Çocukluğunuzda idolülünüz olan duvarınıza posterini astığınız bir ünlü futbolcuyla tanışmak istersiniz değil mi? Hayali büyütelim, onun gibi futbolcu olmak da istersiniz, kim bilir bir gün o futbolcu teknik adam olduğunda onun takımında oynamak ya da ona rakip olmayı da düşlersiniz ama çok sevdiğiniz futbolcunun sizin yüzünüzden işinden olmasını istemezsiniz. Guardiola, duvarına posterini astığı Schuster ile çalışamadı, belki onun kadar büyük bir futbolcu da olamadı ama 11 yıl önce Alman teknik adamı koltuğundan etti. Hatırlayalım; Barcelona'daki ilk sezonuydu Guardiola'nın. R. Madrid teknik direktörü Bernd Schuster, Barcelona maçının haftasında "Yenmemiz imkansız" dedi. Guardiola'nın karşısına çıkamadı Schuster, Madrid yönetimi bu açıklamanın ertesi günü görevine son verdi. El Clasico'yu da Barcelona 2-0 kazandı, Schuster haklı çıkmıştı! Geçen sezon rekor puanla M. City'i şampiyon yapan Guardiola bu sezon daha aralıkta lige havlu atabilir miydi? 2018'in bitimine dört gün kala Liverpool, City deplasmanına geldiğinde yedi puan öndeydi. 30 yıldır şampiyon olamayan İngiliz futbolunun efsane kulübü için "O sene bu sene" diyenler sadece Liverpool taraftarı değildi. O gün puan farkı 10'a çıksaydı, Liverpool arkasına bakmazdı. City kazandı ve yarış soluksuz sürdü.
TİKİ TAKA'DAN OK GİBİ HÜCUMLARA
10 gün önce sezonun belki de en iyi 90 dakikasında dramatik bir finalle Şampiyonlar Ligi'ne veda eden M. City, kendisini kupa dışına iten Tottenham'ı devirdikten sonra erteleme maçında Manchester derbisinde deplasmana gitti. 'Düşler Tiyatrosu'nda Manchster United taraftarı lig tarihi boyunca en büyük rakipleri bildikleri Liverpool'un şampiyonluğunu mu isterdi yoksa takımlarının gelecek sezon Şampiyonlar Ligi'ne katılması için kazanmasını mı? Kafalar karışıktı. Sakin olan ise ikinci yarıda bir oyuncu değişikliğiyle rakibini dağıtan ve derbiden üç puanla çıkıp liderlik koltuğunu bitime üç hafta kala alan Pep Guardiola idi. Katalan teknik adamın son 10 yılda modern futbolun gelişiminde bir numaralı aktör olduğunu herkes kabul ediyor. Barça B takımından, A takımına teknik direktör olması, Real Madrid için ilham kaynağı oldu ve Zidane, üç Şampiyonlar Ligi kazandı. Barça'dan ayrıldıktan sonra bir yıl çalışmayıp kendini dinleyen ve geliştiren Guardiola'nın bu tercihiyle de birçok teknik adama örnek olduğu ortada.. Tiki-taka'lı 1000 pas yapan takımlarından, rakibi ok gibi delen hücum varyasyonlarına geçen, gençleri star yapan, ustası Cruyff'tan el aldığı futbol vizyonunundan vazgeçmeyen Guardiola saha kenarındaki giyim tarzıyla da Türkiye'de birçok teknik adama ilham kaynağı oldu. "Messi'li takımı ben de şampiyon yaparım, Bayern Münih zaten her sezon şampiyon oluyor, Manchester City'deki transfer bütçesi kimde var" diyenlere elbette gülüp geçiyordur. Barcelona, B. Münih ve M. City'nin başında 10 sezonda 365 maça çıkan ve sadece 32 maçı kaybeden Guardiola, 282 galibiyet ve 51 beraberlikle bu hafta sonuna toplam 897 puanla girdi. Bugün Burnley deplasmanında kazanırsa şampiyonluk için iki hafta ve cebinde 900 puan olacak.
KUPALARDAN FAZLASI...
Barcelona'nın sponsoru, teknik direktör ve futbolculara her sezon başında birer otomobil hediye ediyordu. Guardiola otomobili, teknik ekibindeki antrenörlere de verilmediği için kabul etmedi ve "Biz bir ekibiz" dedi.
2008 Kasım'nda teknik ekibi içinde kaleci antrenörü olarak görev yapan Juan CarlosUnzue'nin babası vefat etti. Barcelona'nın ertesi gün maçı olmasına rağmen Guardiola'nın sözüyle takım, tam kadro törene katıldı.
Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona'nın rakibi Manchester United'dı. Guardiola, kulüpte 33 yıl boyunca masörlük yapan Angel Mur'un bileti olmadığını öğrendi ve çocukluğundan beri tanıdığı yaşlı masörü özel davetlisi olarak Roma'ya götürdü.
