29 Kasım 2008
Fenerbahçe vs. Beşiktaş
%46 Beşiktaş
Casillas vs. Alves
Man. City vs. Man. United
Saint Petersburg Hatırası
Emekli Matador
Video: Salas/10 gol
28 Kasım 2008
Trabzon'un Zirve Kısmeti
Haftasonu Futbol
20:00 Kayserispor - Trabzonspor / Lig Tv
21:30 Hertha Berlin - Köln / 24
29 Kasım Cumartesi
13:00 Samsunspor - Kasımpaşa / D Spor
14:00 Sivasspor - Gaziantepspor / Lig Tv
17:00 Middlesbrough - Newcastle United / Spormax
19:00 Fenerbahçe - Beşiktaş / Lig Tv
20:00 Lyon - Valenciennes / Kanal A
22.00 Sochaux - Bordeaux / Kanal A
23:00 Sevilla - Barcelona / Ntv
30 Kasım Pazar
13:00 Orduspor - Giresunspor / D Spor
15:30 Manchester City - Manchester United / Spormax
16:00 Inter - Napoli / Ntv Spor
18:00 Chelsea - Arsenal / Spormax
18.00 Toulouse - Marsilya / Kanal A
18:00 Recreativo Huelva - Villarreal / Ntv Spor
19:00 Galatasaray - Hacettepe / Lig Tv
21:30 Palermo - Milan / Ntv Spor
22.00 Rennes - PSG / Kanal A
credit: Tribundergi.com
27 Kasım 2008
Üstün Alman Teknolojisi(!)
Yabancı Madde
Real Madrid-Bayern Munih maçında Jean Marie Pfaff'a atılan demir çubuk/1987 Şampiyonlar Ligi'nde Milan-Inter. Dida'ya isabet eden meşale /2005Hamburg-W.Bremen maçında Baumann'a isabet eden cep telefonu
Freiburg-Bayern Munih maçında Oliver Kahn'ın kafasına gol topu /2000
Odio a Platini
Kuzen Handanovic
26 Kasım 2008
Mourinho 0 - Ten Cate 1
Frikik Öncesi Ronaldo
Aceto Spor Köfte Salonu
Daha önce yazacaktım, vesile oldu biraz evvel gördüğüm bir blog. Geçen gün Valikonağı Caddesinden geçiyorum, Fulya tarafına doğru sağda Sultanahmet Köftecisi açılmış. Camında "Başka yerde şubemiz yoktur" yazıyordu. Ne alem bir milletiz dedim. Sultanahmet Köftecisi, Nişantaşı'nda ve başka şubesi yok...
***
Gelelim bana bu köfteciyi hatırlatan bloga. Keşke güzel güzel köfte tarifi verseymiş. O ne yapmış? Şimdilik bu blogun 2 aylık arşivini kopyalamış, düzenli çalışırsa +3000 postun hepsini de kopyalayabilir. Amacı nedir, 3 kuruşluk google reklamlarından mı nasiplenmek? Yazık, hani insan bir iki postu alır da arada bir kendinden birşeyler katar. 15 yaşında blog yazanlara bakıp utansın bence bu hırsızlığın altında imzası olan. Kızmıyorum, acıyorum sadece... Yahu Aceto Spor ne? Çakma forma, spor malzemesi satan dükkan ismi gibi (!) "Başka yerde şubemiz yoktur" mu diyeceğiz şimdi bitirirken....
Bu postu da çalacak mı bakalım :)
http://acetospor.blogspot.com/
* Ben bu başlığı açtıktan birkaç saat sonra blogun kopyalanan iki aylık arşivi adı geçen blogda silindi ve bir açıklama yapılmış. Anladım mı, hayır....
Filmin Sonu
Can Kozanoğlu Röportajı/2002 #3
Can Kozanoğlu Röportajı/2002 #2
İnternetle beraber artık maçları sadece hafta sonlarında değil, tüm hafta yaşıyor taraftar, email'lerde, forumlarda fikirler uçuşuyor 7 gün, 24 saat...
C.K.: Eskisi kadar takip etmiyorum. Çok fazla tekrar oldu ve sıkıcı hale gelmeye başladı. Türkiye'de aslında futbol muhabbeti kendini çok fazla tekrarlıyor. Futbol zannedildiği kadar derinliği çeşitliği olan bir şey değil. Bir oyun... Gidiyoruz, izliyoruz, seviyoruz futbolu, o kadar. Çok fazla derinliğine, ayrıntısına, kesmesine, biçmesine, analizine falan girdiğin zaman tekrarlamaya başlıyorsun. İki tür tekrar var. Ruh, kimlik muhabbeti, bir de... Mecburen neye düşüyorsun: Nostalji... Nostaljinin, eskinin güzelliğinin yüzde 99'u yalandır, futbolda da yalan. Müziğin de eski güzel günleri yalandır, İstanbul'un da eski günlerinin güzelliği yalandır, Türkiye'mizin de eski güzel günleri yalandır!
