27 Aralık 2020

Bir Şehir Bir Adam Bir Ömür

Maçı izlemese de anlatabilenlerin dünyası artık, kim kaç orta yapmış, hangi takıma topa ne kadar sahip olmuş, golün asisti kimden gelmiş, hangi taraf daha sert oynamış, kaç top direkten dönmüş… O soğuk istatistik tablosunda yazıyor hepsi, olmadı üç dakikalık özeti izliyorsun, acelen var, yetişmen lazım. Kaçırdıkların ne bilmiyorsun, belki bir çalım, belki uzun topa depar atmayan forvetin yorgunluğu belki de ilk maçına çıkmış bir gencin gözle görülür heyecanı, umudu, hayalleri…

Ne ile ölçüyoruz biz başarıyı futbolda? Kazanılan kupalar, atılan goller, şurada sadece 15 yıldır tutuluyor asist yapanların isimleri.. Öncesinde kendi kendine gol mü atıyormuş santrforlar.. Kaç top kurtarmış kaleci, kaç atağı kesmiş orta saha oyuncusu, kaç ortayı auta atmış kanat oyuncusu, kaç kafa topunu almış stoper… İşte tam da bu yüzden golcüler üzerinden yazılır çokça futbol tarihi. Oynadığı maç sayısı attığı gol… Buna bakıp anlarsın ne kadar büyük futbolcu olduğunu, söz konusu bir kaleci bir stoper ise anlatacak bir baba bir ağabey lazım… Ya kenardaki teknik adamlar? Kaç kupa kazandıkları yazıyor özgeçmişlerinde… Ya kazanamadıkları, ikinci oldukları, üçüncü oldukları… Kendinden başka kim hatırlar ki o maçı kazansa, o top direkten dönmese bir kupa daha kazanacağını… En çok kupa kazananlar büyük hocalardır da ya peki çok kupa kazanılmasının önünü açanlar, o kupaları kazandıran futbolcuları yetiştirenler, keşfedenler… Bir ömrü futbola adayanlar…

Hayat boyu en çok öğreten insanların hayranı oldum ben.. Karşısında tut ki bir bedeli yazsa da paha biçilemez bir eylemin öznelerini yazdım hatırama.. Okulda bir öğretmen, işte bir usta, hayatta yol gösteren bir bilge.. En çok da öğretirken bildiğiyle kalmayan, durmayan, kendini yenileyen, her gün yeni bir şey öğrenen ve bildiğini kendine saklamayan, paylaşan bunun yorgunluğuyla kafasını yastığına koyanları sevdim… Işıktır onlar, önümüzü, geleceğimizi aydınlatırlar…

Trabzonspor ışığını kaybetti. Efsane, duayen, usta, bilge, tüm bu kelimelerin içinin boşaldığı, birilerine çok kolay yakıştırıldığı bu dünyadan, hepsini ve hatta çok daha fazlasını hak eden bir adam geçti… Özkan Sümer önce yalın ayak, sonra kramponlarıyla ve makosenleriyle, önce terli atleti, sonra forması ve kravatı, ceketi, pardesüsü, gözlükleri, içi renk renk kalemlerle aldığı notlarla dolu çantasıyla bir topun peşinden koştu 80 yıl…

Doğduğu şehrin futbol takımında forma giymiş çok insan var, sonra o takımın teknik direktörü olan da.. Tüm bunların üstüne o kulübe başkan seçilenler de.  Yaş aldıkça bir üst kattaki odaya geçmek, daha geniş bir makam odasına sahip olmak var da, kaç başkan var ki bu dünyada, odasından yine kendini toprak sahaların kenarındaki bir sandalyeye atıp 12 yaşındaki çocukların maçını seyreden… Yeni bir yetenek bulmak için belki de o çok sıkıcı 90 dakikaları büyük sabırla izleyen, uçağa atlayıp dünyanın öbür ucunda takımına ucuz ama yetenekli yabancı futbolcu arayan, bulduğunda kıran kırana pazarlığını yapıp tutup kolundan getiren…

Özkan Sümer, Trabzonspor’a kazandırdığı kupalarla bir şehrin kaderini değiştiren adamlardan çok daha fazlası… O, Dünya Kupası’nda milli takımı üçüncü yapan Şenol Güneş’i ağabeyi, o bazuka gibi frikiklerin sahibi Hami’nin, çalımlarıyla baş döndüren Gökdeniz’in, “ne güzel golcüydün sen” Fatih Tekke’nin ve onu çok sevip çok kızdıran Lemi’nin, Özkan Babası… O, San Siro’da Milan’a hat-trick yapan Yusuf Yazıcı’nın, Trabzonspor’un üç direk arasını koruyan Uğurcan Çakır’ın dedesi... Özkan Sümer, Karadeniz’de ekmeğini futboldan kazanmış, aile kurmuş, geleceğini kurtarmış onlarca eski futbolcunun, teknik adamın hakkını ödeyemeyecekleri futbol bilgesi..

80 yıl önce Trabzon’da başlayan bir hayat yine Trabzon’da bitti. İlk ve son nefes arasında gidilen onca yol, yaşanan onca sevinç, üzüntü, hayal kırıklığı, kupalar, ödüller, diplomalar var… Mühim olan o soğuk istatistik tablolarında ismin yanında yazan attığın gol, kazandığın kupa sayısı değil… Kaç kişinin hayatına dokunabildin? Kaç kişinin yoluna ışık oldun? Sana “Ağabey, usta, baba, dede, üstad” diyen kaç insan biriktirebildin hayatında?

80 yıllık ömrünü bir meşin yuvarlağın bir şehre, bir ülkeye vereceği mutluluk için tüketen bir insanın kaybının onu çok sevenlere verdiği hüznün, onun geride bıraktığı onurlu ve dolu dolu yaşanmış hayatın verdiği gurura kaybetmesi dileğiyle… Sağ ol Özkan Ağabey, Baba, Amca, Dede…. Sağ olun Özkan Bey…

20 Aralık 2020

Kıştı Adana'da Yağmur Yağıyordu

İstanbul aktarmalı Adana yolculuğuna çıktığında yine kimseye haber vermemişti. Ne Fransız medyası ne de çalıştığı kulüp nereye ne amaçla gittiğinden habersizdi. Fransa’dan başlayan yolculuk Adana’da son bulduğunda 53 yaşındaki Portekizli ertesi gün öğle saatlerinde oynanacak Adana Demirspor-İstanbulspor maçını izlemeden önce otel odasında yine bilgisayarına gömüldü. Onlarca futbolcunun yer aldığı raporların arasından ertesi gün izleyeceği oyuncunun dosyasını açtı. 26 Şubat 2018 günü Adana’da sağnak yağmur vardı. Adana Demirspor, İstanbulspor’u 2-1 mağlup etti. Portekizli maçı tribünde izledi, İstanbulspor’da oynayan Fransa doğumlu Kubilay Aktaş’ın ismini bir kenara not etmişti, hayır peşinde olduğu oyuncu o değildi. Onun aracılığıyla bir takım arkadaşına ulaşmaya çalışıyordu. İşi kendi bitirmeyi severdi. 

Maçtan sonra Lille yöneticisinin kendisiyle görüşmek istediğini Kubilay’dan duyan Zeki Çelik için Luis Campos ismi bir şey ifade etmiyordu: “Onu tanımıyorum, yorgunum, takımla İstanbul’a döneceğim” dedi. Hayatının fırsatı ayağına kadar gelmişti ve Zeki bundan habersizdi. Luis Campos elbette ki çekip gitmedi. Türkiye, Süper Lig’de hiç forma giymemiş bir oyuncunun Fransa Ligi’ne transfer olduğunu öğrendiğinde Luis Campos ismi yine haberlerde yoktu. Campos, gölgede kalmayı severdi. O sezon Lille küme düşme potasına yapışmış, Zeki de büyük bir ihtimalle ertesi sezon bir alt ligde oynayacak takıma gitmek istememişti başta. Lille, ligin bitimine iki hafta kala küme düşme potasındaki Toulouse’u deplasmanda mağlup etti ve ligde kalmayı başardı. Deli dahi Marcelo Bielsa ile başladıkları, çılgın transferlerle girdikleri sezonun sonunu Saint Etienne’in eski hocası Galtier ile getirmişler ve ucuz kurtulmuşlardı. Zeki Çelik teklifi kabul etti. O artık Lille forması giyecekti. Peki kimdi bu Luis Campos?