30 Nisan 2019
Ne Raporu Her Şey Aklımda
Eylül 2010'daki "Ajax bu değil" başlıklı makalenin ardından Ajax tarihine kadife devrimin mimarı olarak geçen Johan Cruyff, geride kalan bir ayda önce Real Madrid'i Bernabeu'da perişan eden ardından Juventus'a "Pes" dedirten yeni Ajax'ını göremedi ama yedi yıl önce ona inananlar Hollanda kulübünü yeniden Avrupa'nın vitrinine taşıdı. Neydi Cruyff'un manifestosu... Ajax'ta bütün yönetim katını değiştiren Hollandalı efsane kendisinden proje dosyasını isteyen patrona "Ne dosyası, her şey aklımda" demiş ve yardımcısı anlık notlar tutarak değişimin yardımcı aktörleri olmuştu. İşte Cruyff'un o notları:
Futbolu futboldan gelenler yönetecek. Teknik direktörden, sportif direktöre, altyapı hocalarından CEO'ya kadar herkes eski Ajax'lı futbolcu olacak.
Altyapı teknik direktörü maç kazanmak için değil oyuncuların bireysel gelişimi için orada çalıştığını bilecek. Çocukların ailesiyle görüşecek, okuluna gidecek, sorunlarını bilecek, çözecek ve futbol sahasında her çocuğun bireysel gelişiminin dosyası tutulacak.
Ajax'ın altyapısında farklı sistemler oynatan, her seferinde ellerindeki en iyi oyuncuları oynatıp maç kazanmaya çalışan yetiştiricilere yer olmayacak. Altyapı bir sonuç değil; bir sonuca, A takıma hizmet eden bir araçtır.
Oyuncuların bireysel gelişimi için Montessori eğitim metodu futbola adapte edilecek. Ajax, yetenekli çocukları bulduğunda onların karakterlerinin gelişimi için bireysel özgürlüklerine ve yaratıcılıklarına set çekmeyecek.
Yaş gruplarındaki hocalar sekiz haftada bir rotasyonla farklı bir takımı çalıştıracak. Bir hocanın gözünde iyi olanı, diğeri eksik görebilir. Birinin önyargılı yaklaştığı çocuk, bir başka hocanın elinde değerlenebilir.
Ajax'ın futbol felsefesi güzel futbol oynamak üzerine kuruludur. Biz oyunu rakip sahada ve basit oynarız. Her oyuncu pozisyon almayı, pas vermeyi, top sürmeyi, şut atmayı, pres yapmayı öğrenecek ve ezberleyecek.
Altyapı tesislerinde bir okul açılacak ve eğitim orada sürecek. Örneğin İngilizce öğrenmeye hevesli olmayan çocukların önüne bu dilde bir Premier Lig maçının raporu konulacak. Çocukların mental gelişimleri ve gelecekte iyi bir profesyonel olabilmeleri için iyi bir eğitim dönemine de ihtiyaçları var.
A takımda yüksek ücretli oyuncu olmayacak. Yeni kontratında ayak direten hemen satılacak. Yıllık gelirinin yüzde 60-70'ini oyuncularına veren Avrupa kulüpleri var. Ajax'da bu oranı yüzde 20'yi geçmeyecek.
15 yaşın altındaki çocuklar sadece futbol idmanı yapmayacak. Farklı spor dallarıyla farklı kas gruplarının gelişimi için antrenman programları yazılacak.
Johan Cruyff için mühim olan yetenekti. Her yetenekli çocuk onun gözünde bir elmastı. Narin taşları kesmek ve şekil vermek sabır gerektiriyordu. O pırlantaları altın yuvasına kakmak ve onlardan bir kolye bir takım yapmak ise A takım teknik direktörünün işiydi. Öyle bir kolye yapacaktınız ki karşınızdakinin gözü kamaşacaktı. Real Madrid'in ve Juventus'un gözünün kamaştığı gibi...
Futbolu futboldan gelenler yönetecek. Teknik direktörden, sportif direktöre, altyapı hocalarından CEO'ya kadar herkes eski Ajax'lı futbolcu olacak.
Altyapı teknik direktörü maç kazanmak için değil oyuncuların bireysel gelişimi için orada çalıştığını bilecek. Çocukların ailesiyle görüşecek, okuluna gidecek, sorunlarını bilecek, çözecek ve futbol sahasında her çocuğun bireysel gelişiminin dosyası tutulacak.
Ajax'ın altyapısında farklı sistemler oynatan, her seferinde ellerindeki en iyi oyuncuları oynatıp maç kazanmaya çalışan yetiştiricilere yer olmayacak. Altyapı bir sonuç değil; bir sonuca, A takıma hizmet eden bir araçtır.
Oyuncuların bireysel gelişimi için Montessori eğitim metodu futbola adapte edilecek. Ajax, yetenekli çocukları bulduğunda onların karakterlerinin gelişimi için bireysel özgürlüklerine ve yaratıcılıklarına set çekmeyecek.
Yaş gruplarındaki hocalar sekiz haftada bir rotasyonla farklı bir takımı çalıştıracak. Bir hocanın gözünde iyi olanı, diğeri eksik görebilir. Birinin önyargılı yaklaştığı çocuk, bir başka hocanın elinde değerlenebilir.
Ajax'ın futbol felsefesi güzel futbol oynamak üzerine kuruludur. Biz oyunu rakip sahada ve basit oynarız. Her oyuncu pozisyon almayı, pas vermeyi, top sürmeyi, şut atmayı, pres yapmayı öğrenecek ve ezberleyecek.