70'leri konuştuk biraz evvel. Yalan mıydı hepsi?:)
C.K.: O dönemi doğru anlattım da, yalan versiyonu şu: Küfür yoktu, karşılıklı sevgi saygı vardı, bütün futbolcularda bir forma aşkı vardı, herkes forması için oynardı, şöyle efsane futbolcularımız vardı... Farklılaşmalar var, değişimler var, benim daha çok özlediğim yanları var ama "o eski güzel günler" yoktu "o eski farklı günler" vardı.
Fenerbahçe'nin geçen yılki şampiyonluğunun çok önemli olduğunu söylemiştin bir sohbetimizde...
C.K.: Tüm Fenerbahçe camiası, geçen sene şampiyonluğa öyle bir şartlanmış ve özlemiştik ki, ve o kadar istiyorduk ki, geçen yıl şampiyon olamasaydık hakikaten çok büyük bir çöküntü olacaktı. Psikolojik çöküntü, takımda teknik çöküntü, camiada çözülme, parçalanma... Her bakımdan son derece zor bir döneme girecektik. 26 yıldır aralıksız tribündeyim. Her sene şampiyonluğu istedim, ama hiç bu kadar istediğimi, krizlere girdiğimi, delirdiğimi hatırlamıyorum.
Fenerli olmayı açsana biraz...
C.K: Bir, öylesine Fenerli olanlar, bir de harbi Fenerli olanlar. Harbi Fenerli olmak hakikaten bir hastalıktır! Ben içerden baktığım için belki de bana öyle geliyor. Yani hiçbir zaman Galatasaraylılar, Fenerlilerin Fenerli olduğu kadar Galatasaraylı değil gibi geliyor. Hastalık derecesinde bağlılık sadece Fenerbahçelilikte oluyor gibiymiş geliyor bana. Demiyorum ki diğer takımların çok fanatik, ruhunu vermiş, kafayı sıyırmış taraftarı yok; ama Fenerbahçelilik bana başka bir şey gibi geliyor.
Fenerbahçelilerin yeri geldiğinde şiddete dönüşen takımlarına olan bu tutkusu için ne diyeceksin?
C.K.: Son zamanlarda dikkatimi çeken bir şey var. Fenerbahçeliler, Galatarasay ve Beşiktaşlılar ile tartıştıklarının beş katı kendi aralarında tartışıyorlar. Genel ortama bakıyorum, hep gözüme birbirleri arasında tartışan Fenerbahçeliler geliyor. "Aziz Yıldırım ne kadar iyi, ne kadar kötü?", "Lorant'ın gelmesi iyi mi oldu, kötü mü?", "Yusuf bu takımın en iyi futbolcusu mu, en kötü mü?" Biz durmadan birbirimizle tartışıyoruz. İşte bu yüzden kulübün içinde bir türlü huzur olmuyor.
Niye Fenerbahçe'de bu oluyor?
C.K.: Kulüp içerisinde bazı gruplar çıkar ilişkileri içinde böyle tartışmalara girebilirler ama hiçbir çıkar ilişkisi olmayan insanların internet ortamında nasıl birbirlerine girdiklerine bakarsan, Fenerbahçe'nin ruhundan gelen bir şeymiş bu, sonucuna varıyorsun. Bu aşırı tutku, Fenerbahçe'yi, Fenerbahçeli ile bile paylaşamama, Fenerbahçe'nin doğrusunu yanlışını Fenerli ile bile tartışamama gibi bir durum getiriyor ortaya... Mesela Fenerbahçe tribünleri kendi içinde en fazla kavga çıkan tribünlerdir. Her maç mutlaka bir kavga çıkar.
Bu tutku zararlı olmuyor mu Fenerbahçe için?
C.K.: Hatta bu bazen, ayı yavrusunu severken öldürürmüş noktasına da geliyor. Ama o tutkuyu da paylaşmak da çok güzel bir şey, birbirimizle kavga da etsek, maalesef bazen takıma zarar da versek de...