Önce kötü futbolcuydu, profesyonel futboldan para kazanamayacağını anlayınca tutkuyla bağlı olduğu oyunun içinde kalabilmek için Porto Üniversitesi’nde spor bilimi okudu… Buraya kadar olan hikayesi kendisinden bir yaş büyük olan bir vatandaşını hatırlatıyor elbette: Jose Mourinho… O “özel biri”ydi, peki Campos! Hiçbir zaman büyük bir teknik direktör olamadı. Ne Porto’yu, ne Sporting’i ne de Benfica’yı çalıştırabildi. 27 yaşında Leiria teknik direktörü olmayı başarmıştı ama alt liglerde bir takımdan diğerine giderken adı Portekiz medyasında satır aralarında kalıyordu. 40’larına yaklaştığında Portekiz 1. Ligi’nde takım çalıştırır olmuştu ama ona gazetecilerin taktığı lakap sinirlerini bozuyordu. Çalıştırdığı Vitoria de Setubal, Varzim ve Beira Mar küme düştü. Campa, Portekizce’de mezar demekti ve onun adı artık Luis Campos değil, Luis “Campa”s’dı gazete sayfalarında… Teknik direktörlük döneminin en güzel hatırası 27 maçtır yenilmeyen Porto’yu Gil Vicente’nin başındaki devirmesiydi. Evet, Porto teknik direktörü Jose Mourinho idi. Mourinho olamamıştı ama olsun onu bir kez olsun mat etmişti. Mourinho da bunu yazdı bir kenara elbette..

2005 yılında hep güzel futbol oynatan ama kazanamayan teknik adam rolünü çıkardı hayatından, Esposende kasabasının sahilinde bir restoran açtı ve futbol kariyerinde de başka bir yola saptı.. Americo Magalhaes kendisi gibi eski bir teknik direktördü. Mourinho, İngiltere’de fırtınalar estirirken, bu ikili “Mourinho Tactical Board”u piyasaya sürdüler.. Bilgisayar programı yazdırmışlar, idman ekipmanları geliştirmişler, Avrupa’nın dev kulüplerine bunları pazarlayan bir şirketin sahibi olmuşlardı…

Yedi yıl sonra futbol sahnesine döndüğünde Real Madrid’de rakipleri analiz etmesini isteyen Jose Mourinho idi. Avrupa futbolunun bir numaralı menajeri vatandaşı Jorge Mendes ile zaten hep dirsek temasındaydı. 2013 yazında hayalindeki teklif geldi. Monaco kulübünü satın alan Rus işadamı Dmitry Rybolovlev’in bir futbol aklına ihtiyacı vardı ve evet o adam Luis Campos’tu. Önce Falcao, James Rodriguez  ve Moutinho gibi büyük transferlerle başladılar ama Luis Campos’un projesi bu değildi. O, ucuz ve genç isimleri bulup sahnedeye çıkardıktan sonra rekor fiyata satan adam olmak istiyordu. Oldu da… Lemar, Bernardo Silva ve Bakayoko’dan büyük paralar kazandı Monaco ve en önemlisi alt yapıdaki bir çocuğun ailesini yeni kontrat için ikna etti. Çocuk oynamıyordu ve gitmek istiyordu. Mbappe yeni kontrata imza atmasa, Campos kulüpten ayrıldıktan sonra Monaco onu nasıl 180 milyon Euro’ya PSG’ye satabilirdi ki…

Fransa’da son 10 yılda PSG’nin şampiyonluk serisinin arasına girebilen tek takım onun yaptığı transferlerle şampiyon olan Monaco oldu ama Luis Campos, artık Lille’i satın alan işadamı Gerard Lopez için çalışıyordu…

Pepe ve Osimhen’i tek rakamlı milyonlara alıp, 80 ve 70 milyona satan, Zeki’yi sadece 2 milyona Lille’e getiren, Lazio ile girdiği transfer düellosundan galip çıkan ve Yusuf Yazıcı’ya Fransa kapılarını açan, Burak Yılmaz’ı 35 yaşında Avrupa futboluyla tanıştıran da elbette Luis Campos oldu…

Campos şimdi Lille'de yolun sonuna geldi... Lille’i elden çıkartmak isteyen patron Gerard Lopez pazarlık masasında... Kulübü attıkları gollerle sırtlayan Zeki-Yusuf ve Burak her gün Fransız medyasının manşetlerinde... Zeki’nin bir zamanlar forma giydiği Karacabey ile hafta ortasında kupada karşılaşan Fenerbahçe dün akşam Gaziantep ile karşılaştı… Gaziantep’te kim forma giyiyor? Zeki’ye yağmurlu bir kış günü Adana’da tercümanlık yapan Kubilay Aktaş… Hayat işte…

13 Aralık 2020

Önce Ölmek Var mıydı Paolo?

 

Sokakta futbol oynuyorduk, asker ağabeyler geldi, çocuklar evinize gidin, sokağa çıkma yasağı var” dedikleri günden 12 gün sonra İzmir Atatürk Stadyumu’nda İzlanda’nın bizim milli takımı 3-1 mağlup ettiğini tek golümüzü de penaltıdan Fatih Terim’in attığını bana arşivler hatırlattı. Dünya Kupası’nın ne olduğunu biliyorduk ama biz hiç gitmemiştik ya da gittiysek de babalarımız bile hatırlamıyordu.

1982 Dünya Kupası, İspanya’da yapılacaktı. Sovyetler Birliği, Çekoslavakya, Galler, İzlanda ile aynı gruptaydık ve 8 maçı da kaybettik ve "top ağlarımızda" diyen spiker ağabeyler bunu 22 kez dediler, bir gol atabildik, o gol de Fatih Terim’in penaltısı…

1970’te Pele’li Brezilya’ya kaybeden İtalyanlar 48 yıl sonra Dünya Kupası’na gidemedikleri 2018’de dönüp geçmişe baktıklarında 12’nin büyüsünün bittiğini kabul ettiler. 70’te final oynamışlar, 82’de kupayı kazanmışlar, 94’te Baggio penaltıyı kaçırmış, kaybetmişler, 2006’da Zidane kafayı atmış ama onlar kupayı almışlardı, 2018 Rusya’da da final oynayacaklardı, 12’nin sihri buydu. Olmadı, biz zaten hep gidemiyorduk da onlar gidemeyince anılara sarılmışlardı o günlerde. 1982 yazı, ne yazdı ama…

Eleme grubunda Yugoslavya’nın ardından Dünya Kupası biletini alan İtalyanlar şike skandalıyla sarsılan futbollarını kurtarmaya çalışıyorlardı İspanya’ya giderken. 24 yıl sonra Almanya’daki finaller öncesinde de şike skandalı patlak verdiğinde yine mi kupa kazanacağız diye acı acı gülümseyenler elbette ki 82 yazını unutmayanlardır…

Polonya’nın Kamerun’u 5-1 yendiği maç dışında grupta bütün maçlar berabere bitti. İtalyanlar üç beraberlik alırken sadece iki gol atmış ve 3 beraberliğini bir gol atıp alan Kamerun’u averajla sollayıp adını bir üst tura yazdırmıştı. İtalyan medyası Totonero bahis skandalı sonrasında milli takımlarından umudu kesmişti. Muhteşem Brezilya, genç Maradona’nın olduğu Arjantin, Fransız ve Almanlar varken nasıl kupayı kazanabilirlerdi ki?

Çok şey oldu 1982 yazında… Gijon’da Almanya ve Avusturya 80 dakika top çevirdiler, Cezayir’i kupanın dışına attılar, o günlerde grupların son maçları aynı gün saatte oynanmıyordu işte… Sevilla’da Schumacher’in Battiston’a uçan tekmesi, unutulmaz Batı Almanya-Fransa yarı finali… O günlerde grup maçlarının ardından ikinci tur da 3 takımlı gruplarla oynanırdı. İtalya daha ne kadar zorlu bir gruba düşebilirdi ki… Brezilya ve Arjantin, Güney Amerika’nın iki devi karşılarında kabus gibi duruyordu.. Barselona şehrinde bugün Sarria Stadı’nın yerinde dev apartmanlar yükseldi ama 82 yazının hatıralarını dozerler de yıkamadı. 40 bin kapasiteli Sarria, 120 binlik Camp Nou’nun yanında neydi ki! 

Sarria’nın çimlerinde İtalyanların boğduğu ilk takım Arjantin oldu. 2-1 kazandılar. Brezilya da Arjantin’i 3-1 mağlup edince son maç 70 finalinin erken rövanşı oldu. Socrates, Zico, Eder, Falcao’lu Brezilya karşısında Zoff, Cabrini, Antognoni, Tardelli, Bruno Conte ve Paolo’lu İtalya… 5, 25 ve 74’te üç kez yıktı Paolo Brezilya kalesini, Socrates ve Falcao’nun golleri yetmedi sambacılar.. İtalya çıldırmış, Arjantin ve Brezilya evine dönüyordu.

1934 ve 1966’dan sonra ilk kez Dünya Kupası yarı finalinde dört Avrupa ülkesi vardı. İtalya’nın rakibi ilk grubu önünde bitiren Polonya, Batı Almanya’nın karşısında ise Fransa… 8 Temmuz günü öğleden sonra hayat durdu İtalya’da.. İki kez sallandı ülke, Paolo, Polonya filelerini havalandırmış, İtalyanlar delirmişti. Medyanın ne işi var bu formsuz haliyle Dünya Kupası’nda dediği Paolo’ya inanan hocası Bearzot takımıyla Madrid’deki finale gidiyordu..

