobin film neden kasada 20 yıl kilitli kaldı sorusunun aslında tek bir cevabı yok. 2000 yılında bir sinema filmi yapmak fikri dışında NBA yönetiminde kimse 20 yıl boyunca bir proje geliştirmedi ya da Michael Jordan bu uzun yıllar boyunca belgeselin çekilmesini istemedi. “Last Dance” hakkında daha yazılacak çok şey var, devamı haftaya derken bir not düşeyim son satırda: “Jordan'ın takım arkadaşı Scottie Pippen'ın hakettiğinden çok daha az maaş aldığı ikinci bölümün ana temalarından.” Yolun sonunda, Pippen mı NBA'da daha çok kazandı, Michael Jordan mı? “Soru mu?” bu diyorsanız şaşırmaya hazır olun: NBA kariyerindeki kontratlarından Scottie Pippen, Michael Jordan'dan 20 milyon dolar daha fazla kazandı.

Futbolun Yokluğunda

Derbi sabahlarına uyanmayı, ekranın köşesinde derbiye şu kadar saat-dakika kaldı uyarısına bakmayı, hafta sonu maç programına sosyal hayatı progralamayı, aynı saatte naklen yayınlar maçlar arasında kanal değiştirmeyi, her kanal değiştirdiğinde diğer maçta gol olduğunda kısmete bak deyip gülümsemeyi, şampiyonluk hesapları yapmayı, kalan fikstüre bakıp kaç puan alınabileceğini hesaplamayı, bu hafta kim sakat kim cezalı, kim sarı kart sınırında diye merak etmeyi, 90 dakikayı önce kafada oynamayı, maç bittikten sonra kaçan pozisyonları gol olmuş gibi hayal etmeyi, oyuncu değişikliklerinin geç olduğunu, hocanın neden bir forvet daha oyuna almadığını, gözümüzün tutmadığı oyuncuların iyi performansını görünce haftaya da böyle oyna canımı ye demeyi, deplasman için uçak otobüs bileti bakmayı, arabayla gidilecek deplasmana benzin parasını bölüşecek dörtlüyü bulmayı, gidilen deplasmanda ne yenir diye araştırmayı, Gaziantep'te güne beyran, Adana'da ciğer ile başlamayı, Konya'da etli ekmek yemeden dönmemeyi, Trabzon Uzun sokak'ta taraftarlarla futbol sohbeti yapmayı, kaybedilen deplasmanlardan hiç konuşmadan dönmeyi, kazanılan deplasmanlardan iki-üç yol duraklarında durup keyfini sürmeyi, maça saatler kala arkadaşlarla buluşmayı, kaç kaç biter, kim gol atar diye iddialara tutuşmayı, golün atıldığı koltuktan maç bitene kadar kalkmamayı, uğurlu formayla maç izlemeyi, ayak değişsin diye oturulmadık koltuk sandalye kalmayınca sehpanın üzerine oturup eşten-anneden laf yemeyi, zor maçın son dakikalarına galip girince ekranın köşesinden geçen saniyeleri saymayı, geçmedi dakikalar, bitirsene hoca demeyi, penaltıda sesi kısıp gözlerini kapamayı, tribünde penaltıda sahaya sırtı dönmeyi, totem için elleri bağlamayı, ters totem için rakibi övmeyi, fark yeriz, hiç şansımız yok bugün kaybederiz demeyi, kazanınca rakip takımın taraftarı arkadaşın cebini çaldırmayı, açmadığında mesaj atmayı, kaybedince telefonu kapamayı, derbi zaferi sonrası takımın renklerindeki kravatı takıp işe gitmeyi, okula formayla girip derbi fatihi gibi dolaşmayı, direğe çarpan, direği yalayan topu, spikerlerin yükselen sesini, kaçan golleri, kalecinin uzanamayacağı köşeye giden şutları, rakibini kaçıran stoperleri, maç analizleri yazmayı, okumayı, maçtan sonra futbol programlarında işte tam da benim gibi düşünüyor deyip yorumcuya hak vermeyi, hakemin VAR'a gitmesini ve hatta VAR'da vakit kaybetmesini, ve hatta buz gibi golü vermemesini, kırmızı kart es geçmesini, oyunun avuçlarından kaçırmasını, tribünlerden yükselen tezahüratı, omuz omuza vermiş binlerce taraftarın iki renk bir arma sevgisini, kaybeden takımı tribüne çağırmayı, kazandığında kaptanın üçlü çektirmesini, en güzel Pazartesinin takımın kazandığı Pazar, en güzel hafta sonunun takımın Cuma akşamı kazandığını bilmeyi, atkıları, bayrakları, pankartları, maça bilet bulmayı, maçtan eve dönerkenki trafiği, terlemeyi, üşümeyi, o tutkuyu;