Altyapı tesislerinde bir okul açılacak ve eğitim orada sürecek. Örneğin İngilizce öğrenmeye hevesli olmayan çocukların önüne bu dilde bir Premier Lig maçının raporu konulacak. Çocukların mental gelişimleri ve gelecekte iyi bir profesyonel olabilmeleri için iyi bir eğitim dönemine de ihtiyaçları var.
A takımda yüksek ücretli oyuncu olmayacak. Yeni kontratında ayak direten hemen satılacak. Yıllık gelirinin yüzde 60-70'ini oyuncularına veren Avrupa kulüpleri var. Ajax'da bu oranı yüzde 20'yi geçmeyecek.
15 yaşın altındaki çocuklar sadece futbol idmanı yapmayacak. Farklı spor dallarıyla farklı kas gruplarının gelişimi için antrenman programları yazılacak.
Johan Cruyff için mühim olan yetenekti. Her yetenekli çocuk onun gözünde bir elmastı. Narin taşları kesmek ve şekil vermek sabır gerektiriyordu. O pırlantaları altın yuvasına kakmak ve onlardan bir kolye bir takım yapmak ise A takım teknik direktörünün işiydi. Öyle bir kolye yapacaktınız ki karşınızdakinin gözü kamaşacaktı. Real Madrid'in ve Juventus'un gözünün kamaştığı gibi...
Oğlum Can Torunum Bartu
Her daim traşlı yüzü, minik bir servet niteliğindeki koleksiyonundan ceket ve gömleğiyle özenle kombinlenmiş kravatı, İngiliz el işçiliği ayakkabıları... Televizyon ekranında, bir davette, yemekte değil sadece Bağdat Caddesi'nde, parkta, sokakta, her yerde... Sinyor olmak bunu gerektiriyordu çünkü. 80 milyonluk ülkede Sinyor denilince akla o geliyordu. Onun İstanbul günlerini anlatan, anlatacak çok meslek büyüğüm var ama kömür gibi kara futbolyıllarında bir elmas gibi parladığı İtalya günleri için kendimi 'çizme'nin arşivlerine attım. 60'ların etkili yayın organı Il Calcio Illustrato'nun iki sayfa ayırdığı portresinin başlığı "Futbolun dadaisti". Sinyor'un İtalya macerası aslında karşılıklı bir hayal kırıklığıyla başlar. İtalya yıllarında büyük saygı duyulan Şükrü Gülesin'in tavsiyesiyle Roma şehrine gelen Sinyor'un İstanbul günlerindeki lakabı Baron'dur. Kadıköy çocuğudur Baron, son nefesine kadar da semtinden ayrılmamıştır. Moda, Kalamış, Dalyan... Aynı gün Fenerbahçe formasıyla Beşiktaş'a iki gol attıktan sonra Galatasaray'a parkede 32 sayı atan bir sporcunun gerçek olmayacak kadar büyülü gençlik yıllarına dair İtalyanlar şöyle yazar: "Biz ona Gian ya da Gianni diye sesleneceğiz. O İstanbul'un zengin ailelerinden birinin oğlu." Lazio ikinci ligdedir ve Serie A'ya çıkana kadar onu bir başka kulübe kiralamak ister. Hesaplar tutmaz, Sinyor'un memlekette bir de yapması gereken askerlik görevi vardır. Ertesi sezon Fiorentina transferi bitirir. Şimdi 50 yıl sonra bakıyorum da takımlarını bile İtalya'nın en güzel şehirlerinden seçmiş Sinyor.
Önce Floransa ardından Venedik ve sonunda üç yıl kalacağı Roma'daki Lazio... 60'lar, İtalyanların dünya futboluna hediyesi ölümüne defansın, 'catenaccio'nun hüküm sürdüğü yıllar. Sinyor ise eşsiz yeteneğiyle dönemin en önemli yıldızlarından Suarez'den bile üstün görülen ve çizme futbolunun efsane ismi Sivori'yi hatırlattığı için Boğaz'ın Sivori'si diye anılan bir orta saha-forvet... Calcio, hem futbol hem de tekme demek İtalyanların dilinde... Bizim Sinyor da dönemin futbol tarzı için bir antikahraman. Çok koşmaz defansa yardım etmez, ileride topun kendisine gelmesini bekler ama top geldiğinde... O günlerde İtalya'da verdiği bir söyleşide şöyle anlatır kendini: "Futbol benim için bir eğlence, oynarken keyif almak isterim, gol attığımda aldığım hazzı bilemezsiniz ki, İki-üç rakibi çalımlamak nedir bilir misin, bowling'de strike yapmak gibidir. İp gibi dizer geçerim. Ben defans oynamıyorum, forvetim, herkesin bir görevi var, ben gol atarım, attırırım, diğerleri de yememek için çalışır, hem ben geri gelirsem, rakibin daha fazla oyuncusu üzerimize gelir..." Yıllar sonra Fenerbahçe'de bir bayramlaşma töreninde yanına gelip "Beni hatırladın mı ağabey?" diyen eski bir sporcuya "Hayır" yanıtını verince "Olur mu Sinyor, senin oynadığın dönemde sağ bektim ben Fenerbahçe'de" cevabına karşılık "Kardeşim o zamanlar siz ileri çıkmaz ben de geri gelmezdim" sözü ne güzel goldür bu hayatta. Floransa'nın şık butiklerinin en iyi müşterisi, Roma'da sadece meşhur Caraceni'den özel dikim takımlar giyen, Hemingway okuyan, Roma ve Floransa sokaklarında 30 yıl sonra bile yürüdüğünde onu stadyumda izleyenlerin "Gian" diye önünde saygıyla eğildiği Sinyor... Bir İstanbul beyefendisi, beğeni çıtası çok yüksek, yaptıklarının, kariyerinin ve aklının haklı özgüveniyle iyi ki de vasatı beğenmemiş bir futbol eleştirmeni ve elbette marşlarda adı geçen, ismi tesislere verilmiş bir Fenerbahçe efsanesi... Marştan da tesisten de daha mühim olan ise hayattaki Can'lar ve Bartu'lar... Bu ülkede oğluna Can ismini veren ve Bartu adında torunu olan kaç baba vardır sizce? Grazie (teşekkür) Sinyor...