Anlattığın Fenerbahçelilik hali ile "tam destek hep destek" sloganının ömrü kısalmıyor mu
C.K.: Kalıcı olup olmayacağını bilmiyorum, ama kolay yara alabileceği son biriki ay içinde görüldü. Her şeye rağmen, geçmiş yıllarla kıyaslarsanız Fenerbahçe'nin geçen sezon üst üste aldığı yenilgiler sonrasında gösterilen tepki, eski başarısızlıklar sonrasındaki tepkiyle kıyaslandığında azalmış gibi görünüyor. Eskiden bir beraberlik, arkasından bir mağlubiyet; futbolcular dövülürdü, hoca anında kovulurdu. Bu sezon ne oldu? Biriki defa Açık'tan Mustafa Denizli sesleri yükseldi gitti, biriki homurtu çıktı ama bu sezon her şeye rağmen tribünden sahaya yansıyan bir olumsuzluk olmadı. Şunu da kabul etmek lazım, bu "hep destek tam destek" bir noktaya geldi, "Mustafa Denizli'ye destek veriyor muyuz, vermiyor muyuz"a geldi. Bu destek Antu'nun dışında da yoktu. Çengelköy'deki sıkı Fenerbahçeliler mesela... Hiçbiri Fenerbahçe'yi sevmiyordu, "Denizli"ye rağmen şampiyon olduk" diyorlardı. Antu'daki destek aslında taraftarın çoğunluğun ruhunu yansıtan bir şey değildi. Desteğin ne olduğunu ve ne anlama geldiğini tanımlaman lazım. "Her maça giderim, 90 dakika boyunca tezahüratımı yaparım, mağlup da olsa futbolcuma küfretmem". Tamam, bu taraftarın asli görevi. Böyle algılıyorsa doğru. Ama "hep destek tam destek"çi bazı arkadaşlarımızın algısı da şu: "Yönetim ne yaparsa yapsın, yönetim sıfatını taşıdığı sürece onu desteklerim. Hocam ne yaparsa yapsın, istifa edene ya da görevden alınana kadar onu desteklerim, çünkü hocamdır". Şimdi böyle, yani eleştiriyi sıfırlamak gibi mantık da olmaz. Benim de çok rahatsız olduğum bazı söylemler var internet ortamlarında: "Sayın yöneticilerimiz yapmışsa doğrudur" diyor adam! Çok aklı başında bir adam aslında; tanıyorsun, biliyorsun adamı. Tamam, ben gidip de çok önemli bir maçın ortasında "Yönetim, istifa!" diye bağırıp takımın içine etmem. Bu geri zekâlılık, hayvanlıktır. Ama benim yöneticimin her yaptığı da doğru değildir. Benim yöneticim Allah değil, peygamber değil, ben de onun kulu değilim. Bazıları bu tam desteği, "Fenerbahçe ile başlayan bir unvan taşıyan hiç kimse, bu unvanı taşıdığı sürece eleştirilemez" diye algılıyor. Bu destekçilik değil, başka bir şey. Şöyle bir durum var tam destekçilerde: "Şu anda takımı eleştirmeyelim, daha sezon başı. Şu anda takımı eleştirmeyelim. Neden? Sezonun kritik zamanı. Eleştirmeyelim, takımın iyi zamanı. Eleştirmeyelim, takımın kötü zamanı, bir de biz kötüleştirmeyelim. Şimdi transfer zamanı, şimdi kongre zamanı..." O eleştiri zamanı hiçbir zaman gelmiyor. Peki, bunun yeri ve zamanı neresi? Bunun Türkiye'deki futbol kulüplerine ve Fenerbahçe'ye özgü bir söylem olmadığı açıktır. Türkiye'de her zaman şu vardır benim çocukluğumdan beri: "Ya, bu ülkenin çok sorunları var ama Türkiye çok kritik bir dönemden geçtiği için bu dönemi atlatalım, sonra" derler. 40 yaşına geldim, o "kritik dönem" hiç bitmedi! "Ülke olarak çok hassas bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde..." olayını ben çocukluğumdan beri bilirim. O hassas dönem bitmez...
Peki, taraftar tepkisini nasıl koyacak ortaya?
C.K.: Şimdi çok daha fazla mecra var. İnterneti kullanabilirsin. Grup halinde gidip yönetimle konuşabilirsin, dernek olarak bir bildiri yayınlayabilirsin... Sonuçta belki bunlar çok etkili kanallar değil, ama etkisiz kanallar da değil. Takımın 90 dakika sahada olduğu an bu tepkinin asla olmayacağı yerdir. İşin zor olan noktası bu. Tepkiyi nerede vereceksin? Tribünde... Tribünde de maç esnasında oluyorsun. Stat negatif elektrik taşıdığı zaman, o elektriği futbolcu da alıyor. Bu da futbolcuları öldürüyor. Fenerbahçe'ye gelmiş öyle futbolcular var ki... Mesela Halil İbrahim kötü bir futbolcu muydu?.. Erkan iyi bir futbolcuydu. İlker iyi futbolcuydu. Boliç mesela... Rıdvan şöyle bir şey söylemişti onun için: "Türkiye'nin hangi takımında oynarsa gol kralı olur ama Fenerbahçe'de tribün kredisi bitmiş ve adam asla rahatlayamayacak.". Adam hakikaten de asla rahatlayamadı.