Messi'nin çalımlarını, Pique'nin yan yan koşmasını, Modric'in topla olan dansını, Salah'ın defansın arkasına sızmasını, İmmobile'nin fırsatçılığını, Mbappe'nin deli deparlarını, Neymar'ın rakibi çaresiz bırakan bilek hareketlerini, Oblak'ın 90'daki örümcek ağlarını alan plonjonlarını, Sörloth'un kafa vuruşlarını, Nwakaeme'nin adam geçmesini, Lemina'nın geriden oyun kurmasını, Muslera'nın maç kurtarmasını, Altay'ın yüksek toplara artık çift yumrukla çıkması gerektiğini, Burak Yılmaz'ın ofsaytta kalmasını, Vedat'ın tribünlere koşmasını, Gustavo'nun akıl dolu paslarını, Uğurcan'nın kurtarışlarını, Visca'nın adrese teslim ortalarını, İrfan Can'ın o meşhur çalımını, Ozan'ın üstten auta giden şutundan sonrasını kafasını elleri arasına almasını, Falcao'nun attığı-kaçırdığını, Adem Büyük'ün havalara uçtuğu gol sevinçlerini, Fatih Terim'in çizgide maçı yaşamasını, ve hatta Aykut Kocaman'ın oynattığı futbolu, Sergen Yalçın'ın gözlerindeki umudu, Okan Buruk'un Avrupa ve lig hayallerini;
yeşil çimleri, dolu tribünleri, ve hatta o garip renklerdeki kramponları ve meşin yuvarlığı...
Özlemek, çok dilde “eksikliğini hissetmek” demektir. Seni çok özledik futbol. Sen yoksan eksiğiz futbol... Gözlerinden hasretle öperiz. Bir gün kavuşmak üzere...

Paris Mektubu

Paris Saint Germain-Borussia Dortmund maçını hatırlıyor musun? Aslında saçma bir soru öyle değil mi? Bir ay önce oynanan maçı nasıl unutur ki insan ama sanırım sen de benim gibi düşünüyorsun. Bu hayatımızın en uzun ayıydı, ben yıl geçmiş gibi hissediyorum mesela. PSG'nin Almanya'da 2-1 kaybettiği maç seyircili oynanmıştı, baktım takvime 18 Şubat'mış. Avrupa'da hiçbir haber bülteninin ilk haberi koranvirüs değildi o günlerde oysa ki virüs Ocak başından beri varmış kıtada, Milano'dan Aurelio ile ben de konuştum, o da ısrarcı, İtalya'da ilk hastanın 21 Şubat'ta belirlenmiş olması onlarda da bizde de büyük bir ihmal zincirinin sadece bir halkası. 11 Mart'ta Paris Saint Germain taraftarı maçın seyircisiz oynanacağını öğrendiğinde bunun haksızlık olduğunu söyleyip isyan etmişti, Almanlar seyircili oynamış, biz neden takımımıza destek veremiyoruz deyip Parc de Princes Stadı'nın çevresinde toplanmışlardı. Turu geçtik ve futbolcular o taraftarlarla kolkola zaferi kutladılar. Bugün dönüp geriye baktığımda acı acı gülümsüyorum, nasıl büyük bir delilikmiş...

O hafta sonu maçlar ertelendi de ne oldu Paris sokakları yine doluydu, daha karantina kararı alınmamıştı, İtalyanların başına gelenleri haberlerden izliyor, korkuyor ama hayatımıza devam ediyorduk. Liberation'un 16 Mart Pazartesi günü birinci sayfasına attığı manşet aslında tetiği çekti. Paris'te güzel hafta sonunda meydanları parkları dolduranların fotoğraflarını çekmişler ve bilinçsizlik devleti manşeti atmışlardı. O günün akşamında Macron resmen Fransa halkını fırçaladı canlı yayında ve düşman orada ve göremiyorsunuz diyerek savaş hali ilan etti.

İtalyan ve İspanyollar gibi biz de futbolun Haziran ayında döneceği haberlerini okuyoruz gazetelerde ama bana inandırıcı gelmiyor. Wimbledon yönetimi turnuvayı bu sezon oynanmayacağını açıklamıştı, bizimkiler Paris'teki Rolland Garros'u Ekim ayına aldılar, sanırım sezon tek büyük Grand Slam'i bu olacak. Bizde Paris Saint Germain yıllardır sezonun birinci haftasında şampiyon olduğundan asıl kavga kimin Avrupa kupalarına gelecek sezon gideceği yönünde çıktı. O.Lyon Başkanı Aulas'ı bilirsin, işi iyi bilir, yaşlı kurttur ama önerdikleriyle nasıl bir fırsatçı olduğunu bir kez daha gösterdi. Ona göre sezonu iptal etmeliymişiz ve geçen sezon Şampiyonlar Ligi'ne giden takımlar gelecek sezon da gitmeliymiş. Yani PSG, Lille ve kendi takımı O.Lyon.. Bu sezon ligde kabus yaşadıklarından ve gelecek sezon ilk üç arasında olmayacaklarını bildiğinden böyle konuşuyor Aulas, zaten onu çok ciddiye alan da olmadı...

Ben de seninle aynı fikirdeyim, mektubunda yazdığın gibi liglerin kalanının Ağustos ayında oynanması en doğrusu olacak. İki aydır evlerinde olan futbolcuların Haziran ayında oynanır diyenlere söyleyecek iki çift lafı olmalı öyle değil mi? Kolaysa çıkın siz oynayın mesela. Gelecek sezon Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi bir ay gecikmeli başlayabilir ama benim aklıma gelen ilk problem her ülke acaba birbirlerine uçuş izni verecek mi? Roma, Madrid, Barselona, Londra gibi biz de bu yaz Paris'te turist göremeyeceğiz ama sonbaharda hayat normale döner diye düşünüyorum. Lakin kim ne zaman Mona Lisa'yı görmek uçağa atlar ve Paris'e gelir, bunu hesap edemiyorum..