Dünya Kupaları’nda ilk penaltı atışlarının uygulandığı finallerdi. Tarihin en unutulmaz maçlarından birine sahne oldu Sevilla’daki Ramon Sanchez Pizjuan Stadı.. 90 dakikada Littbarski ve Platini’nin karşılıklı golleri, uzatmalarda önce Tresor ile öne geçen Fransa Giresse ile 98’te skoru 3-1’e getirdiğinde iş bitti denmişti ama Almanlar son sözü söylediler, önce Rummenigge sonra Fischer’in golleri ve penaltı atışlarında Six ve Bossis kaçırınca yıkılan Fransa… 70 bin kişi Batı Almanya’yı Madrid’deki finale uğurluyordu İtalya-Polonya maçından dört saat sonra..

11 Temmuz akşamı Madrid’de Batı Almanya’yı yıkan ilk gol yine Paolo’dan geldi. Tardelli ve Altobelli ile üçü buldular, Breitner’in tek golü kaybedenin sayısı olarak geçti tarihe.. Santiago Bernabeu’nun tribünlerinde 90 bin futbolsever Dünya Kupası’nı kaldıran, turnuvanın en iyi oyuncusu ve gol kralı olan Paolo’yu alkışlıyordu…

Paolo artık tüm İtalyan erkeklerinin kardeşiydi, ağabeyiydi, oğluydu. Ferrari, Armani ya da Umberto Eco- Luchino Visconti ne ise Paolo da öyleydi artık, bir ülke yeni markasını, efsanesini yaratmıştı… 38 yıl sonra iki kızıyla gittikleri tatilden döndüklerinde eşine sırtının ağrıdığını söyledi… Gittikleri doktor onu görünce “Oooo Signor Rossi” diye ayağa fırladı. Hastalıkla savaştı ama başaramadı.. Paolo Rossi dört gün önce eşinin kollarında hayata veda etti. 64 yaşındaydı… Herkes güzel konuştu ardından ama en güzelini 81 yaşındaki teknik direktör Giovanni Trapattoni söyledi: “Futbolcular, hocalarından önce ölmemeli...”



6 Aralık 2020

Medyada Yeni Haller
Tribünde Hoyratlığın Yakın Tarihi


Spor sayfasını okuyup telefona sarılan ve gazetenin spor servisini arayan okurun telefonuna cevap veren kuşaktanım. Evet o günlerde de e-posta vardı ama tercih edilmez, bazı okurlar uzun mektup da yazardı ama sosyal medya daha keşfedilmişti. Övmek ya da haberin, köşe yazısının güzelliğine iki kelime iltifat etmek isteyenler evet her zaman azınlıktaydı ama okurun ne düşündüğü mühimdi. Yazan insan için, okurun yokluğu ölümdür. Sabırla söyledikleri dinlenir, not alınır, ilgili kişiyi iletilecekse iletilir, telefonun diğer ucundaki eğer hakaret etmiyorsa eleştiriler kulağa küpe olurdu. Bazen tuttukları takıma sayfalarda az yer ayrıldığını söyleyenler arar, bazen mühim bir bilginin yanlış aksettirildiğini söylerler bazen de köşe yazarlarıyla aynı futbol görüşüne sahip olmadıklarını belirtip, kendi kafalarındaki oyun analizini anlatırlardı… Her zaman işimiz çoktu ama dinlerdik…

Sosyal medyanın özellikle de Twitter’ın yaygınlaşmasıyla birlikte yeni bir futbolsever ve taraftar tarifi çıktı karşımıza. İster öğrenci olsun ister bir meslek sahibi, karşısındaki kişiyi futbol bilmemekle suçlayan, kendi fikrinden başkasına tahammülü olmayan ve yaktıkça, yaraladıkça, kısaca linç ettikçe mutlu olan bir taraftar kitlesi…

Geçmişte tuttuğunuz takım maç kaybettiğinde kazanan taraftarı ne dediği okul, iş arkadaşları, akrabalarla sınırlıydı. Derbi kaybeden pazartesi okula gitmez, kazanan işe formayla gider, en fazla telefonlara çıkılmaz, en fanatik olanı ise evinin perdelerini, panjurlarını kapatır kendini 2-3 gün karantinaya alırdı. İnsanlar birbirlerini takılır, dalgasını geçer sonunda illa ki bir gazoz bir demli çay içerdi..

Senin tuttuğun takımdan nefret edenlerin ne düşündüğünü, ne söylediğini bilmez, dolayısıyla sen de karşı bir nefrete sahip olmazdın. Futbol dünyası kendi başarılarını başkalarının başarısızlıklarının üzerinden anlatan “şampiyon”larla dolu değildi… Facebook, Twitter, Instagram derken karşı tarafın ne düşündüğünü öğrendikçe kendi kendini bileyen bıçak gibi dolaşmazdı insanlar sokakta…

 

Muhabirlik çok mühim meslekti, haber atlatmak, ertesi gün çıkacak gazetedeki imzalı haberine hayranlıkla bakmak, özenle manşet atmak paha biçilmezdi. Gazeteci haberini yorumunu gazetesinde, televizyon ekranında yapar, önce sosyal medyaya yazmazdı. Kurumun başarısı, ekip çalışması, servis ruhu, sosyal medyadaki takipçi sayısı, beğeniden önce gelirdi.

“Yazdıklarım çalıştığım kurumu bağlamaz” uyarısı sosyal medyayla peydah oldu. Bir gazetecinin imza attığı haberi, yaptığı yorum çalıştığı kurumu bağlamıyorsa, o kurumun neden ona maaş ödemeye devam ettiğini de kimse sorgulamadı…

Taraftar her başarısızlıkta kurban arıyordu ve kesimhane Twitter’dı. Bir futbolcunun sosyal medya hesabının altına hakaretleri saydırmak kaybedilen maçın diyeti oldu. Nice teknik adamlar, ne güzelim futbolcular o linçe kurban gittiler. Onlar kaybedince, kendini iyi hisseden bir taraftar kitlesi doğdu…

Tribünlere oynamak eylemi futbolculara aitti. Onlarla sınırla kalmadı. Kulüp başkanları, yöneticiler, sahada formanın hakkını vermeyen ama sosyal medyada taraftarın kalbine oynayanlar, takipçi peşinde koşan bir gün kendi medyasını kuracağına inanan ama kendisi medyanın harbi bir parçası olamayanlar…

Çeyrek asır önce sosyal medya olsaydı nice yıldızlar 30’una gelmeden futbolu bırakırdı. Zaten hepsi “kazma”ydı denir, dipsiz çukura atılırdı. Zamanın önünde elbette ki kimse duramaz. Internetin nimetleri de sosyal medyanın çok sesliğini de gazeteciler ve futbolseverler için bereketli topraklar. Ekmesini de hasatı etmesini de bilenlerin elbette ki karnı doyuyor..

Lakin gazetecilik ciddi bir iş, bir takımı tutkuyla sevmek de yürek meselesidir. Bir twitter hesabı açınca kimse muhabir olmuyor, yüz futbolcunun ismini yazınca en fazla transfer duyumcusu olunuyor. Onun da ömrü en fazla iki ay… Bir yazı yazınca köşe yazarı olunmadığı gibi dörtlü defansı üçlü defanstan ayırabilen de futbol analizcisi olmuyor. Herkes yaşadığı şehrin takımı tutmak zorunda değil dolayısıyla stadyuma da gitmesi mecburi değil ama hayatında sabahın köründe kalkmadan, kuyrukta beklemeden, çıplak gözle atılan yenilen bir golü görmeden, kazanınca şampiyon kaybedince dünyanın sonu gelmiş gibi eve dönmeden de taraftar olunmuyor…

Kazanınca İnstagram hikayelerinde ver coşkuyu, kaybedince Twitter’da iki cümleyle yık dünyayı.. Ne yarının kalsın, ne geleceğin, yansın bu takım, batsın bu arma..