Yusuf var mesela şimdi o konumda...
C.K.:Yusuf u tutanlar da var ama çok az. Ben Yusuf u çok seviyorum, çünkü sonuçta Ali Güneş'i seviyorum mesela. Bugünün futbolunda Ali Güneş'ler olmazsa asla şampiyon olamazsın ben Yusuf un bir tek hareketini seyretmeye gidiyorum. Yani Yusuf bir metrede topu çevirip üç kişiyi katladığı zaman futbolun güzelliği bu.
Lorant'ın gelişi, Oğuz için neler düşünüyorsun?
C.K.: Belirli kalıplar vardır ya, yok "Soyadıiç'li olmasın", yok "Alman olmasın"... Ben adamın ismine bakmam. Ama adını duyduğum zaman da çok sevindim desem yalan olur... Performansını göreceğiz. Oğuz şimdi "Denizli ile beraber gitmeliydi" diye eleştiriliyor. Oğuz gitseydi, bu kez "Denizli gitti, takımı çalıştıracak kimse kalmadı, yüzüstü bıraktı" olacaktı. O doğrusunu yaptı ve geçen yıldan bu yana takımın yükünü çekti. Bu Oğuz'un karakterinden kaynaklanan bir durum. Bu dışarıya fazla yansımadı.
Oğuz'u Fenerbahçe'nin geleceğinde tek adam olarak görüyor musun?
C.K.: Görüyorum ama teknik direktör olarak biriki yıl içinde değil. Ben Fenerbahçe'nin geleceğinde Oğuz'u da görüyorum, Aykut'u da görüyorum, Rıdvan'ın bir gün tekrar deneyeceğini de biliyorum.
Teknik taktik pek konuşmazsın genelde...
C.K.: "Defans şöyle olsun, teker teker işte şu adamlar olsun" diye kafamda kurarım ama taraftar olarak bunun muhabbetini yapmam. Şu sistembu sistem muhabbeti yapmam ben. Olana bakarım, onun üzerinden bir şey düşünürüm. Denizli ile son 23 maçta Fenerbahçe yakalamıştı bunu. Eskinin bastıran Fenerbahçe'si, girse de girmese de 5 dakikada 10 pozisyona giren, ah vah ettiren... Denizlispor kupa maçının ikinci yarısı son 2 yılın en iyi birkaç futbolundan biriydi. Girmedi ama... O gün ödül töreni vardı. Simavi Ödülü almıştım. Törene gitmedim, maça gittim. Bir de Denizli'ye yenilince gel gör rezaleti... Yüz defa daha ödül, yüz defa daha Fenerbahçe'nin maçı olsun, yine her seferinde Fener maçına giderim...
Futbol yazmayı bıraktın mı "Bu Maçı Alıcaz'dan sonra?