Devre Arasında Sushi Yer miyiz?
3 yıl önce nisan ayında bu köşede yeni stadyumların hikayesini anlatırken söz şurada kalmıştı: "Onca hazırlığımıza ve hak etmemize rağmen EURO 2016'nın ev sahipliğini elimizden Platini ve ülkesi Fransa'nın lobisi almıştı." Geride kalan 36 ayda 18 yeni stadyum projesi ve 510 bin seyirci kapasitesi sözü tutuldu. Bugün 'Anadolu'da eski stadyum kalmayacak' projesinde artık sona yaklaşıyoruz. Biz bunu yaparken 2016- 2019 arasının Avrupa için bir X raporunu almanın vaktidir. En sıcak gelişmeyle başlayalım. Tottenham'ın açılışı yılan hikayesine dönen yeni stadyumu en sonunda geçen hafta taraftarlarla buluştu. Bir sponsor ismini verene kadar taraftar ve medyanın gözünde ismi Yeni White Hart Lane olan 62 bin kapasiteli stadyum, İngiltere Premier Lig'in en büyük stadyumu oldu. Şehrin öte tarafında Chelsea'da proje rafa kalktı. Yeni sezon stadında loca satın almayan Rus patron Abramoviç'in kulübü büyük ihtimalle sezon sonunda elden çıkaracağı haberleri daha büyük bir stadyum hayali kuran Chelsea taraftarını elbette hayal kırıklığına uğrattı. İki Manchester kulübünün büyük kapasiteli stadyumlarının yanında efsane stadı Anfield Road'dan vazgeçmeyen Liverpool da yıllardır maketlerle hayal kurmaya devam ediyor...
PROJE ÇOK KAZMA SESİ YOK
İspanyollar ise geride kalan üç yılda yine makete ve projeye doydu. Barcelona ve Real Madrid'in yıllık 1 milyar euro'ya yaklaşan gelirlerine rağmen yeni stadyum inşa etmek yerine bütün tarihlerini yaşadıkları Camp Nou ve Santiago Bernabeu'yu yenileme projeleri mevcut. Fakat ikisinden de hala kazma sesi gelmiyor. Üç boyutlu nefis grafikler, heyecan veren tasarımlar var ama iki İspanyol devi de ekranlara taşıdıkları projeleri 2022'den önce taraftarlarıyla buluşturamayacaklar. Geçen yıl Santiago Bernabeu'nun yenilenme projesi için kulüp üyelerinden 550 milyon euro borçlanma yetkisi alan Real Madrid Başkanı Florentino Perezgeride kalan haftada medya karşısına çıktı ve sezon bittiğinde inşaatın başlayacağını müjdeledi. Barcelona'nın da dört yıllık vadede uzay üssü havası olan Camp Nou'nun yeni tasarımını bitirmesi bekliyor. Valencia'nın kaba inşaatı 10 yıl önce biten ve çürümeye mahkum edilen 61 bin 500 kapasiteli Yeni Mestalla için İspanya dışından sermaye bulduğu yine söyleniyor ama benzer haberler zaten 2011'den beri İspanyol medyasının manşetlerinden düşmüyor. Geride kalan 36 ayda gecikmeli de olsa İspanya'da yeni stadına kavuşan kulüp Atletico Madrid. Şehrin kalbindeki Vicente Calderon da yıkım için dozerleri bekliyor.