Kısa cümlelerle anlatmak zorundasın bugünün gençlerine kendini, bir maç 90 dakika olabilir ama onların sadece 3 dakikalık özete vakitleri var. Gazeteciliğin etik değerlerini hiçe sayıp, yarım asırlık kurumlarda tutunamayanlar için gazeteciymiş gibi oyun oynayacakları park alanları da var sosyal medyada… Yolun sonunda su akar yolunu bulur ama meşin yuvarlak da patladı, kalemler de, klavyeler de… Sosyal medya fenomenleri derseniz, fenomen eskiden pozitif bir kelimeydi ama pozitif de 2020 dünyasında artık yeni negatif…

29 Kasım 2020

Adın Şiir Gibiydi Sen Bir Roman

Güzel oyun diyorlar futbola... Çocukluk kadar güzel… Sonra büyüdüğünde hayatın güzel olduğu kadar acımasız; sevinçler kadar hüzünler, kahkahalar kadar gözyaşlarıyla dolu olduğunu tecrübe ettiğinde futbolun hayata benzediğini görüyorsun… Bir zamanlar peşinden koştuğun topu bir koltukta hiç bıkmadan televizyon ekranında ya da tribünde izlediğinde ilk aşkının tutkuya dönüştüğünü fark ediyorsun. Okuma yazmayı daha öğrenmediğin günlerde vurduğun meşin yuvarlak ağır, ayağında acıyı hissediyor, büyüdükçe daha uzağa vurduğun için gurur duyuyorsun kendinle, hele bir de yetenekliysen üç direğin arasına istediğin köşeye vurabiliyorsan o işte senin ilk şampiyonluğun oluyor…

Çoklukla babanın tuttuğu takımı tutuyorsun, sahadaki her futbolcu baban yaşında, hani görsen amca diyeceğin adamlar... Hayat renkli ve tasasız ama televizyonlar siyah beyaz ekran. Adını ansiklopedilerde gördüğün bir ülkede Dünya Kupası düzenleniyor. Tribünlerden konfeti niyetine tuvalet kağıdı atan Arjantinlileri hayran hayran izliyorsun, sen daha çocuksun o da 18 yaşında bir genç, o da ekran başında…

Yakana kırmızı kurdele takıyorlar okumayı öğrendiğin için, ağabeyin ablan var, ya da senden ufak kardeşlerin, okuldan gelip çantayı atıp topun peşinden koşturuyorsun. “Adamın gol diyor” ile ne kavgalar kopuyor, o zamanların VAR hakemleri topa iyi vuramayan kenarda bekleyen mahalle arkadaşların. Ter kan içinde eve döndüğünde annen sırtına tülbent koyuyor sen üşütme diye…

Kafamıza anne terliği yediğimiz, çok çalışan babalarımızı az görüp özlediğimiz, hayatımızın ilk ezeli rekabetini kardeşlerimizle yaşadığımız, kalbimize ilk heyecanın düştüğü yılların kahramanıydı o… 60’ların ortasından, 70’lerin sonuna kadar dünyaya gelmiş her çocuk onun adını ezbere bilirdi. Daha güzel futbolcu ismi mi olurdu, şiir okur gibi okurduk adını… Diego Armando Maradona… Adın şiir gibiydi, hayatın ise bir roman…

Büyüdüğünü anladığın günü futbolda arıyorsan, bir gün senin yaşında bir futbolcunun tuttuğun takımada sahaya çıktığı günü hatırla… Sen ortaokul lise sıralarında kopya çekerken, o eliyle gol atıyordu. Sen takdir belgesini koşarak eve götürürken o Dünya Kupası’nı kaldırıyordu. İlk aşk kalbine düştüğünde onunla bir ömür geçirmeyi hayal eden binlerce kadın vardı. Sen sınıfta kalıyordun, o şampiyonluğu kaptırıyordu; sen üniversite sınavını kazanıyordun, o Napoli’yi şampiyon yapıyordu… Senin ne yaptığından elbette haberi yoktu ama onun senin hayatına neler yaptığını yıllar içinde öğrenecektin…

Artık çocuk değildin, hayat seni bekliyordu… İyilikler de kötülükler de evin kapısının dışındaydı. Buenos Aires’te de, Napoli’de de, İstanbul’da da, Madrid’de de böyleydi. Sonra cenazelerle tanıştın, deden ninen ölüyordu, artık bir kürek toprağı atacak kadar güçlenmişti kolların... Şiirle, romanla müzikle zenginleşen hayatının salonunun baş köşesinde yine futbol oturuyordu… Ne olacağım telaşının takvimlere düştüğü yıllarda, onun da çıktığı en yüksek tepeden yokuş aşağı koşmaya başladığını gördün… O yuvarlanıyor, düşüyor, kanıyordu, sen de seviyor, seviliyor, ayrılık acısı çekiyor, işini kaybediyor sonra belki daha iyisini buluyordun…

Gün geliyordu tuttuğun takımın en yaşlı futbolcusuyla aynı yaşta olduğunu fark ediyor ve durgunlaşıyordun.. Artık genç değildin, o futbolu bıraktığı gün artık kendi hayatını kurmalı, kendi evinde oturmalıydın…

Maradona’nın futbol sahasında yaptıklarını o yılların takvimleri duvarlarında asılıyken izleyenler için ölen sadece Maradona değil... Milyonlarca insan sadece Arjantin doğumlu eski bir futbol yıldızının bu dünyadan göçüp gitmesine ağlamıyor, üzülmüyor. Maradona hayatın ta kendisi(ydi)… Belki o terliği atan annen yok hayatta, belki o çok çalışan baban, belki ortaokulda kopya çektiğin için pişmansın, belki de daha çok çalışsaydım da tıpı kazansaydım diyorsun. Sevip ayrıldıkların geliyor aklına, sevip de gidenlerin gittiği yollardan geçmediğini hatırlıyorsun. 

Evinin saten boyalı duvarlarına artık gençliğindeki gibi futbolcu posterleri asmadığın için kızgınsın kendine.. Bir tarafta “Çocukluk hiç bitmez gökyüzü gibidir” aklından çıkmıyor. Bir taraftan da Maradona ölünce çocukluğunun öldüğüyle yüzleşiyorsun… Maradona’ya mı ağlıyorsun, bir daha geri gelmeyecek o güzel günlere mi?

Sahada rakiplerine attığı çalım kadar hayata da çalım atmışlığı olan bu adamın 60 yaşında kalbini durduran her ne ise, yıllar önce Bilbao Kasabı Andoni Goikoetxea’nın ona attığı acımasız tekmeye benziyor... Maradona, hepimizin hayatının dört yapraklı yoncasıydı… Bir futbol topuyla kimse daha çok mutlu olmamıştır bu dünyada ve hiç kimse milyonlarca çocuğu bir gün Maradona olacağım hayaliyle yatağında bir futbol topuna sarılıp hayal kurdurtmamıştır… Her şeyi vardı onun, bir ömür aradığı huzurdu… Buldu...





22 Kasım 2020

Her Yerde Maç Var...


 
Hollanda’da 2004 yazı… Yeni sezonun hazırlık kampında sahada futbolculuk günlerinden kopamayan, meşin yuvarlağa sevdalı bir teknik direktör var. Takımı kadar idman yapıyor her gün, frikik atıyor, kalecileri uzaktan avlamaya devam ediyor ve çift kale maçlarda kendini de oyuna atıyor. Röportaj için karşıma oturduğumda ilk sorum elbette “3 yıl önce futbolu bıraktığına pişman mısın, en azından bir yıl daha oynamayaz mıydın?” oluyor. Hagi bir duraklıyor ve o hiç unutmadığım yanıtı veriyor: “Haftada bir maçı oynardım ama hafta içinde 4-5 gün idman yapacak kafam kalmamıştı. O idmanların yarısından kaçsam içim rahat etmezdi.”

36 yaşında futbolu bırakan Hagi, kariyeri boyunca oynadığı kulüp ve milli takım formalarıyla her sezon maksimum maça çıkan yıldızlarda biri oldu. İyi, en iyi olmanın bedeli buydu. Dinlenemezdin, rotasyon da o günler futbol dünyasına uzak bir terimdi. İdman, maç, idman, yolculuk, maç, idman… Her gün belirli bir saatte tam da zamanında olma gerekliliği, kazanma baskısı, kaybettiğinde çöken psikoloji…

Madrid’de 2006 ilkbaharı… Futbolseverler Almanya’daki Dünya Kupası için gün sayarken, Real Madrid, Zidane’nın futbolu bırakacağı açıklaması sonrasında Fransız yıldıza vedaya hazırlanıyordu. Santiago Bernabeu’daki Villarreal maçında 80 bin taraftar tribündeydi ve maçı çeken kameralar haricinde belgesel projesi için ayrı bir ekip de Zidane’nın peşindeydi. O akşam o ekip sadece Zidane’ı çekti saha içinde.. Fransız efsane 34 yaşındaydı ve Dünya Kupası’ndan sonra kramponlarını çıkartacağını söylemişti. “Neden?” diye sorduklarında cevabı kısa ve netti: “Bir yılda 60 maçı artık vücudum kaldırmıyor.” Berlin’de finalde Materazzi’ye kafayı attı ve gitti Zidane…