Çok da fazla söylenecek şey yok aslında. Yazsam tekrara düşeceğim, bir... İkincisi, yazmaktan sıkıldım, özellikle futboldan sıkıldım. Bir de özellikle futbolun o kadar çok kurcalanacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Çok fazla kurcaladığın zaman işin zevki de kaçıyor. Maçıma gidiyorum, Fenerbahçe'nin internet sitelerine çok nadiren yazılar yazıyorum. Bu da makale falan değil, forum alanlarında. Futbolla ilgili kafamda başka sorular var, cevaplarını şimdilik kendime saklayayım. Futbolun büyüsünü korumaya çalışıyorum açıkçası. Fenerbahçe'nin büyüsü kaçmaz da, futbolun büyüsü kaçabilir. Böyle bir risk olduğunu gördüm. Bir de şöyle bir durum var: Bir sürü şeyi de kendimi sıkarak yaptım. Biraz daha objektif olmak, biraz daha olanı birebir yansıtmak... Ben tutup maç yorumu yazmadım mesela. Benim görüşlerime göre bu terbiyesizlik olur. İki tür terbiyesizlik olur, ya "Ağzına sı.ayım, bilmem ne" diye düşünerek yazının başına oturup "sarılacivertliler" diye yapay yazı yazmak, ikincisi ise doğrudan "sarılacivertliler" diye yapay yazı yazmak, ikincisi ise doğrudan "Ağzına sı.ayım" diye bir yazı... Bu daha ağır bir terbiyesizliktir. Bir de üçüncü bir terbiyesizlik var ki, en ağırı bu bence. Cool bir yazı yazan, çok entelektüel bir insan olarak dışarıdan yorum yapıyorum gibi fanatizmini allayıp pullayıp sunmak. Bunu yapan çok fazla insan var. Taraftarsan, o fanatizminle onu taraftar dilinde yaz. Hakikaten entelektüel faaliyet göstermeye, analiz yapmaya çalışıyorsan da kendini o fanatizmden sıyırmaya çalış. Kör fanatiklik hiç kötü bir şey değildir, ama o kör fanatikliği entelektüel insanın objektif analizi diye sunduğun zaman, al onu g.tüne!.. Hele bir de (onlardan biri olmak istemediğim ve korktuğum için) insanın uzaktan g.t dediği birinin durumuna kendisini düşürmesi de hoş bir şey değil. Bu risklere karşı uzak kaldım. Şu aralar nasıl ama biliyor musun? Size kaç tane rakip dergi çıkartmak isteyen, internet sitesi kuran, futbol üzerine yazılar yazan, futbol üzerine yazılar yazan, futbol üzerine tez yazan, kitap hazırlayanlar var... (son)
Raul no:64
Gülen Misin Ağlar Mısın?
- Kalli Galatasaray'da tekrar göreve başlamış
+ Gülen misin ağlar mısın?
Galatasaray Spor Kulübü’nde 1992 - 1993 ile 2007 - 2008 tarihlerinde Teknik Direktörlük, 1993 - 1994 sezonunda ise Teknik Danışmanlık yapan Karl - Heinz Feldkamp, 27 Kasım 2008 / 27 Mayıs 2009 döneminde Teknik Danışman olarak görev yapacaktır. Sayın Karl - Heinz Feldkamp’a başarılar dileriz.Kamuoyuna duyurulur.
Galatasaray Spor Kulübü
25 Kasım 2008
Gökhan Gönül ve Gönülsüzler
4 Adidas Reklamı
Can Kozanoğlu Röportajı/2002 #2
Bu çağın getirdiği yeni taraftar tipi mi?
C.K.: Olumsuzluk eskiden de vardı. Didi'nin zamanında Ersoy vardı. Her maçın 20. dakikasında Kapalı'nın ortasından "Ersoy dışarı" diye bağırılırdı, adam iyi de oynasa, kötü de oynasa... Hatta o tezahüratı başlatan bir adam da vardı.
Fenerbahçe'de taraftarın futbolcuya etkisi diğer takımlara göre daha fazlaymış gibi görünüyor.
C.K.: Bence bu tespit o kadar doğru değil. Biraz evvel anlattığım fasit dairenin taraftar tarafından kurulması ve takıma çok zarar vermesi olayı Beşiktaş'ta da yaygın. Fenerbahçe taraftarı gibi onlar da "bir olumsuzluk olsa da tepki göstersem" gibi bir havaya giriyor. Bunun en büyük kurbanı Trabzonspor. Bakıyorum Trabzonspor taraftarına, takımına, yönetimine, öyle bir hava oluşmuş ki, o takım kolay kolay iflah olmaz. Briegel doğru bir tercih ama o havada başarı imkânsız. İkinci takımım Adanaspor, hem Adanaspor hem Adanademirspor taraftan yapıyor bunu. 5. dakikada başlıyorlar takımlarına küfretmeye, Adana gibi potansiyeli yüksek bir şehrin yıllardır 1. Lig'de bir takımını barındıramaması, gelmesi gitmesi biraz da bu sebeplerdendir. Türkiye'de yine de en büyük kurbanı bunun Trabzonspor'dur.
Galatasaray taraftarının tepkisi biraz daha yumuşak mı oluyor?
C.K.: Galatarasay'ın genelde tribün tavrından kaynaklanıyor. Ama ben Galatasaray taraftarının da takımına hiç zarar vermediğini düşünmüyorum, ya da bu olumsuzluğun Galatasaray tribünlerinde de yaşanmadığını söyleyemem.
'80'lerde gruplar oluşmaya başladı mı Fenerbahçe'de?
C.K.: '80'lerde hakim olan '70'lerdeki havaydı. Gruplar vardı ama doğal semt grupları vardı, bir de daha deplasmancı olanlar; Numaralı'nın deplasmancıları, Kapalı'nın deplasmancıları... '80'ler döner bıçaklarının, öldürmek için sabahlamaların yaygınlaştığı bir dönem. Daha eli bıçaklı holiganların ortaya çıktığı ve bununla birlikte ufak ufak rantın ortaya çıkması...