ROY KEANE'E SELAMLAR
Juventus'un 41 bin kapasiteli yeni stadının ardından Udinese'nin yeni evi 25 bin kapasiteli Friuli dışında yeni bir stadyumla tanışamayan İtalyanlar, Milano ve Roma kulüplerinin yeni projelerini dinlemekten usandı. San Siro yerine yeni bir stadyum yapmayı planlayan Milan ya da Roma Olimpiyat Stadı'ndan ayrılıp daha ufak ama kendine ait bir stada geçmeyi planlayan AS Roma'nın hayalleri her seferinde ülke ekonomisinin gerçekleri ve yabancı patronların işi ağırdan almasıyla çarpışıyor... Avrupa'da yakın geçmişte artık hiçbir kulüp 65 bin kapasitenin üzerine çıkmıyor, çıkamıyor. UEFA'nın getirdiği güvenlik kriterleri gereği uzun yıllar önce teras olarak adlandırılan kale arkası tribünlerde ayakta maç izlemenin yasaklanması, yüksek gelir elde etmek için stadyumu tam tur dönen locaların bir kattan iki kata çıkartılması stadyum kapasitelerini sınırlıyor. Artık kimse rakip sahanın yarısının görünmediği bir koltukta maç izlemek istemediğinden mimarlar, tribünleri sahaya yakın tutmak ve stadyumlarda maksimum izlenebirlik için kafa patlatıyor. Pide, sosisli ile ayran günleri de, gişe önünde sabahlamalar, tribün kapmalar da geride kaldı. İlk yarısı golsüz biten bir maçın devre arasında "Bu maçı alacağız" hayaline artık sushi eşlik ediyor... "Karidesli sandviçini ısırıp bizi ıslıklıyorlar" diyerek yıllar önce taraftarını eleştiren M. United'ın eski kaptanı Roy Keane'e de, size de iyi pazarlar...
PROJE ÇOK KAZMA SESİ YOK
İspanyollar ise geride kalan üç yılda yine makete ve projeye doydu. Barcelona ve Real Madrid'in yıllık 1 milyar euro'ya yaklaşan gelirlerine rağmen yeni stadyum inşa etmek yerine bütün tarihlerini yaşadıkları Camp Nou ve Santiago Bernabeu'yu yenileme projeleri mevcut. Fakat ikisinden de hala kazma sesi gelmiyor. Üç boyutlu nefis grafikler, heyecan veren tasarımlar var ama iki İspanyol devi de ekranlara taşıdıkları projeleri 2022'den önce taraftarlarıyla buluşturamayacaklar. Geçen yıl Santiago Bernabeu'nun yenilenme projesi için kulüp üyelerinden 550 milyon euro borçlanma yetkisi alan Real Madrid Başkanı Florentino Perezgeride kalan haftada medya karşısına çıktı ve sezon bittiğinde inşaatın başlayacağını müjdeledi. Barcelona'nın da dört yıllık vadede uzay üssü havası olan Camp Nou'nun yeni tasarımını bitirmesi bekliyor. Valencia'nın kaba inşaatı 10 yıl önce biten ve çürümeye mahkum edilen 61 bin 500 kapasiteli Yeni Mestalla için İspanya dışından sermaye bulduğu yine söyleniyor ama benzer haberler zaten 2011'den beri İspanyol medyasının manşetlerinden düşmüyor. Geride kalan 36 ayda gecikmeli de olsa İspanya'da yeni stadına kavuşan kulüp Atletico Madrid. Şehrin kalbindeki Vicente Calderon da yıkım için dozerleri bekliyor.
ROY KEANE'E SELAMLAR
Juventus'un 41 bin kapasiteli yeni stadının ardından Udinese'nin yeni evi 25 bin kapasiteli Friuli dışında yeni bir stadyumla tanışamayan İtalyanlar, Milano ve Roma kulüplerinin yeni projelerini dinlemekten usandı. San Siro yerine yeni bir stadyum yapmayı planlayan Milan ya da Roma Olimpiyat Stadı'ndan ayrılıp daha ufak ama kendine ait bir stada geçmeyi planlayan AS Roma'nın hayalleri her seferinde ülke ekonomisinin gerçekleri ve yabancı patronların işi ağırdan almasıyla çarpışıyor... Avrupa'da yakın geçmişte artık hiçbir kulüp 65 bin kapasitenin üzerine çıkmıyor, çıkamıyor. UEFA'nın getirdiği güvenlik kriterleri gereği uzun yıllar önce teras olarak adlandırılan kale arkası tribünlerde ayakta maç izlemenin yasaklanması, yüksek gelir elde etmek için stadyumu tam tur dönen locaların bir kattan iki kata çıkartılması stadyum kapasitelerini sınırlıyor. Artık kimse rakip sahanın yarısının görünmediği bir koltukta maç izlemek istemediğinden mimarlar, tribünleri sahaya yakın tutmak ve stadyumlarda maksimum izlenebirlik için kafa patlatıyor. Pide, sosisli ile ayran günleri de, gişe önünde sabahlamalar, tribün kapmalar da geride kaldı. İlk yarısı golsüz biten bir maçın devre arasında "Bu maçı alacağız" hayaline artık sushi eşlik ediyor... "Karidesli sandviçini ısırıp bizi ıslıklıyorlar" diyerek yıllar önce taraftarını eleştiren M. United'ın eski kaptanı Roy Keane'e de, size de iyi pazarlar...