 İstanbul’da 2020 sonbaharı… 23 Ağustos’ta Lizbon’da Bayern Münih ile Şampiyonlar Lig finalini oynayan Paris Saint Germain, bu kupanın yeni sezonunda gruptaki ikinci maçı için İstanbul’a geliyor, kadroları geniş ama takım sakatlıklardan kırılmış durumda. Fransa Ligi, pandemi yüzünden yarı kalmış, diğer liglerden 11 maç eksik oynamış olmalarına rağmen Paris Saint Germain’in çıktığı maç sayısı 50’nin üzerinde, ki kadronun büyük bir çoğunluğu milli takımlarında da oynadığından biz buna 60 diyelim.. Mbappe de öyle dedi zaten. Muhabir “Yeni sezonun 10. maçı…” diye sorusunu sormaya hazırlanırken Fransız yıldız lafını böldü: Hayır yeni sezonun 10. Maçı değil, geçen sezonun 60. Maçı. Çünkü hiç dinlenmedik…”

 ***

Mbappe haklı, her hafta neredeyse 2-3 futbolcunun uzun sürecek sakatlıklar yaşadığı bu sonbaharda en çok da o idmanlara çıkan, her maç 10 km.nin altında koşarlarsa eleştirilen oyuncular haklı. Toni Kroos’un dediği gibi futbolcular birlik olabilse Avrupa Uluslar Ligi için bu sonbaharda üç ara verilmez, milli takımlar 8-9 maça çıkmazdı… FIFA ve UEFA uzun yıllardır oyunun aktörlerinin insan olduğunu unuttu. Daha çok maç diyen global sponsorların derdi elbette ki her maçta bir formanın göğsünde, bir panoda televizyon ekranında görünmek.. Evet dünyanın en popüler oyunu futbol, evet pandemi döneminde milyarlarca insan Belarus Ligi’nde iki dakikasına katlanamayacağı bir maçı yeri geldi 90 dakika izledi ama ya sonra?...

İtalyanlar, 10 lig maçının altısını Pazar günü yerel saatle 15:00’te oynatırlar. Yıllar önce taraftar olmayı tarif eden, futbol tutkusunu anlatan güzel bir reklamın sloganı vardı: “Biz her Pazar aşık oluruz.” Bir hafta beklerdin sevdiğini ve her gördüğünde o iki rengi sahada, bir kez daha aşık olurdun.. Oyun çok zamandır böyle değil, teknoloji sayesinde dünya da.. Z kuşağı artık sadece kendi ülkesinden bir takıma aşık değil, her ülkeden sevilecek, takip edilecek, transferlerini, taktiklerini tartıştıkları  bir takımları var. Artık haftanın yedi günü futbol var. Hafta sonları ekran başına oturduğunda kesintisiz gece 01:00’e kadar izleyeceğiniz onlarca maç var ekranda.. İnsan en sevdiği yemeği bile yedi gün arka arkaya yemez.. “İzlemezsin, olur biter” diyebilirsiniz ama ya oynayanlar, kenardaki teknik adamlar, bir takım için emek harcayanlar…

***

“Çok maç var” tartışması 2020’de ortaya çıkmadı elbette. Hagi, Zidane, Mbappe ve Toni Kroos dışında da isyan eden çok futbolcu var geçmişte... FIFA ve UEFA, 200 ülkede binlerce sinema salonunda vizyona giren büyük bütçeli bir Hollywood filmi sanıyor futbolu… Oysa ki futbol, o film gibi banttan değil… Bir tiyatro oyunu bir konser gibi performans sanatı ve elbette bunların hiçbiri futboldaki gibi bir haftada 3 maç oynayıp neredeyse bir maraton mesafesi koşmanızı gerektirmiyor… “Her yerde maç var” kulağa hoş gelebilir ama çok sevmek için bıkmak arasındaki görünmez çizgi çoktan aşıldı bile… Üstelik tüm bu maç sağanağı, virüs yüzünden kırılganlaşan, pozitif çıkan testlerinin ardından karantinaya girip idman yapamayan, çok değil 7 ay önce iki ay boyunca evlerinde oturmak zorunda kalan futbolcuların üzerine yağıyor… Sırılsıklam oldular ve bu acı gerçek, yağmur yağdığında kahveyi alıp pencere kenarına oturup dışarı izlemenin tatlı tarafıyla karşı karşıya geldiğinde sadece bedenler değil akıllar da sakatlanıyor…

15 Kasım 2020

Toto Wolff

Çocukluk yıllarımızın hayat bilgisi kitabından soba başında toplanmış aile bireylerinin yediği kestanenin kokusunu alırdık. Mutluluk bu kadar basit, başarı ise bir o kadar uzak ve bilinmezdi. Her insanın çocukluğunda olmadı kardeşinde kırılan bir kol, düşülen bir bisiklet, patlayan bir dudak, kanayan bir burun, sürtülmüş bir diz, burkulmuş bir bilek vardır. Kaşımız yarılır, elimiz yanar, bıraktıkları izler insana yol gösterir. Daha dikkatli olmayı, daha çok çalışmayı, daha iyi olmayı keşfettiğin yeni yetmelik yılları. Hayat bilgisi kitabında geçmez ama bazı çocuklar babalarına doyamadan veda ederler… Toto gibi..

Toto babasının beyin kanseri olduğunu öğrendiğinde 8 yaşındaydı. Anestezi uzmanı olan annesi eşini kaybettiğinde orta sınıf ailenin iki çocuğunun eğitim hayatı tehlikeye girmişti. Toto yıllar sonra kendisini zirveye taşıyan prensipler neyse bunu çocukluğunda öğrendi. Bu dünyada en güçlüler değil yeni şartlarını en çabuk kabullenen ve uyum sağlayanlar ayakta kalırlar. İster şehrin kanunu değil ister ormanın. 40 yıl sonra dediği gibi en çok şeyi en zor zamanlarında öğrendi Toto. Anneleri zor olanı tercih etti, çocuklarının iyi eğitim alması için özel okula yolladı onları, fatura ilk günden kabarıktı. Hayata veda etmiş Romanya kökenli bir babanın ve Polonya asıllı bir annenin Viyana’da özel Fransız Lisesi’ne giden çocukları. Toto 12 yaşındaydı ve bir gün onun okul idaresinden çağırdılar. Okul taksitlerinin uzun zamandır ödenmediğinden dolayı müdür, eşyalarını toplayıp evine gitmesini söyledi. Bu yaşananlar hayat bilgisi kitaplarında geçmez ama yaşanır işte. O yaşta bir çocuğun parası yok diye dolabını boşaltıp okuldan kovulmasını elbette bir yere yazmıştır Toto…

Gidilecek bir başka okul, okunacak başka kitaplar, öğrenilecek başka diller vardı elbette hayatta. Ehliyetini aldığında annesinden onu yarış pilotluğu kursuna göndermesini istedi. 9 Ocak doğumlu Toto’ya yılbaşı-doğum günü hediyesi kursun hiç de az olmayan faturasıydı. Oysa ki Toto o yaşına kadar otomobillere ilgi duymamış tek bir yarışı izlemeye bile gitmemişti. Arkadaşlarıyla dağıtmak için gittiği kısa Amsterdam tatili dönüşünde yakın arkadaşı Philipp Peter’in Formula 3’teki yarışını izledi Nürburing’de. Walter Lechner Yarış Okulu’ndan mezun olduğunda kendini modern bir gladyatör olarak hissediyor ve yarış pilotu olmayı hayal ediyordu. 20’li başların yaşında herkes kendini en iyi hisseder, Toto da öyle hissetti ama önce Seat ardından Ford ile katıldığı yarışlarda kendisinden küçük pilotların çok daha iyi olduğunu kabul etti. Alex Wurz ve Nick Heidfeld yükseliyordu ve Toto, 22 yaşında sponsorlarını kaybetti…

 

Gençlik yıllarında ilk kazandığı parayı unutmadı. Viyana’da ırkçılığa karşı bir protesto yürüyüşü yapılacağını öğrendiğinde gidip yüzlerce mum satın aldı. Akşam saatlerinde büyüyen kalabalık, Toto’nun cebini doldurmuştu. Finans mezunu bir gencin demir çelik fabrikasında satış pazarlama bölümünde çalışması normaldi ama hayata mum satarak başlayan Toto, internetin emeklediği yıllarda bütün parasını sanal dünyadaki projelere yatırdı. İlk internet şirketini kurduğunda 26 yaşındaydı, onu büyütüp ikincisini kurduğunda ise 32..

 

Formula 1, 9 yıl aradan sonra İstanbul’a döndü. Bugün Intercity İstanbul Park da mum satan çocuk da Toto da olacak. “Başından beri tribünde izleyici olmaktansa işin yönetici kısmında olmayı hayal ettim” dediği Formula 1’de son 6 sezonda markalar şampiyonluğunu kimselere bırakmayan ve kimilerine göre rekabeti bitiren Mercedes AMG Petronas’ın yarış direktörü, CEO’su ve yüzde 30 ortağı olduğunu elbette ki yarış severler biliyor. Ülkesi Avusturya’dan çıkmış bugün hayatta olmayan ve Mercedes takımının bugünlere gelmesinde büyük payı olan efsane pilot Niki Lauda’nın Toto’nun ilk eşinin akrabası olduğu detayı ise sıkı Formula 1 takipçilerinin dağarcığındadır ancak..