Şimdi merak edip İstanbul'un hava durumuna baktım, o çok sevdiğim özlediğim şehrin. Ne güzel bahar gelmiş şehrine, burada da güneş açtı ama sevdiklerimizle sokakta yürümedikçe, yorgun düşüp oturup bir kahve içmedikçe o güneş benim içimde açmıyor. Biliyorum bu zor günler geçecek, sokaklar, tribünler yine dolacak, başka insanlar olacak mıyız, başka bir dünyaya uyanacak mıyız, sosyal mesafe denilen uymamız gereken ama bir taraftan da içimi acıtan gerçek hayatımızdan çıkacak, ben yine İstanbul'a gelip derbi izleyeceğim ve Moda'da (hiç unutmadığım ne güzel semt ismidir) denize dalıp sade kahvemi içeceğim. Paris'ten sevgiler. Paul...

Dukla Prag'ın Deplasman Forması


BU devirde forma koleksiyoncusu olmak kolay değil, bırakın eski formaları, Avrupa'da kulüp mağazalarında her sezon üç farklı versiyonu çıkan taraftar formalarından birini koleksiyona katmak için 600-900 TL'yi gözden çıkarmanız lazım. Ben kült bir formanın hikâyesini anlatayım. Dukla Prag'ın 1960'larda giydiği deplasman forması, futbol koleksiyoncularının favorilerinden. Futbol tarihinin en kült formalarından biridir Dukla Prag'ın deplasman forması. Sarı zemin üzerine yakası ve kolları kırmızı forma. Peki nedir onu özel yapan? İngiliz grubu Half Man Half Biscuit'in 1986'da çıkardığı ilk single: "All i want for christmas is a Dukla Prague away kit"i (Noel için tek dileğim bir Dukla Prag deplasman forması) duyan formanın peşine düşer. 1993'de Çekoslovakya tarih olur. Yıkılan rejimin kulübü Dukla Prag da çöker gider. Şimdilerde Çek liginde Marila Pribram diye bir takım var Dukla Prag'ın devamı...

Atletico Madrid Tarihi'nin En İyi 11'i


Bir kulüp tarihinin en iyi 11'ini yaparken internette anketlerle cevaplar aranır. Çoğu zaman da 40 yaş üstündekiler ortaya çıkan bu en iyi 11'i beğenmezler çünkü genç kuşaklar kendi dönemlerinin yıldızlarına oy verirler. Atletico Madrid tarihinin en iyi 11'i şimdi sayacağım isimler olabilir mi? Bence de hayır ama son 10 yılda kulübü kaybedenler kulübü kimliğinden sıyırıp alanların da hakkını vermek lazım. Teknik direktör koltuğunda elbette ki Simeone var. 19 yıl sonra gelen şampiyonluk, Real Madrid'in stadında kazanılan Kral Kupası, kaybetse de oynadığı iki Şampiyonlar Ligi finali ve 2 Avrupa Ligi kupası. Kalede son yıllarda La Liga'nın en iyi kalecisi Oblak var. Defans hattında son 10 yılın marka üç ismi Juan Fran, Godin ve Filipe Luis'e Luiz Pereira eşlik ediyor eskilerden. Orta sahada büyük kaptanları Gabi ve alt yapıdan yetişen Koke'nin yanında gençler bile Luis Aragones'i unutmamış. İspanya'ya 44 yıl sonra Euro 2008'de kupa kazandıran, Fenerbahçe'den de yolu geçen Atletico Madrid'in efsane futbolcusu ve teknik adamı. Forvet hattında Futre unutulmazdı ama yeri en garanti adam en iyi yıllarını Premier Lig'de geçirse de "Çocuk" Fernando Torres'ti. Beni şaşırtan Atletico tarihinin en uçta en iyi santrforu için zorlu bir oylamadan yüzde 18 oy alarak adını 11'e yazdıran Falcao oldu.

Messi'nin Soy Ağacı

Her Güney Amerikalı futbolcu için Avrupa'da futbol oynarken yabancı sınırlamasına takılmamak adına İtalyan ve İspanyol kökenlerini arşivlerden ortaya çıkartıp ikinci pasaport alması çok duyduğumuz hikâyedir. Messi buna ihtiyaç duymayanlardan ama onun da soy ağacına baktığımızda İtalya'dan Arjantin'e bir göç hikâyesi görüyoruz. Maradona'nın köklerine ilerleyen günlerde bakarız ama Arjantin'de Rosario'da doğan ve büyüyen ardından fiziksel olarak gelişim problemi gösterdiği yıllarda hem futbol hem de tedavi için ailesiyle Barselona'ya göç eden Messi'nin soy ağacında İtalya'da Recanati'de 1797 yılında doğan ve 1857'de hayatını kaybeden Pacifico Messi yatıyor. Aile 1893 yılında Arjantin'e göç eden çocuklarla büyürken, bir kısmı da İtalya'da yaşamaya devam ediyor. Lionel Messi'nin büyük büyükbabası işte o göç eden gençlerden biri. Lionel Messi'nin bugün İtalya'da sakin ve elbette şöhretten uzak hayatlarına devam eden Mascia, Luca, Rudy ve Romina adlarında dört yeğeni var. Hatta biri kasabadaki yapı markette satış elemanı olarak çalışıyor ve Lionel Messi'nin bir gün Recanati'ye gelmesini bekliyorlar.