Dawkins, oğlu ve babamla ben
Hafta sonunda hiç evden çıkmadan onlarca futbol, basketbol maçını dev ekranınızda izler, sosyal medyadan yorumunuzu yapar, merak ettiğiniz her istatistik için Google'a tıklarsınız. 80'lerde bu konfor nerede? Önemli basketbol maçları TRT'de yayınlanırdı ama taraftar akşamüstü oynanacak maç için sabahtan itibaren Spor Sergi Sarayı'nda yerini alırdı. Gün boyu tadı kaçmış meyve suyu, üzerinde iki kırıntı olan pide ve sosisli sandviçten başka bir şey yoktu, ikinci lig maçlarıyla başlayan gün bir büyük maçla sona ererdi. Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Efes, Eczacıbaşı... Caferağa Salonu'ndaki sosisli bugün Türk spor tarihinin efsane yiyeceğidir. Spor Sergi Sarayı'nda sosisli sandviç almaya gittiğinde maçın en güzel smacını kaçırıp eve üzgün dönen arkadaşlarımızın pozisyonu tekrar izleyebilecekleri bir sosyal medyaaracı elbette yoktu. Spor, gazetelerin spor sayfalarındaki usta kalemlerden ve Hıncal Uluç Usta yönetimindeki Gelişim Spor'dan takip edilirdi. Ne dergiydi ama... Yabancı medyayı takip ederler, bugün 10 dakikada önümüze düşen haberleri bir hafta sonra olsa da akıcı bir üslupla ve seçme kapaklarla odamıza getirirlerdi. Biz, boş geçen derslerde Gelişim Spor okuyarak büyüyen bir kuşağın çocuklarıyız... Spor Sergi Sarayı'nın portatif tribünlerinde oturup kış vakti montunu iki sıra arasından aşağıya düşürmeyen yoktur, üst katın ıssız koridorlarından geçip kuşbakışı izleyenler, sosyete tribününde oturup derbilerde bayrak tribününe "Biz de bağırırız" diyenler...
SEKİZ SEZONDA 31 SAYI ORTALAMASI
İşte o, İstanbul'a geldiğinde gazeteler Utah Jazz forması giydiğini yazmıştı. Yok ki bir kaynak açıp bakabildiğin... Kaç sayı atmış, nerede yetişmiş... Dönemin gazetecilerinin araştırmacı ruhları olmasa birbirinden ayıramayacağımız ABD'li basketbolcular... Paul Dawkins 1981 yılında geldi Galatasaray'a.. Solak bir şutördü ve şuta kalktığında sol ayağı diğerinin önünde olurdu. İlk üç sezonu Avrupa basketbolunda üçlük çizgisinin olmadığı yıllardı. Buna rağmen ikinci ve son kulübü Galatasaray'da sekiz sezonda 31 sayı ortalamasıyla oynadı. Formasının altına giydiği atlet, dönemin çocukları arasında moda oldu. Çocuklar Dawkins gibi şut atmaya çalışıyor, Calvin Roberts gibi smaç vurmayı hayal ediyor, Michaelle Scearce gibi oyun kurmaya çalışıyordu. Herkes mahallesinde kendi Beyaz Gölgesi'ni çekiyordu... Maçlar, kupalar, istatistikler ve az da olsa o günlerin maç videoları, bütün bunlar internette aradığınızda karşınıza çıkar. Ben kendi hikayemi yazayım. Paul Dawkins'in Galatasaray'a geldikten üç yıl sonra bir oğlu oldu. Adını da Mehmet koydu. Galatasaray'daki ilk sezonunda bir deplasmanda rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında takımla İstanbul'a dönmeyen ve sabaha kadar başında bekleyen Mehmet Altıoklar'a o gece söz vermişti: "Bir oğlum olursa adını Mehmet koyacağım". Sözünü tuttu. Mehmet Dawkins basketbolcu olmadı, 24 yaşında kansere yakalanıp bu dünyaya veda ettiğinde sene 2008'di. Baba Dawkins geçen hafta hayatını kaybettiğinde ise 62 yaşındaydı. Mehmet Dawkins'in vefatından üç yıl önce ani vefatıyla bizi yıkan babamı toprağa verdikten bir zaman sonra çalışma odasında hatıralar arasında dolaşırken bir gazete kağıdına sarılmış bir çerçeve bulmuştum. Dawkins'in geldiği, orta hazırlığa başladığım yıldan bir kare... Gazetecilik refleksi, eski gazete kağıdını açmıştım önüme, spor sayfasıydı, köşede kısa bir haber: "Paul Dawkins Galatasaray'da... G.Saray, ABD'li basketbolcuyu İstanbul'a getirdi" diye devam ediyordu. Babamın adı Mehmet idi...