58 tur, 5.338 km uzunluğundaki pist, efsane sekizinci viraj, 309  km’lik yarış… Torger Christian Wolff ya da kısaca Toto Wolff 48 yaşında, eşi eski bir yarış pilotu Susie Wolff. İkisi ilk evliliğinden üç çocuk sahibi bir baba… Kazancı 500 milyon Euro’yu aşmak üzere. Birkaç yüz Euro okul taksiti ödenmediği için Fransızca öğrenmesine engel olunan çocuk büyüdü… İngilizce, İtalyanca, Lehçe ve evet Fransızca biliyor…

8 Kasım 2020

Gücümü Gücünüzden Almaya Geldim

 

İstanbul’da 2020 kışı… İnsan yalnız kaldığında hayal de kuruyor, eski günleri de hatırlıyor… Eylül ayında 40 yaşına girecektim, bir karar vermem gerekiyordu. Bence de bir yıl daha futbol oynardım ama bu yaşta vücudum takımımı şampiyon yapmaya ne kadar yardımcı olurdu ki.. “Oğlum Emre” dedim: “Bugüne kadar ayaklarınla yaptığını bundan sonra beyninle yap, otur düşün; bu takım iki sezondur şampiyonluk yarışından uzakta, böyle gitmez, belki çok takım arkadaşına ayrılık kararını bildireceksin ama inandığını yapacaksın.”

Tribünler, kaybeden bir 11’in aktörlerini artık idman fotoğraflarında bile görmek istemiyorlar. Bana yetki verildiğine göre artık gelecekler kadar, gidecekleri de belirlemem lazım. Transferde bütçemiz satabileceğimiz oyunculara bağlı. Gustavo’nun taliplileri var ama benden sonra bu takımın lideri o. Vedat’ı isteyenler var, 15 gol atmış, 5 asist yapmış santrforun yerini nasıl dolduracağım, bunu iyi düşünmem lazım..

Kiralık oyuncularla bu iş olmaz. Bonservisi elinde olan oyuncuların listesini çıkarmalıyım. Gelecek sezon yarıştaki rakiplerimin kadrosuna hasar vermeden de iyi takım kuramam. Bayern Münih, B. Dortmund’dan Lewandovski’yi, Juventus, Napoli’den Higuain’i, Paris Saint Germain, Monaco ile şampiyon olan Mbappe’yi alarak böyle yaptı zaten.. Benim takımım güçlenirken onların zayıflaması için birkaç hamleye ihtiyacım var.

İstanbul’da 2020 ilkbaharı..  Gökhan ve Caner bizden Beşiktaş’a gittiğinde nasıl biz kaybedip Beşiktaş kazandıysa şimdi aynısını yapmaya karar verdim, hem ikisinin de bonservisi elinde. Aradım, ikisi de çok eski arkadaşlarım, söz verdiler. Mert Hakan Yandaş yetenekli çocuk, bu sezon iyi oynadı ama geride kalan sezonları bizim 10 numaramız olmaya yeter mi? Galatasaray’ın yetenekli adamları arasında iş yapabilir. Zor oldu ama onu da ikna ettim. Caner geliyor ama geçen sezon Trabzonspor’a çok katkı veren Novak’ı alırsam hem sol bekte iki alternatifim olur, zaten onların da Novak seviyesinde bir sol bek bulmaları zor..

 

İstanbul’da 2020 yazı… Pandemi bütün hesaplarımı değiştirdi. Yeni sezonda da 5 oyuncu değişikliği olacakmış ve lig 42 hafta oynayacak. Kulübesi zengin bir kadro kurmam lazım, kenardan gelecek adamların kazandıracağı 10-15 puan bile yarışta çok şeyi değiştirir. Evet Sosa 35 yaşında ama bu ligi en iyi bilen yapancılardan, oyunu soğutur, frikik atar, maç çözer. Erol kendini çok geliştirmiş, teknik adamlıkta yaşı gereği usta olmasa da bizim camiayı bilen bir isim. Transfer için Erol ile uzun toplantılar yapıyoruz. Sağ kanat için düşündüğüm isim Visca. Hem Başakşehir en önemli silahını kaybeder hem de ben tabela canavarı bir oyuncu almış olurum. Lakin Şampiyonlar Ligi oynayacaklar, Okan hayatta bırakmaz onu… Valencia’nın inişli çıkışlı bir kariyeri var ama tecrübeli hem zaten bonservisi de yok, onunla da anlaştım…

Vedat’ı Lazio’ya, Jailson’u Çin’e sattık. Şimdi biraz para harcayabilirim. Hem ucuz hem iyi santrfor bulmak. Samatta bence bizim ligde iş yapar ama Mevlüt’ü de göndereceğim, bana iki santrfor daha lazım. Papis Cisse benden 5 yaş küçük, geçen sezon 22 gol attı. Onu listeme yazdım ama alternatiflere de bakıyorum. Erol Hoca, eski takımı Alanya’dan Bakasetas’ı da istiyor ama bonservisi yüksek. Sosa-Mert Hakan’ı aldım, onların da moralinin bozulmasını istemem…

Gökhan 35 yaşında, Nazım Sangre’yi alarak iyi iş yaptık bence. Stoper meselesi çok mühim, bu hattı iyi olmayanın yarışta işi zor ama fiyatlar yine el yakıyor. Tisserand ve Lemos’u aldım, ikisi de gelişime açık, elimizde Serdar Aziz de var, hem zaten önemli olan takım savunması, önlerinde Gustavo gibi bir adamla oynayacaklar, daha büyük lüks mü var onlar için? Thiam ve Sinan ilk 11 oynamaz ama 5 değişiklik hakkımız olduğu sezonda artık ne katkı verirlerse kardır.

İstanbul’da 2020 sonbaharı.. Lig başladı ama hala ajandamda iki transfer var. Birini Erol Hoca önerdi, o Yunanistan Ligi’ne çok hakim. Pelkas’ı izledim, rakibe ters gelen oyuncu, birden fazla mevkide de kullanabiliriz ama ben Caner ile birlikte oynayacak ve asıl kanadım ilan ettiğim sola bir Arjantinli düşünüyorum. Evet çok sakatlanıyor ama zaten bu da olmasa Roma’dan çok daha büyük takımlarda oynayacak yeteneğe sahip. Sevilla’den beri takip ediyorum Perotti’yi… Tribünler belki boş olacak ama yürüyerek adam geçen, zeki futbolcu evdeki taraftarı da koltuğundan kaldırır…

***

Bu satırlar –elbette ki- Emre Belözloğlu’na ait değildir. Emre ile son olarak 2006 yılında bir röportajda konuştum…

1 Kasım 2020

Kimdi Giden Kimdi Kalan...

Kariyerinin tamamımı bir forma altında geçirmek için sadakat kadar yetenek de gerekir, iyi profesyonel olmak da.. hele ki oynadığınız takım sürekli şampiyonluk yarışı veriyorsa… Kimse size alt yapıdan yetiştiğiniz ya da genç yaşta o formayı giydiğiniz için 15 yıl boyunca yeni kontrat vermez. Bülent Korkmaz, Rıza Çalımbay olabilmek için zor. Bugünün futbolunda hem bizde hem de Avrupa Ligleri’nde bunu başarabilen futbolcuların sayısı hızla azalıyor. Transfer dönemlerinin çılgınlıkları, havalarda uçan milyon Eurolar şu soruyu sormayı gerektiriyor. Sadakatsiz olanlar eskiden futbolculardı artık yönetimler mi? Biz bir zamanlar attıkları yeni imzayla eski kulübüne ihanet ettiği düşünün isimler arasında bir tura çıkalım.. Türk futbolunun 100 yılı deviren ezeli rekabet üçgeninde forma değiştiren futbolcuların büyük bir çoğunluğu aslında kulüplerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır ama yönetimler giden adamı, ihanet eden adam olarak taraftara ezberletmeye çalıştıklarından birçoğu haksız yere sadakatsiz olarak damgalanmıştır. 

İlk sırada Galatasaray yönetiminin hakkı olan kontratı vermediği Tanju Çolak var. Dönemin Galatasaray Başkanı Alp Yalman’ın özel hayatı nedeniyle gözden çıkardığı Avrupa Gol Kralı Tanju Çolak, rahmetli Metin Aşık’ın gayretleriyle soluğu Fenerbahçe’de almıştı. İki numarada son 20 yılın en sarsıcı transferi var. Tümer Metin, Luis Figo mudur? Beşiktaş yönetiminin yeni kontrat vermediği ve haksızlık yaptığı, “Sergen attı şampiyonluk geldi”nin diğer kahramanı kariyerine Fenerbahçe’de devam etti. Beşiktaş yönetimi istese Tümer ile yola devam edebilirdi ama genç kuşaklar onu Kartal’a ihanet eden Tümer olarak öğrendiler… Haksızlıktı..