Milano Mektubu

Bizim ülkeyi bir ev gibi düşün, Milano bizim evin salonu, bakma Roma'nın başkent olduğuna, ekonominin kalesi, sanayinin merkezi bilirsin İtalya'nın kuzeyidir. Bugün dönüp son iki ayı hatırlamaya çalıştığımda ilk aklıma gelen evin salonuna gelen o davetsiz misafirin arka odalarda gezinmesine izin verdiğimizdir. Oysa ki kapıları, pencereleri kapatıp, onu en azından salonda tutabilmeliydik.
Virüsün bir numaralı hastasının 'den gelen İtalyan yöneticiden akşam yemeğinde kaptığını hatırlarsın, o günlerde testi pozitif çıkan ilk 15 kişinin ne Çin'e gittiği ne de Çin'den gelen birileriyle yan yana geldiği olmuştu. Çaresizce kaynağın ne olduğunu düşünmüştük. Yanılmışız, şubatın son haftasında aslında binlerce İtalyan, Milano ve çevresinde vücudunda virüsle dolaşıyormuş.


İtalya'da 280 bin Çinli göçmen var, o ay Milano'da moda haftası vardı ya da yüzlerce İtalyan, Uzakdoğu ile ticareti yürütmek için Çin'e gidip geliyordu. Eğer ocak ayında hava trafiği kesilmiş olsa, virüs bu kadar hızlı Avrupa'ya yayılır mıydı diye sormanın da bugün bir anlamı var mı?
Gençlere çok kızdık ama onlar da şubat ayında hafif belirtilerle hayatlarına devam ederken tehlikenin farkında değildi. Atalanta-Valencia maçını yazdığını biliyorum, o gün tek bir uyarı yoktu, olsa 50 bin kişi Bergamo'dan Milano'ya gider miydi! Karantinayı ilk olarak kuzeydeki şehirlerde uygulamaya başladıklarında iyi hatırla biz televizyon başında ülkenin diğer tarafında oynanan seyircili maçları izliyorduk. O karantina kararını sosyal medyada resmi açıklamadan 12 saat önce öğrenenler ülkenin güneyine akın ettiler. Emin ol tatile gitmiyorlardı büyük bir çoğunluğu, kuzeyde üniversitede okuyan gençler, iş imkanı buralarda fazla olduğu için göç etmiş ve ailesinin yanına koşturanlar, aile büyüklerini geride bırakıp Milano-Torino'ya yerleşenler... Kış aylarında bu ülkeye kayak yapmaya gelenler, Alpler'de tatil yapanlar virüsü ülkelerine taşıdılar. Şubat ayında ne test vardı ne de manşetlerde virüs haberleri...
Karantina sayesinde evin iç kapılarını kapamayı başardık sonunda, uçuşlar da kesildiğinde evin sokağa açılan kapısını. Şimdi rakamların düşmesini beklerken o dünyayı gülümseten balkon şarkıları yerini derin bir yasa bırakmak üzere. Günde 800 insanın hayatını kaybettiği topraklarda bu acıyı anlatacak şarkı daha yazılmadı dostum.  gibi bizim de ülke gelirinin yüzde 20'si turizmden geliyor. Bu karantina bitecek, sokaklara çıkacağız, işlerimize gideceğiz, çocuklar okullarına dönecek ve hepimiz olmasa da bir çoğumuz o müdavimi olduğumuz restoranların kapısını aralayacağız ama İspanyol merdivenlerini ne zaman turistler yine dolduracak, bunu bilmiyoruz, hesap da edemiyoruz...

***
Sana yemekte anlatmıştım. İş için Milano'ya taşındığımdan beri en çok Genoa maçlarına gitmeyi özlediğimi söylemiştim, bütün sezon bana takılıyordun mesajlarla, aman düşmeyin diye... Cenova'da ne biz ne de Sampdoria için iyi gitmiyordu sezon, küme düşme hattının yakınında dolaşmak bile tüylerimi ürpertiyordu, bilirsin ben derbi kaybettiğimizde elimi ayağımı çekerim sokaktan, telefonlara çıkmam, panjurları indiririm. En az 48 saat kimse ulaşamaz bana. Biliyor musun, derbi kaybetmeyi bile özledim. O hüznü özledim, o yenildiğimizde bana takılan Sampdorialı arkadaşlarımın kahkahalarını özledim. Serie A tekrar oynanmaya başladığında maç kimle diye bakmadan Luigi Ferraris Stadı'na koşacağım, 15 gün önce hayatını kaybeden bu stadın mimarı Vittorio Gregotti'nin hatırasına ağır ağır çıkacağım tribüne çıkan merdivenleri. Bir de yine 'a gelmek istiyoruz, bizi o harika mezelerinizin olduğu restorana yine götürürsün değil mi?
Sevgiler, Genoalı Aurelio... (5 Nisan)