SEKİZ SEZONDA 31 SAYI ORTALAMASI
İşte o, İstanbul'a geldiğinde gazeteler Utah Jazz forması giydiğini yazmıştı. Yok ki bir kaynak açıp bakabildiğin... Kaç sayı atmış, nerede yetişmiş... Dönemin gazetecilerinin araştırmacı ruhları olmasa birbirinden ayıramayacağımız ABD'li basketbolcular... Paul Dawkins 1981 yılında geldi Galatasaray'a.. Solak bir şutördü ve şuta kalktığında sol ayağı diğerinin önünde olurdu. İlk üç sezonu Avrupa basketbolunda üçlük çizgisinin olmadığı yıllardı. Buna rağmen ikinci ve son kulübü Galatasaray'da sekiz sezonda 31 sayı ortalamasıyla oynadı. Formasının altına giydiği atlet, dönemin çocukları arasında moda oldu. Çocuklar Dawkins gibi şut atmaya çalışıyor, Calvin Roberts gibi smaç vurmayı hayal ediyor, Michaelle Scearce gibi oyun kurmaya çalışıyordu. Herkes mahallesinde kendi Beyaz Gölgesi'ni çekiyordu... Maçlar, kupalar, istatistikler ve az da olsa o günlerin maç videoları, bütün bunlar internette aradığınızda karşınıza çıkar. Ben kendi hikayemi yazayım. Paul Dawkins'in Galatasaray'a geldikten üç yıl sonra bir oğlu oldu. Adını da Mehmet koydu. Galatasaray'daki ilk sezonunda bir deplasmanda rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında takımla İstanbul'a dönmeyen ve sabaha kadar başında bekleyen Mehmet Altıoklar'a o gece söz vermişti: "Bir oğlum olursa adını Mehmet koyacağım". Sözünü tuttu. Mehmet Dawkins basketbolcu olmadı, 24 yaşında kansere yakalanıp bu dünyaya veda ettiğinde sene 2008'di. Baba Dawkins geçen hafta hayatını kaybettiğinde ise 62 yaşındaydı. Mehmet Dawkins'in vefatından üç yıl önce ani vefatıyla bizi yıkan babamı toprağa verdikten bir zaman sonra çalışma odasında hatıralar arasında dolaşırken bir gazete kağıdına sarılmış bir çerçeve bulmuştum. Dawkins'in geldiği, orta hazırlığa başladığım yıldan bir kare... Gazetecilik refleksi, eski gazete kağıdını açmıştım önüme, spor sayfasıydı, köşede kısa bir haber: "Paul Dawkins Galatasaray'da... G.Saray, ABD'li basketbolcuyu İstanbul'a getirdi" diye devam ediyordu. Babamın adı Mehmet idi...
Hafta Sonunun Şampiyonları
13 yıl önce futbolu bıraktığında Real Madrid formasıyla 39 maça çıkmıştı. Çok mu, elbette değil! Gerisinde 50 resmi maçın olduğu dört sezonu geride bırakan Fransız efsane 34 yaşında son noktayı koyduğunda "Artık vücudum da beyim de kaldırmıyor, bir yılda 60 maç çok fazla" demişti. Kulüp formasıyla 50 maç, hazırlık maçları ve milli takım mesaisi. Hagi'ye 15 yıl önce röportajda "İki yıl daha oynamaz mıydın?" dediğimde "Maçı oynamak kolay ama haftada beş gün idmana çıkacak kafa kalmamıştı" demişti. Ne zaman "Profesyonel futbolcunun ahlakı" deseler her zaman bunu hatırlatırım. Eşsiz yeteneğiyle Hagi idmanlara haftada iki gün çıksa ve oynamaya devam etse kim ne diyecekti ki? Zirve yarışı veren bir takımda forma giyiyorsanız ve milli takımın değişmez oyuncularından biriyseniz bugünlerde 60 maçtan aşağıya düşmüyorsunuz. Elbette bu en azından 30 uçak yolculuğu da demek. Güney Amerika'da doğmuşsanız işiniz daha zor, en yakın örnek Muslera. Yıllardır İstanbul-Montevideo arasında gidip geliyor... Peki maç sayısı azalır mı? Yoksa büyük kulüplerin devasa bütçeleriyle kurdukları geniş kadroların sağladığı rotasyonla önümüzdeki 10 yılda yarış daha da kızışır mı?
20 TAKIMLI DEVLER LİGİ
Şampiyonlar Ligi Avrupa'nın bir numaralı futbol vitrini. O müziği duyduğunda hayatla bağını koparmayan futbolsever var mı? Bu sezon grup aşamasında daha çok maçın seyredilebilmesi için salı ve çarşamba akşamları iki seansa bölünen Devler Ligi yakın bir zamanda futbolun eşsiz günleri cumartesi ve pazara taşınabilir mi? Avrupa'nın dev kulüplerinin katılacağı ve sezon boyunca sürecek bir lig elbette yeni bir proje değil ama dedikoduların sesi artık dört duvar arasında kalmıyor. Avrupa Kulüpler Birliği'nde başta Juventus Başkanı Agnelli olmak üzere 2023 yılından itibaren 20 takımlı bir kıta liginin hafta sonu oynanması fikri artık yüksek sesle dile getiriliyor. Takımları tek tek saymama gerek var mı bilmem ama Avrupa'nın beş büyük ligindeki ilk üç büyük takıma bakın. Bu projede Türkiye başta olmak üzere Yunanistan, Belçika ve İskandinav ülkelerinin adı geçmezken, Portekiz ve Hollanda için ise yeşil ışık yakılıyor. UEFAcephesi elbette ki bu fikre şimdilik karşı. Bu lige katılacak olan dev bütçeli kulüpler ülke liglerindeki maçlarını hafta içinde oynayıp hafta sonunda futbolseverlerin karşısına Empoli, Girona, Reims ile oynayacakları maçlarla değil R. Madrid, Juventus ve Paris Saint Germain ile oynayacakları Şampiyonlar Ligi maçlarıyla çıkmak istiyorlar... Bunu başarabilir mi? Bu sorunun bugün bir cevabı yok, zamanı geldiğinde öğreneceğiz. İçerde miyiz? Dışarda mı?