Listenin 3 numarasında kariyerinin son senesinde Fenerbahçe’ye giden Galatasaray kaptanı “Büyük” Mehmet Oğuz var. 1979 yılındaki imzanın ardından şampiyonluk hasreti çeken çok Galatasaraylı genç ve çocuk gözyaşı döktü, hikayenin sonunda Mehmet Oğuz kaybetti.. Hasan Vezir, Mehmet Oğuz’dan 10 yıl sonra Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçti. 0-3’ten 4-3 Fenerbahçe’nin kazandığı derbinin kahramanı Hasan, Galatasaray’da kayboldu gitti, Fenerbahçe’de kalsaydı yerli Rummenige olarak yola devam ederdi. İki eski Fenerbahçeli İlyas Tüfekçi ve Arif Kocabıyık, 80’lerin ortasında Fenerbahçe’den Galatasaray’a geldiler. İkisi de başarılı oldular, ikisi de çok büyük futbolcuydular. 

Haim Revivo, Celta Vigo forması giyerken Barcelona’nın transfer listesindeydi. Fenerbahçe’ye geldiğinde Galatasaray 4 sezon arka arkaya şampiyon olmuş, Jardel’in geldiği kadro beşincinin peşindeydi. İsrailli 10 numara, Kadıköy’de taraftarın sevgilisi oldu. Denizli yönetiminde şampiyonluğu kazandı, ertesi sezon Galatasaray 15. Şampiyonluk kupasını müzesine götürüp, 3. Yıldızı taktıktan sonra sürpriz bir transfer gerçekleşti. Fatih Terim’in döndüğü Galatasaray’da devre arasının yürek yakan transferi Haim Revivo idi. Kadıköy’de Revivo formalarını yakanlar, kulübün değişim kampanyasına katılanlar, Florya cephesinde ise yetenekli 10 numaranın imzasının heyecanı. Revivo ilk maçında Bursaspor deplasmanında 3 gol attı. Fileleri havalandırdıktan sonra attığı taklalarla meşhur Revivo sonra kayboldu ortalıktan… 

Listenin 9 numarasında Semih Yuvakuran var. Türk futbolunda modern bek denildiğinde akla gelen isim. Hücumlara katkı veren, kayarak müdahalede Avrupalı davranan, sertliği topa olan sol bek. Galatasaray’dan istediği kontratı alamayınca o da kariyerine Fenerbahçe’de devam etmişti. Listenin 10 numarasında Ogün Temizkanoğlu ve Abdullah Ercan var. Trabzonspor savunmasının iki kaliteli ismi, Fenerbahçe forması giydiğinde çok kalpler kırıldı…

“İlk 10’da Emre Belözoğlu, Fatih Akyel, Sergen Yalçın neden yok?” derseniz adı geçen futbolcuların derbinin bir yakasından ötekine direkt gitmediklerini, kariyerlerinde mutlaka bir ara takım olduğunu hatırlatırım. Bu listede Mehmet Oğuz ve Hasan Vezir dışındaki isimleri sadakatsiz olarak nitelemek büyük haksızlık olur. Hepsi dönemin şartlarında kendilerine inanmayan kulüplerinin vefasızlığına ya da futbol akıllarına teslim oldular. Ayhan Akman’ın Beşiktaş’taki flu 10 numara günlerinden sonra Galatasaray’a gitmesi gibi… Sözü Murathan Mungan’a bırakıyorum. Giden mi terk eder, kalan mı?...

Kimdi kimdi kalan
Giden mi suçludur her zaman?
Ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman

Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden
Aynı kalmıyordu hiçbir şey
Değişiyordu her şey
kendiliğinden

Artık çözülmüştü ellerimiz
Artık bölünmüştü yüreğimiz
Birimiz söylemeliydi bunu
Ötekini incitmeden

Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

25 Ekim 2020

Mesut Günlerimiz de Olmuştu


 Madrid’de 2020 sonbaharı… Santiago Benabeu Stadı’nın yıllardır çekmecede duran yenileme projesini, maçlar seyircisiz olunca fırsat bulup devreye sokan Real Madrid maçlarını, kulüp tesislerinin içinde bulunan Alfredo di Stefano Stadı’nda oynuyor. El Clasico’ya bir hafta kala iki “kolay” maç var önlerinde. Ligin yeni takım Cadiz’i gözü kapalı yenerler ardından Şampiyonlar Ligi grubunda ilk maçında Shakthar Donetsk’e mi takılacaklar, sonra Barcelona maçı için Camp Nou yolları… Pandemi günlerinde evdeki hesap çarşıya uymuyor. “Çerez” rakip Cadiz tarihinde ilk kez Real Madrid deplasmanında kazanıyor, stadın adı Bernabue olmasa da.. Sergio Ramos sakatlanıyor ve Zidane, Barça maçı için takım kaptanını riske etmiyor ve Shakthar maçında tribüne yolluyor. Ukrayna ekibi virüs ve sakatlıklar yüzünden 7-8 eksikle gelmiş.. Real Madrid için ter idmanı görülen maç kabusa dönüyor, ilk yarı 0-3 sona erdiğinde arka sahada vukuat çıkınca mahalle kahvesinden ağır abileri çağırırcasına Zidane, aslarına sarılıyor ama yetmiyor… 4 günde iki mağlubiyet…

İstanbul’da 2009 ilkbaharı... UEFA Kupası adıyla oynanan son final: Shakthar Donetsk-Werder Bremen. Almanlarda bir Türk genç var ama şehri de Kadıköy’ü de bilen tek isim Mircea Lucescu. O akşam Ukrayna ekibi kupayı kazanırken, Mesut Özil harika futbol oynuyor ama yetmiyor. Werder Bremen’in yedeği Tosic bir zaman sonra Gençlerbirliği ve Beşiktaş formaları giyecek haberi yok. Mesut da Real Madrid’e imza atacak ama yeni yıl takviminin duvarlara asılması gerekiyor…

İstanbul’da 2013 ilkbaharı… Madrid’de 3-0 biten Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinin rövanşı… 1-0 geriye düşen Galatasaray ikincci yarıda 14 dakikada attığı 3 golle Jose Mourinho’nun kabusu oluyor. Portekizli teknik adam takımın 10 numarası Mesut Özil’i oyundan alıp defansı Albiol ile sağlamlaştırıyor. Galatasaray o gün 3-2 kazanıyor, turu geçen Real Madrid ama ertesi gün Madrid’de kıyamet kopuyor. Mourinho’nun İstanbul’da sahaya sürdüğü 11’de tek İspanyol oyuncu kaleci Diego Lopez. Sergio Ramos o gün kadroda yok ve Pepe’den Khedira’ya, Mesut’tan Modric’e ve Ronaldo’dan Higuain’e uzanan kadro, “İspanyol kimliğini kaybetmekle suçlanıyor.

 

Barselona’da 2010 yazı... Real Madrid’den önce Mesut Özil’e göz diken bir başka kulüp var. Barcelona, Werder Bremen ile ön protokol yapıyor. Galatasaray’a transferi öncesinde Shalke 04 forması giyerken aldığı ceza yüzünden Mesut’un önünün açılmasını sağlayan Lincoln’un vatandaşı Diego da Werder Bremen’de Mesut Özil’in yükselişine hayati bir asist yapıyor. Yıllar sonra Mesut’un karşısına 2013 ilkbaharında Galatasaray formasıyla çıkacak Felipe Melo ile Juventus’a gidiyorlar. Guardiola “Bir yıl daha Almanya’da oynasın, pişsin” deyince Barcelona transferden çekilince, Mesut, İstanbul akşamında karşılıklı 10 numaralı formayı giydiği Sneijder’e veda eden ve Madrid’e gelen Jose Mourinho’nun ısrarıyla Madrid trenine biniyor. Hani her futbolcunun kariyerinde geçecekse bir kez geçen ve bindin, bindin Real Madrid treni..