Madrid Mektubu

Selam dostum, bilirsin bizim meslekte spor dünyasından efsane bir isim hayatını kaybettiğinde arşive dalar en özel fotoğraflarını bulmaya çalışır, yakın çevresinden onu anlatmalarını ister, biz de özenli eksiksiz bir biyografi yazmaya çalışırız. Real Madrid'in eski başkanı Lorenzo Sanz'ı kaybettik bu hafta, elimizden geleni yapmaya çalıştık, iki gün boyunca üçer sayfa ayırdık gazetede. Madrid şehir haberlerine bakan tecrübeli muhabir arkadaşlarımdan birini anlattıkları hepimizi çok yaraladı. Bilirsin Bülent; 11 Mart 2004'te Madrid'de tren istasyonu ve banliyö trenlerine yapılan terör saldırısında 193 kişi hayatını kaybetmişti. Bizim 11 Eylül'ümüz 11 Mart'tı, bu şehirde yaşayanlar için daha büyük travma yoktu. Şimdi o arkadaşım dediklerini anlatayım sana: “11 Mart 2004'deki saldırının ardından yazı işlerinde çalışan bütün arkadaşlarımızın çabasına rağmen 193 kişinin tek tek hikayesini anlatamamıştık. Yetişemedik, hikayeler eksik kaldı. Şimdi yaşadıklarımızın yanında bu hiçbir şey değilmiş. Madrid'de virüs yüzünden günde 700 kişi hayatını kaybediyor ve biz bırak hikayelerini, isimlerini bile alt alta yazamıyoruz...”

Bugün dönüp bir ay öncesine baktığımda İtalya'da vakalar artarken bizde maçlar seyircili neden oynanıyordu, aklım almıyor. Hatırlarsın Santiago Bernabeu'da Real-Barça maçında 85 bin taraftar vardı. Şimdi kulüp stadyumun, virüsle savaşta lojistik deposu olarak kullanılmak üzere Madrid belediyesine devretti. Atalanta deplasmanına Valencia'dan neden 3 bin taraftar gitti, gidebildi, bizde seyirci yasağı varken neden 3 bin Atletico Madridli, Liverpool'da takımlarına destek vermeye gitti, bugün bütün bunlara kimse anlam veremiyor. UEFA, iki kupada maçları neden iptal etmedi, Euroligue yönetimi neden ısrarla maçları oynattı, eminim bugün pişmanlardır ama artık çok geç. Madrid'de gençlerin, çocukların puz pateni öğrenmeleri ve aileleriyle keyifli vakit geçirmek için gittikleri bir tesis vardı. Palacio de Hielo'da (Buz Sarayı) herkesin güzel anıları vardır ama artık Madrid'de hayatını kaybedenlerin toprağa verilmeden önce morgu oldu o tesis. Bir gün bütün bu kabus bittiğinde kim oraya buz pistinde kaymaya gider ki, gidebilir ki...

Nüfusumuz, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya'dan az ama bizim sosyal hayat biçimimiz de virüsün yayılmasını etkiledi. Nasıl mı, bak anlatayım. Biz İspanyollar bilirsin geç akşam yemeği yeriz, karantina günleri öncesinde insanlar normal hayatlarına devam ederken, sokaklar, caddeler akşam yemekleri öncesi yine tıklım tıklım doluydu, tapas barların en kalabalık olanları en iyi olanlardır deyip turist ve halk metro vagonu gibi yerlerde yiyip içiyordu. Yaşlı insanların bir araya geldiği tombala salonları vardır, bütün günü orada geçirirler. Aile büyüklerine konforlu hayat sunabilmek için evlerinde yaşamak ya da beraber yaşamak yerine onları huzur evlerine yerleştiren çok insan var bu ülkede. Orada kendi yaşıtlarıyla iyi besleniyor, iyi bakılıyor beraber iyi vakit geçiriyorlardı. Nereden bilebilirdik ki, o huzurevlerinin toplu ölümlere sebep verebileceğini...

İkimiz de futbolu çok seviyoruz ve hayatımızı tutkumuz olan futboldan kazanıyoruz ve farkındayım sözü bir türlü futbola getiremedim, çünkü gelmiyor, gelemiyorum futbola. İki hafta önce “La Liga'da maçlar ne zaman başlayacak, Euro 2020 öncesinde ligi bitirebilecek miyiz?” diye hesap yapıyorduk. Şimdi “haziranda başlarsak, temmuz 15'te biterebiliriz” diyenlere bile garip garip bakıyor insanlar. Madrid'de seveni çok ama bilirsin ki ben boğa güreşlerinden nefret ederim. Organizasyonların iptali sonrasında 700 milyon Euro kayıpları olduğunu açıkladılar ve devletten yardım istediler, buna Las Ventas Arena'nın müdavimleri bile isyan etti. Şimdi bütün kulüpler futbolcuların kontratlarından yüzde 30 indirim yapmalarını istiyor, kabul edecekler, başka şansları yok. Bilirsin, “hayat varsa umut vardır” deriz biz. Umudumuzu yitirmeyelim. Yine Santiago Bernabeu'ya geleceksin, biz yine El Clasico öncesinde kahvemizi yudumlayıp futbol konuşacağız, Figo'nun kulaklarını çınlatacak, Raul'lu günleri hatırlayacağız... Bizim evden sizin eve, bizim memleketten sizin memlekete çok selam...