Bu rant nasıl oluştu?
C.K.: Türkiye futbol dışında zaten bu insan tipini üretti. O politizasyonun kırılması sonrasında meydana gelen bir potansiyel, şehirleşme... Çok uzun başka bir kulvarda anlatılacak bir konu bu. Rant bazı insanları çekmeye başladı. O rant nasıl doğdu? Benim bilmediğim zamanlarda da yöneticilerden "harçlık" alan taraftarlar vardı, resmi maaşlı! Hatta başka şehirlerden iyi amigolar getirmeler falan... Rantın bana göre çıkmasında etken, '80'li yılların başında deplasmanlarda "koruma parası" diye bir şey çıktı. Hakikaten ihtiyaç olan bir şey. Zonguldak'a gidiyorsun, Eskişehir'e gidiyorsun... Polis seni bir noktada bırakıyor, rakip taraftar bir taraftan taşlıyor. Koruma parasını verirsen korurum, koruma parasını verirsen taş atmam. Sonra bu koruma paraları üzerinde ufak ufak suiistimaller başladı. Ufak şeyler bunlar, orda çeteleşme yok. O zamanın parasıyla 1 milyon TL atıyor cebe adam. İkinci sebep, '80'lerde Fenerbahçe içindeki çekişmelerden kaynaklanıyor. Yöneticiler tribünden adam tutarak kendilerine tezahürat avantajı ya da karşı tarafa antitezahürat yaptırmak gibi bir olaya girdiler. Rant insanları çekiyor. Zaten şu anda Fenerbahçe içinde böyle bir şikâyet varsa bunu yapan kaç kişidir ki? Ama var... Bunu yiyenin kaç kişi olduğuna değil, o birkaç kişinin yarattığı etkiye bakmak lazım. O her zaman abartıldığı kadar büyük olmuyor ama kuşkusuz bir etkisi de var...
Kavga döneminde tek stat (İnönü) olmasının bir etkisi vardı.
C.K.: '77'deki FenerbahçeBeşiktaş maçında başlayan ve '80'lerde daha artan bir "Kapalı'yı alma" durumu vardı. Rant derken, bu sadece doğrudan kulüpten elde edilen bir rant değildi. '80'lerin sabahlama kavgalarında künye çalmak, zincir çalmak, dövdüğün adamın cebinden parasını almak gibi eşkıyalık düzeyinde gelen işler de oldu. Karaborsayı elinde tutmak... Bir yandan kulüp için kavga etmek, bir yandan da yolunu bulmak...Kavgalar '93'e kadar sürdü. Bu tarihte barış dönemi başladı... '90'larda gruplar çoğalmaya başladı. Bunun sebepleri neler sence?
C.K.: Gruplara gelince... Genel bakınca dünyada çok konuşulan bir şey var: Küçük cemaatleşme, küçük cemaat kimliği arama... Adama yalnız üniversite öğrencisi olmak yetmiyor. Bir grup arıyor. Türkiye'de dünyada da olan bir eğilim bu. Sadece Numaralı'dan, sadece Maraton'dan olmanın ötesinde, ismi konmuş, ayrı bir kültürü olan, son dönemin yeni eğilimleri içerisinde ayrı kıyafetleri olan grup oluşturmak. Bunun getirdiği bazı avantajlar da oluyor insanlar için. Sonuçta Maraton'daki 10 bin kişiden biri değil, 200 kişilik bir gruptan biri olunca o grubun daha önce çıkan insanı oluyorsun. Genelde toplumdaki insan tipleri hep daha yakınını arıyor, daha yaklaşıyor, daha ayrıntılı kimlik üzerinden dostluk kurmaya başlıyor. Bu tribünde de var. Zaten şu andaki internetteki tribün muhabbetlerini iki gün okusan, anlarsın. Herkes birbiriyle birarada olmak istemiyor. Eski Kapalı'da olduğu gibi değil yani... Aynı tabakadan olan insanlar, o tabaka içinde kendi eğilimlerine yakın yapay gruplar oluşturuyorlar. Taraftarın örgütlenmesi, dernekleşmesi güzel bir şey.
Devam edecek...
Can Kozanoğlu Röportajı/2002 #1
%40 Fenerbahçe
Drogba Inter'e?
Can Kozanoğlu Röportajı/2002
Ne zamandan beri tribündesin Can?