Madrid’de 2013 yazı... Real Madrid Başkanı Florentino Perez, Gareth Bale için 100 milyon Euro öderken bu paranın yarısının Galli oyuncunun takımı Tottenham’ın ezeli rakibi Arsenal’den kasasına geri döneceğinden habersiz. Real Madrid bir yıl önce yine Tottenham’dan Luca Modric’i almış ve İspanyol medyası o günlerde Mesut Özil’in bu transferden rahatsız olduğunu yazmış. Pek de öyle olmuyor. Mesut asist kralı olarak yola devam ediyor ama Perez’in aklı İspanyol yıldızlarda. Wesley Sneijder’in Real Madrid’den ayrılığına sebep olan gece hayatı haberleri Mesut Özil için de çıkmaya başlayınca Perez, 10 numarasını gözden çıkartıyor. Baba Özil’in menajerliğe soyunup Mesut’un yıllık ücretinin yükseltilmesini istediği ve Real Madrid başkanı ile kavga ettiği haberlerinin gölgesinde Mesut Özil, 50 milyon Euro karşılığında Arsenal’in yolunu tutuyor. Bir maçta kötü oynadığı için 45. Dakikada oyundan alındığında, Sergio Ramos’un formasını içine giyip “İkinci yarıda gol atsaydım formamı çıkartıp Mesut’a destek verecektim” diyen Sergio Ramos ve onun asistleriyle gol krallığında Messi ile rekabete giren Cristiano Ronaldo o günlerde çileden çıkıyorlar. Bir tek adam var transferi durdurabilecek ama o da valizini topluyup gidiyor Madrid’den.. Mesut Özil’li kadrosuyla “muhteşem” Barça’nın yolunu kesmek için Madrid’e gelen bir Kral Kupası ve bir şampiyonlukla da olsa bunu başaran Jose Mourinho, Şampiyonlar Ligi kupası kazanamadığı için “yuvası” Chelsea’ye gidiyor. Arsenal’li Mesut ile aynı şehirdeler ama Londra’da ikisinin birlikte mesut olma şansı yok…

 

Ege’de 2005 yazı… Sadık (Fikret Kuşkan) yıllar sonra döndüğü kasabasında deniz kenarında kurulan sofrada çocukluk arkadaşına “Ne oralı olabildim, ne buralı kalabildim” diyor Babam ve Oğlum’da… 15 yıl sonra Londra’da Almanların ihaneti ve vefasızlığıyla boğuşan Mesut Özil’e son darbeyi onu futbol sahasının dışına atan ve lig kadrosuna bile yazmayan eski takım arkadaşı Mikel Arteta vuruyor.. Onu 10 yıl önce “Pişsin” diyen almayan Pep Guardiola’nın eski yardımcısı Arteta… Real Madrid yerine Barça’ya gitseydi Özil daha mesut olur muydu acaba?..

19 Ekim 2020

Belhanda'nın Transfer Hikayesi

Dört yıl önce transferin son günü. Her yerde olduğu gibi Nice kulübünde de hareketli saatler yaşanıyor. Teknik direktör Lucien Favre, şampiyonluğun en büyük favorisi PSG’e kulübe bir kuruş kazandırmadan giden Hatem Ben Arfa’nın yerine onu istiyor. Takım transferde en büyük parayı orta saha oyuncusu Cyprien’e yatırmış, 5 milyon Euro ödemiş, futbolun haşarı çocuğu Balotelli bugün olduğu o günlerde de boşta, Nice ona kucak açmış ve kıdemli bir stoper olan Brezilyalı Dante’yi almışlar. Nice’in tek şansı var, kontratının son iki sezonuna giren Belhanda’yı satın alma opsiyonuyla kiralamak. Kiev’in soğuğundan sıkılan Belhanda için de Güney Fransa’da bir kulüpte oynamak elbette rüya gibi. Kiev ile gelecek sezon bonservisi görüşürüz, hem bakalım bizde ne yapacak” deyip oyuncuyu kiralıyor Fransız kulübü. Belhanda’ya da L’Equipe Gazetesi’nin arşivine göre 2.4 milyon Euro brüt (yaklaşık 1.4 milyon net) vermeyi kabul ediyorlar…

2016-2017 sezonunda Fransa, PSG’nin şampiyonluk serisine son veren Monaco ile tanışıyor. Kolombiyalı usta santrfor Radamel Falcao, genç yetenekten ötesi Mbappe ligi sallıyorlar ama o sezon puan tablosunda üçüncü sıradaki takım da manşetlerden düşmüyor. Orta sahasında Seri’nin oynadığı, Belhandalı Nice harika bir sezon geçiriyor. Seri, Belhanda ve Falcao bir zaman sonra Galatasaray’da bir araya gelecekler ama duvarlarda daha 2017 takvimi asılı…

Haziran 2017. Kiralık kontratı biten ve Dinamo Kiev’e dönmek zorunda olan Belhanda’yı Nice’in neden satın almadığını Radio Monte Carlo’da Jean Pierre Riviere’e soruyorlar. Nice’in patronu net konuşuyor: “Bizden 9 milyon Euro istediler. Bu rakam serbest kalma bedeli ve biz bu rakamı ödeyemeyiz.”

 

Futbola stoperde başlayan, daha sonra defansın önünde kesici olarak 6 numara pozisyonunda oynayan Belhanda, Montpellier alt yapısında yetiştikten sonra A takımda şampiyonluk sevinci yaşarken hücum hattını geçiyor. Onu yıllar sonra Nice’de olduğu gibi önce sol kanatta sağ ayaklı bir forvet oyuncusu olarak kullanıyorlar ve sonrası forvet arkası, siz isterseniz 10 numara diyebilirsiniz…Dinamo Kiev, bonservisine zamanında 10 milyon Euro ödediği, Nice ve Schalke 04’e kiraladığı Belhanda’yı 2017 yazında satamazsa ertesi sezon bedavaya gideceğinin farkında. Galatasaray çalıyor kapıyı, Kiev’de bir bayram havası. Serbest kalma bedeli 9 milyon Euro olan oyuncu için “çok parası olan” Galatasaray pazarlık bile yapmıyor pardon fazlasını yapıyor. Bonuslarla birlikte Dinamo Kiev’e 10 milyon Euro ödeyecek kontratı hazırlıyorlar. 9’a serbest kalan adama 10 milyon vermek futbol tarihine geçmiş olabilir ama bir de oyuncunun yıllık ücreti var tabii. Fransa ligini 3. bitiren takımda maksimum 1.5 milyon Euro kazanan Belhanda’ya 3 milyon 350 bin Euro net yıllık ücret vereceklerini söylediklerinde Belhanda’nın evinde de bayram havası. Yetmiyor, takımın kazandığı her puan için de 5 bin Euro vereceklerini söylüyorlar, Belhanda havalara uçuyor, dur yetmez diyorlar üstüne her 25 puan topladığımızda da 100 bin Euro vereceğiz diyorlar… “İş bilen, iş bitiren” Galatasaray yöneticisi kimsenin talip olmadığı Belhanda için bir de haber patlattırıyor: Sevilla da Belhanda’yı istiyor. Olay “biz kaptık”a gelecek ama Sevilla’nın bundan haberi yok elbette. İspanyol kulübünün başkanı Jose Castro “Ne Belhanda’sı kardeşim. Adı bile geçmedi bizde. Biz eski oyuncumuz Banega’yı alacağız” diyor… 10 numaralı formanın sahibi Sneijder daha takımdan ayrılmadan forma Belhanda’ya veriliyor ve Hollandalı için sosyal medyada ziyadesiyle profesyonel bir itibarsızlaştırma kampanyası için de düğmeye basılıyor…

İş bilen, iş bitiren Galatasaray yönetimi Belhanda’nın ardından bir tarihi transfere daha imza atıyor 2017 yazında. Osmanlıspor’un 2015 yazında 350 bin Euro’ya aldığı Badou Ndiaye’yi müthiş (!) pazarlıkların ardından 7.5 milyon Euro’ya alıyorlar. Yetiyor mu yetmiyor. İki sezonda 1.5 milyon da bonus ödemeyi kabul ediyorlar. Belhanda, Nice’de kazandığının 2.5 katını almış, Ndiaye’nin başı kel mi? Osmanlıspor’da 480 bin Euro kazanan oyuncuya 2 milyon 750 bin Euro yıllık ücret vereceklerini açıkladıklarında, Ndiaye’nin evinde bayram havası… “Dur az sevin” diyorlar: “Takımın kazandığı her puan için sana da 5 bin Euro vereceğiz.” Bulutların üstündeki Belhanda’ya “Az öteye çekil ben de sevineyim” diyor Ndiaye…

O sezon Monaco’yu şampiyon yapan Falcao geçen yıl Galatasaray’a imza attı. Belhanda’nın Nice’ten takım arkadaşı Seri geçen sezon Galatasaray’da kiralık forma giydi. Ndiaye, İngiltere’ye 16 milyona satılıp sonra tekrar kiralandı, geçen sezonun ikinci yarısında da Trabzonspor’da kiralık olarak forma giydi. Bugünlerde piyasa değeri 4 milyon Euro… Belhanda’nın menajeri William D’Avila, Galatasaray’ın en sevdiği menajer oldu:  İki sezon kiraladıkları Onyekuru, Sivas’tan bedelsiz aldıkları Emre Kılınç, geçen sezon “bir şans daha verilen” Emre Mor, orta sahaya adam lazım deyip apar topar getirilen Etebo, yetersiz diye federasyonu ismi bile bildirilmeyen stoper Ozornwafor… Hepsi William D’Avila’nın portföyünde… Ne diyordu o garson Cem Yılmaz’a: “Ne vereyim abime…”