19 Şubat Akşamı San Siro'da

Mattia 38 yaşında, özel bir şirkette çalışıyor, adının geçtiği haberlerde soyadının yer alma sebebi ise medyanın hassasiyeti çünokü o İtalya'nın bir numaralı coronavirüs taşıyıcısı.. Ülkenin kuzeyinde Codogno'da yaşıyor, doğduğu yer oln Castiglione D'Adda'daki ailesini ve arkadaşlarını ziyaret ediyor ve 500 kişinin çalıştığı Uluslar arası bir firmada çok sayıda yabancı ile birlikte çalışıyor. Eşi öğretmen ve ilk çocuklarının doğum sevincini yaşamak için haftaları geri sayıyorlar. Mattia amatör ama sıkı bir sporcu, maraton koşuyor, futbol oynuyor. Buraya kadar her şey tipik orta yaş bir İtalyan çiftinin hikayesi... Her şey 25 Ocak akşamı değişiyor hayatlarında ve başkalarının hayatlarında.. Mattia, Çin'den dönen bir İtalyan arkadaşıyla akşam yemeği yiyor. Şubat ayı başında yarı maratona katılan, orta sahasında oynadığı amatör futbol takımıyla hafta sonlarında maç yapmaya devam eden Mattia, 20 gün boyunca tek bir şikayeti olmadan hayatına devam ediyor. 14 Şubat'ta kendini iyi hissetmiyor ve gittiği doktor ona grip olduğunu söylüyor, o günlerde hiçbir doktor koronavirüsün ülkede olduğunun farkında değil, iki gün sonra nefes almakta zorluk çeken Mattia tekrar hastaneye gidiyor. 3 gün boyunca tedavisi yapılırken alınan önlem sıfır, o günlerde Mattia'nın tedavisinde yer alan tüm hastane personelinde daha sonra koronavirüs tespit ediliyor. 19 Şubat günü eşi, Mattia'nın Çin'den dönen arkadaşıyla yediği yemeği hatırlatıyor doktorlara... O arkadaşın yapılan testinde ise sonuç negatif çıkıyor, “ya virüs etkisini kaybetti ya da 0 numaralı hasta o değildi” diyorlar...

***
Aynı gün Milano'da bir Şampiyonlar Ligi maçı var. Bergamo şehrinin takımı Atalanta tarihinde ilk kez Devler Ligi'nde ve biraz da mucize bir şekilde çıktıkları gruplarından sonra son 16'da Valencia'yı çekmişler kurada... Stadyumları Şampiyonlar Ligi'ne hazır olmayan Atalantalılar maçlarını oynadıkları San Siro'daki zorlu 90 dakika için Bergamo'dan yola çıkıyorlar... Yol kısa, sadece 45 kilometre ve akşam trafiğine kalmamak için öğle saatlerinden itibaren 40 bin Bergamolu, Milano'nun sokaklarını, kafelerini dolduruyor. San Siro Stadyumu'nda Atalanta'nın attığı dört golde kendilerinden geçiyor, her taraftar gibi birbirlerine sarılıyor ve tezahürat yapıyorlar. Atalanta, tarihi zaferin ardından Bergamo'ya döndüğünde de yüzlerce taraftar takımı karşılıyor.

***
Francesco Le Foche, Roma'da Umberto 1 polikliniğinde immünoloji uzmanı. Her İtalyan gibi o da futbolu seviyor elbette. Mattia'nın 1 numaralı hasta kabul edildiği günden 27 gün sonra Corriere dello Sport Gazetesi'ne verdiği röportajda “Atalanta-Valencia maçı belki de salgının başlangıç noktasıydı. San Siro'daki 50 bin kişiden kaçı virüs taşıyordu, kaçı virüsü kaptı!” diyor. Le Foche'ye göre Atalanta-Valencia maçı öncesi Sağlık Bakanlığı ve İtalyan Futbol Federasyonu hızlı hareket edebilse ve maç seyircisiz oynansa İtalya'nın kuzeyinde salgın bu kadar hızlı ilerlemezdi: “Koronavirüsün hızlı yayılması için bir tribünden daha uygun yer var mı? Aralarında 5-10 cm. olan insanlar bağırırken, seslerini yanlarındakine duyurmaya çalışırken ağızlarından virüs saçtılar..” O gün San Siro'da yaş ortalaması elbette ki 40'ın altında binlerce Bergamolu elbette ki bölgelerinde son 20 günde yayılan koronavirüstten habersizdi, grip şikayeti olan varsa da “Geçer” diyordu ve büyük bir çoğunluğunun o günlerde asemptomatik olduğuna inanılıyor bugün, Mattia'nın 20 gün boyunca olduğu gibi...