HER DEPLASMANA KOŞAN ADAM
İngiltere Premier Lig puan tablosuna baktığınızda küme düşme hattında Huddersfield ve Fulham'ın ümitsiz vakalar olduğunu görürsünüz. Ligin bitimine yedi hafta var ve küme düşecek üçüncü takım için adaylar arasında Scott Cunliffe'ın taraftarı olduğu Burnley de var. Elbette kim bu Scott Cunliffe diyorsunuz, İngiliz aktör değil, şöhretli eski futbolcu değil. Cunliffe, takımını her deplasmanda yalnız bırakmayan binlerce İngilizden biri ama onu binlerden ayıran deplasmanlara uçak, tren ve otobüsle değil koşarak gitmesi! Evet, Scott Cunliffe bu sezon Burnley'in ligde deplasmanda oynadığı 19 maça da koşarak gitmeye karar verdi ve 16 deplasmanı geride bıraktı. İngiltere'nin kuzeyindeki Burnley'den ilk deplasmanı Southamptan'a koştuğu mesafe 433 km idi. Yine güneye Brighton'a şubat soğuğunda koştuğunda gerisinde 446 km bırakmıştı. Her deplasman için neredeyse bir hafta önce yollara düştü. Manchester şehri yakındı! 43 km, bir maratondan az fazlası! Burnley'nin Londra takımlarıyla oynadığı maçlar için her seferinde 345 km koştu. 16 deplasmanı geride bırakan tutkulu taraftar Cunliffe'ın 5 çift ayakkabı eskittiği sezon maratonunda geriye 385 km koşacağı Bournemouth, 325 km koşacağı Chelsea ve 'yakın' deplasman Everton (74 km) kaldı... Burnley taraftarı elbette değilim ama Cunliffe'ın hikayesi bana Burnley küme düşmesin dedirtiyor.
20 TAKIMLI DEVLER LİGİ
Şampiyonlar Ligi Avrupa'nın bir numaralı futbol vitrini. O müziği duyduğunda hayatla bağını koparmayan futbolsever var mı? Bu sezon grup aşamasında daha çok maçın seyredilebilmesi için salı ve çarşamba akşamları iki seansa bölünen Devler Ligi yakın bir zamanda futbolun eşsiz günleri cumartesi ve pazara taşınabilir mi? Avrupa'nın dev kulüplerinin katılacağı ve sezon boyunca sürecek bir lig elbette yeni bir proje değil ama dedikoduların sesi artık dört duvar arasında kalmıyor. Avrupa Kulüpler Birliği'nde başta Juventus Başkanı Agnelli olmak üzere 2023 yılından itibaren 20 takımlı bir kıta liginin hafta sonu oynanması fikri artık yüksek sesle dile getiriliyor. Takımları tek tek saymama gerek var mı bilmem ama Avrupa'nın beş büyük ligindeki ilk üç büyük takıma bakın. Bu projede Türkiye başta olmak üzere Yunanistan, Belçika ve İskandinav ülkelerinin adı geçmezken, Portekiz ve Hollanda için ise yeşil ışık yakılıyor. UEFAcephesi elbette ki bu fikre şimdilik karşı. Bu lige katılacak olan dev bütçeli kulüpler ülke liglerindeki maçlarını hafta içinde oynayıp hafta sonunda futbolseverlerin karşısına Empoli, Girona, Reims ile oynayacakları maçlarla değil R. Madrid, Juventus ve Paris Saint Germain ile oynayacakları Şampiyonlar Ligi maçlarıyla çıkmak istiyorlar... Bunu başarabilir mi? Bu sorunun bugün bir cevabı yok, zamanı geldiğinde öğreneceğiz. İçerde miyiz? Dışarda mı?
HER DEPLASMANA KOŞAN ADAM
İngiltere Premier Lig puan tablosuna baktığınızda küme düşme hattında Huddersfield ve Fulham'ın ümitsiz vakalar olduğunu görürsünüz. Ligin bitimine yedi hafta var ve küme düşecek üçüncü takım için adaylar arasında Scott Cunliffe'ın taraftarı olduğu Burnley de var. Elbette kim bu Scott Cunliffe diyorsunuz, İngiliz aktör değil, şöhretli eski futbolcu değil. Cunliffe, takımını her deplasmanda yalnız bırakmayan binlerce İngilizden biri ama onu binlerden ayıran deplasmanlara uçak, tren ve otobüsle değil koşarak gitmesi! Evet, Scott Cunliffe bu sezon Burnley'in ligde deplasmanda oynadığı 19 maça da koşarak gitmeye karar verdi ve 16 deplasmanı geride bıraktı. İngiltere'nin kuzeyindeki Burnley'den ilk deplasmanı Southamptan'a koştuğu mesafe 433 km idi. Yine güneye Brighton'a şubat soğuğunda koştuğunda gerisinde 446 km bırakmıştı. Her deplasman için neredeyse bir hafta önce yollara düştü. Manchester şehri yakındı! 43 km, bir maratondan az fazlası! Burnley'nin Londra takımlarıyla oynadığı maçlar için her seferinde 345 km koştu. 16 deplasmanı geride bırakan tutkulu taraftar Cunliffe'ın 5 çift ayakkabı eskittiği sezon maratonunda geriye 385 km koşacağı Bournemouth, 325 km koşacağı Chelsea ve 'yakın' deplasman Everton (74 km) kaldı... Burnley taraftarı elbette değilim ama Cunliffe'ın hikayesi bana Burnley küme düşmesin dedirtiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)