Can Kozanoğlu: '63 doğumluyum. '62 yılından beri tribündeyim. Annem hamileyken bile tribündeydim. 45 yaşında başladı. Hafızam geriye gittiği için net hatırlıyorum. Turgay Şeren'in jübilesini hatırlıyorum. Lefter'i Boluspor'dayken seyrettiğimi hatırlıyorum. Daha sık olarak 78 yaş. Kesintisiz olarak ise '73'74 sezonunda, on yaşından itibaren...
Açık'ta mı başladın?
C.K.: Hayır, Kapalı'da başladım. İnönü Stadı'nda. Hep Kapalıdaydım. Fenerbahçe Stadı açıldı. O zamanlar Numaralı değil, Kapalı deniyordu. Kapalı'ydı, şimdi Numaralı oldu. Fenerbahçe Stadı açıldıktan sonra hiçbir yeri eski Kapalı olmadı. Fenerbahçe Stadı'nda Maraton başka bir yerdi, Kapalı başka bir yerdi. Eski Kapalı'nm bir özelliği vardı ve Fenerbahçe Stadı'nda bu hiçbir zaman yakalanamadı.
Neydi o özellik?
C.K.: Çok sınıflar üstü bir yerdi İnönü'deki Fenerbahçe Kapalısı. Çok fırlama bir yerdi. Çok farklı insanları normal ve eşit şartlarda biraraya getiren bir yerdi Kapalı. Şu anda durum çok farklı. Hiç gerekmediği kadar farklar, hiç gerekmediği kadar da gruplar var. Lisedeyken, '70'lerin sonlarında deplasmanlara gitmeye başladım. Son derece politize bir dönem. Kimisini o zaman bildiğimiz, kimisini de sonradan öğrendiğimiz çok farklı politik kimlikteki insanlar aynı tren vagonunda Ankara'ya gider gelir ve arada siyasi bir sorun çıkmazdı. Eski Kapalı'dan, şimdi sokakta görüyorum, New York'da grafikerlik de yapan var, hırdavatçılık yapan da var, sinemada teşrifatçılık yapan da var, gazetecilik yapan da var, profesör olan da var, sokakta boş gezen de var... Son derece farklı bir kesimdi Kapalı. Yani Kapalı, Açık'tan daha pahalı diye onun getirdiği bir ekonomik farklılık yoktu. Eski Nişantaşlılar vardı. Çok fırlama bir gruptu, simültane tezahüratlar üretirlerdi tribünde. Bakırköylüler grubu vardı. Semt grupları vardı. Çok farklı ekonomik ve politik çevrelerden insanlar vardı. Bizim gibi kolejde okuyanlar, ilkokuldan terk olanlar, üniversiteliler, gecekondu mahallesinden olan vardı ama onları hepsi biraraya gelip Kapalı'yı oluştururdu. Nişantaşlılık mesela, Nişantaşı'ndan maça 50 kişi beraber geliyor olman ve biraz daha yakın olman demekti. Ama tribünde biz Nişantaşhlar, biz Bakırköylüler diye birşey yoktu. Açık'la Kapalı arasında başlayan atışma da yine '70'lerin sonunda ortaya çıktı. Sıkılanan maçlarda, gırgırdı bu iki tribün arasında. Bizim adamlarla geyiğine atışıyorduk. Spor Sergi Sarayı'nda da rakip takımın taraftarına pek sık rastlanmadığından gruplar birbiri arasında atışırdı. Maç başlayana kadar bir grup Nişantaşı diye bağırır, diğeri Kadıköy, Bakırköy diye bağırırdı. Ama biz sonuçta Fenerbahçeli'ydik. Şu anda değişen şey, çok fazla grup olması, gruplar arasında birtakım belirgin farklar olması. Farklar olması da önemli değil, ama bu sorun bu farklara önem verilmesi.
O dönemin ruhuna gelelim. Maça erken geliyorsun...