***
İtalya o hafta sonunda Kuzey'deki maçları seyircisiz oynatırken, ülkenin kalanında oynanan maçlara karantina kararı alınmadan önce deplasmana giden taraftarların virüsü taşıyacağını hesaplayamadı. 19 Şubat'taki Atalanta maçından ülkelerine dönen 3 Valencia taraftarının koronavirüs testleri pozitif çıktığında bu haber gazete manşetlerinde çok ses getirmedi. İspanyollar hayatlarına devam ettiler. İtalya'dan ilk ölüm haberlerinin geldiği Şubat ayının son günlerinde maçlar seyircisiz oynanmaya devam ederken, İspanya La Liga'da tribünler taraftara açıktı... 1 Mart akşamı İtalyanlar, ligin kaderini belirleyecek Juventus-Inter maçını ertelerken İspanyollar El Clasico için saatleri sayıyordu.. Santiago Bernabeu'da Real Madrid'in Barcelona'yı 2-0 mağlup ettiği maçın tribünlerde 80 bin şahidi vardı... Sonrasını biliyorsunuz... Milano, Madrid, Paris, Münih, Paris, Londra, New York, İstanbul... (22 Mart) 

Vefa mı İhmal mi?

Bir sosyal deney düşünün. 10 sporseveri bir ay süresince bir yaşam alanına davet ediyor ve hayatlarından sporu çıkarmalarını istiyorsunuz. Dünyadaki tüm gelişmelerden haberdar olacaklar, sanat, müzik, edebiyat hayatlarında olacak ama spor müsabakalarını izlemeyecek, sonuçlarını öğrenmeyecekler. Deney süresince ve sonunda "Mutluyum, huzurluyum" diyen, ruh sağlığı bozulmamış bir bireyin kalacağını sanmıyorum. Koronavirüsün sosyal hayata etkisi elbette ki insanların sadece spor organizasyonlarından mahrum kalması değil. Son 15 günde yaşananlar ve bugünden sonra yaşanacaklar yakın gelecekte binlerce teze konu olacak. Koronavirüsün spor endüstrisine verdiği zarar bugünün konusu değil. İnsan sağlığı, her şampiyonluktan her kupadan ya da kırılacak her rekordan çok daha önemli.
 ligi tatil ettiğinde Avrupa'dan çıkan ses, onların gereksiz yere büyük panik yaşadıklarıydı. Uzakdoğu'da tatil edilen ligler elbette ki Avrupa ve Amerika kıtasında ses getirmemişti. İtalyanlar, virüsün ilk çıktığı kuzey şehirlerinde maçları seyircisiz oynatırken, güneyde tribünler doluydu. Ligin bir haftası mayıs ayına ertelendiğinde sezonun hikayesi değişecek kavgası verip karardan geri döndüler. Geçen hafta oynanan Juventus- Inter maçında yedek kulübesinde olan Rugani'nin de virüse yakalandığı ise ancak üç gün önce ortaya çıktı. Karantinaya alınmış 60 milyonluk bir ülkede insanların gideceği tek bir restoran, kafe yokken, hayatın durmasına beş varken, âşık oldukları futbola ne olacağı kaygısı; yerini her gün bir büyük uçak düşmüşçesine hayatını kaybedenlerin yasına bıraktı... İspanyollar seyircisiz oynama kararından, futbolcular birliğinin "Bizim bağışıklığımız mı var" isyanıyla geri döndüler ve lig iki hafta ertelendi. NBA'de sadece bir oyuncunun koronavirüse yakalanmış olması, dünyanın en çok izlenen spor organizasyonlarından birinin bir aylık ara vermesine yetti de arttı bile.  da EuroLeague yönetimleri de sınıfta kaldı. 'in Armani Milano ile deplasmanda seyircisiz oynayacağı maç için 'ya giden kadrosundan , Madrid Havaalanı'nda medyaya isyan etmiş ve "Milano'da oynamak zorunda mıyız?" demişti. Bildiğinden değil, haklı olduğundan! Koronavirüse yakalanan da Trey Thompkins oldu. Koronavirüs insan hayatını tehdit ederken, spor endüstrisinin kaybedeceği milyonlardan bahsetmek içime sinmiyor. Kulüplerin gişe kaybı, sponsorluk gelirleri, reklamlar, yayıncı kuruluşların zararlarıyla bitmiyor, stadyum dışında bocadillo-su satan Miguel de köfte-ekmek ayran satan Ahmet de bu ekonomik yıkımı yaşayacak.
***
Salı günü UEFA'nın merkezinden tüm üyeleriyle yapılacak video-konferansta futbol dünyası alınacak kararlarla tanışacak. EURO 2020'nin bir yıl ertelenmesi ve Uluslar Ligi'nin gelecek yıl yapılacak dörtlü finalinin iptali ilk adım olarak görünüyor. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi'nde en iyimser tahminle kalan maçlar ve çeyrek finaller 15 Nisan'dan önce başlamayacak çünkü oyunun aktörlerinden birçoğu karantinada, takımlar idman yapamıyor. EURO 2020'nin ertelenmesiyle takımların futbolcularını 1 Haziran'da milli takımlara gönderme mecburiyeti ortadan kalkacak ve ertelenen ligler haziran ayının sonuna kadar oynanabilecek. İstanbul'daki Şampiyonlar Ligi finalinin de haziran sonu oynanması gündemde. İspanya, İtalya'dan gelen tüm uçuşları durdurmuşken 3 bin Atletico Madridli'nin Liverpool deplasmanına gitmesi, PSG ve Valencia maçları seyircisiz oynanırken binlerce taraftarın stadyum dışından destek vermesi... Tüm bunlar Korona günlerindeki vefa olarak mı hatırlanacak; yoksa korkunç bir ihmaldi mi diyeceğiz, bize bunu zaman gösterecek... (15 Mart)

Bu Maçı Alıcaz Başka Yolu Yok


Deplasmanda maç kaybeden takım taraftarı olmak zordur, dönüş yolu bitmek bilmez, pozisyonları kafanda bir daha oynatır, direkten dönen topun içeriye girdiğini hayal eder, penaltıyı vermeyen hakeme veryansın edersin ama nafile.. Düşen omuzlarla eve varılır ve uyku tutmaz.
Bu eğer bir yurt dışı deplasmanıysa geçilen kontroller, rötar yapan uçaklar, ne yaşıyorsanız ikiyle çarpın. 19 Şubat akşamı Milano'da Atalanta'ya 4-1 kaybeden  taraftarları da valizlerinde forma ve atkı, kalplerinde kırıklık, zihinlerinde hüzün ile döndüler evlerine.
Geçer elbette, hayatta her şey geçici dersiniz, rövanş maçı var, telafi ederiz dersiniz, elenirsek dünyanın sonu değil bunun gelecek sezonu var, ligi var, kupası var dersiniz... Dediler de... Ama üçü hariç! 'nın kuzeyinde o hafta ilk ölümlü vaka ile kendini gösteren koronavirüs, üç Valencialı taraftarda tespit edildi ve ardından Hırvatistan'dan maçı Milano'ya izlemeye gelen bir başka futbolseverde de virüs bulununca panik bütün Avrupa'yı sardı...

Hayat futboldan ibaret değil elbette, İtalya'nın yıllık turizm geliri 40 milyar euro ve ülke ekonomisinin yüzde 20'si turizmden. Gelin son 15 günde başta İtalya'da olmak üzere spor dünyasında koranivürüsün etkilerini hatırlayalım hep birlikte...

İtalya'da koronavirüs salgınının vurduğu bölge ülkenin kuzeyi. Siz bu satırları okuduğunuzdan 48 saat önceki verilere göre 32 bin kişi şikayetle hastanelerin yolunu tuttu. 3 bin 296 kişide virüse rastlandı, 148 kişi hayatını kaybetti, 414 kişinin tedavisi sürüyor ve 28 bin 700 kişide çok şükür ki virüse rastlanmadı.

Önce maçları seyircisiz oynama kararı alan İtalyanlar ardından geçen hafta altı maçı mayıs ayına ertelediler.

Ertelenen maçlardan biri şampiyonluk yarışının kördüğümü olan Juventus-Inter maçıydı. Ortalık karıştı, mayıs ayında o maç oynandığında tarafların kaç puanı olacaktı, kim iddiasını yitirecekti bilinmez elbette...
Ardından yeni karar geldi. İtalyanlar o altı maçı bu hafta sonuna çekip, ligi bir hafta ötelediler ve 3 Nisan tarihine kadar maçların seyircisiz oynanacağını açıkladılar. Bu arada tüm okullar ve üniversiteler de 15 Mart'a kadar eğitime ara verdi. İspanyollar, İtalyan Atalanta'nın Valencia ile oynayacağı maça önce İtalyanlar gelmesin dediler ama karar o maçın da seyircisiz oynanması yönünde çıktı. Inter de Madrid'de Getafe deplasmanında seyircisiz maça çıkacak.
İsviçre Ligi tatil edilirken, Ajax'ın üç ismi Getafe ile oynadıkları ve elendikleri maçın ardından karantinaya alındılar...

Japonya,  ve Çin'de de ligler durdu. 'de futbolcuların tokalaşmamaları, gol sevinçlerini bireysel yaşamaları istendi! Benzer tavsiyeler NBA'den de geliyor ama hepsi temas içeren oyunlarda bu önlemlerle nereye varılacak bu da bilinmiyor.

Golf turnuvaları, bisiklet turları, teniste önemli turnuvalar da koronavirüs kurbanı.
Formula 1 sezonu Avustralya'da başlayacak ama ertelenen 'sinin ardından Vietnam ve Bahreyn de bu heyecanı yaşayamayacak gibi görünüyor.
İngilizler, Roma'ya canlı yayınlar için muhabir veya yorumcu yollamazken ay sonundaki İngiltere-İtalya maçının da iptali için iki federasyon görüşüyor...
Ve elbette 2020'nin iki büyük organizasyonu.
12 Haziran'da Roma'da İtalya-Türkiye maçıyla başlayacak olan futbol bayramı için 'nın mayıs ayından önce bir karar verebilmesi mümkün değil. Tüm Avrupa'ya dağılan virüs tehdidi geçmediği sürece seyircisiz oynamanın da bir anlamı olmadığından bilim insanlarından gelecek müjdeli haber bekleniyor.
24 Temmuz'daki Tokyo Olimpiyatları için ise haziran ayından önce net bir kararın çıkması imkansız, verilen mesajların tüm sporcuların motivasyonlarını yitirmeden, oyunlara hazırlıklarını sürdürmeleri yönünde... Koronavirüsün aşısını bulacak olan bilim insanlarının EURO 2020'nin başlama vuruşunu yapıp, açılış töreninde Tokyo'da Olimpiyat meşalesini taşımalarını diliyorum..
Bu maçı alıcaz, başka yolu yok... (8 Mart)