C.K.: O dönemin ruhunda eski bir Kapalı'cı olarak meşhur C kapısı karambolü vardı. Sabah erken gelinir (Çok uzun süre gece maçlarına ara verildi. Bir ara Spor Yazarları ve Avrupa Kupaları gece oynanırdı ama lig maçları gündüz oynanırdı. Dönemine göre saat 2'de, saat 5'te de başlardı. Ama kaçta oynanırsa oynansın, sabah erkenden gelinir ki, '70'lerde geceden toplanma yoktu. O, '80'lerde başladı.). Orda kuyruğa girilmez! Çevrede gezinilir. Tam kapılar açıldığı anda C Kapısı'nın orda karambol yaratılır, Kapalı'nın ortası o karambolden girer, kalan yerleri de saatlerce kuyrukta bekleyenler kapardı. Gecelemek yoktu, çok çok önemli maçlarda sabaha karşı gitmek vardı. Yılda biriki önemli maçta da kavga etmek için değil, girişi garantilemek için geceden gidip kapı önünde yatan insanlar vardı. Girilir, beklenirdi. Müzik düzeni yok, eğlendirecek bir skorbord yok. Onun için bol bol tezahürat olurdu. İnsan tribünde kart oynardı. Meşhur bir tezahürat vardı: "Dertlerimi zincir yaptım, birbirine ekliyorum, bilmem neye koymak için saat 5'i bekliyorum". Adam bekliyor, kapı açılmış ll'de, maç 5'te. Adam 6 saat bekliyor. Bu biraz da sıkıntının yarattığı birşey.
Bu apayrı bir ruh hali de getiriyor insana... Tribünde davranış biçimi açısından...
C.K.: O zaman ufaktık, şimdi kocaman adam olduk. Nerdeyse 40 yaşına geleceğim. Benim ruhum, benim algılayışım, benim varoluşum mu değişti, yoksa tribün mü, tam olarak kestiremiyorum. Ama zannedersem ikisi birden... Hem ben değiştim, hem de tribün... Tabii bu arada o yılların Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Beşiktaş seyircisinin bir ayrımını koymak lazım. Bu çok fanatik görünen insanlar aynı zamanda futbolseverdi. Bizim tribünden tanıdığımız simalar vardı. Bu insanları Spor Sergi Sarayı'nda basket maçında da görürdük. Bu durum '80'lerde bir dönem sürdü. Böyle bir kitle vardı. İstanbul'da 2. Lig maçları bazen İnönü Stadı'na alınırdı. 15 bin kişinin geldiği olurdu o maçlara. İstanbul Amatör Küme Finalleri'nde Vefa Stadı'na izdiham olurdu. Taraftarlığın ötesinde futbolsever bir kitle vardı.
Ne değişti?
C.K.: Hem futbol değişti çünkü ben şuna inanmıyorum: Çocukluğumuzdan beri alıştığımız bir kalıp var: "Futbol dünyanın en büyük büyüsü. Milyonları peşinden koşturan". Futbol dünyada düşüşte. Türkiye'de de düşüşte insanlar çok farkında olmasa da... Türkiye'de tantana yükselişte, futbol düşüşte. Bunun etkileri ilerde görülecek. Hem futbolun bir düşüşü var hem de hayatın insanlara sunduğu daha fazla seçenek var. Bundan 25 yıl önce stada gitmediğin zaman, hafta sonunu geçirebileceğin seçenek çok daha azdı. Şimdi daha fazla. Biraz da zaten tribünde şu değişiyor: İnsanlar eskiden maça gelirdi, şimdi şuraya gitmedim, buraya gitmedim maça gelmedim havasında.
Maça gelmek, maçı seyretmek bugün sanki birçok şeyi de yanında yapmayı gerektiriyor gibi. Grup üyesi olmak, çalışma gruplarına katılmak...
C.K.: Bu yeni bir durum. Son birkaç yılın ürünü. Öncesinde maça gelirsin, arkadaşlarınla gelirsin ama bizim grup diye bir şey yoktu ama. Biraz da şöyle bir fark görüyorum Fenerbahçe tribününde ki diğer takımlar için de geçerli: Biraz daha hakkını isteyen tüketici mantığıyla geliyor adam ben haksız da demiyorum. "Maça geliyorum, şunlardan fedakârlık ediyorum, onun için şu konforu isterim, şu ortamı isterim" diyor adam... Stadın fiziksel koşullarına, maç seyretme koşullarına bağlı kalınan bir durum.
Bu "mutlak başarı isterim" de demek değil mi?
C.K.: Eskisinden daha fazla değil bu. "Mutlak başarı istemek" bir insan bakışı. Olumlu bir bakış değil ama insani bir şey. Bazı insanlar öyledir. Yani sadece maçlarda değil, her yerde başarı ister, peşinden gittiği her şeyde kazanmak ister. Bu eskiden de vardı. Benim sübjektif bakışımla bu "eşek insan bakışı, hıyar insan bakışı". Daha objektif bakmaya çalışırsan, bu da insani bir duruş dersin. Başarısızlık geldiği anda takıma tepki göstermek manasında dersen, bu zaten çok eski bir durum. Bizim çocukluğumuzdan beri... Meşhur FenerbahçeGöztepe maçı vardı. '7273 sezonu. Didi Fenerbahçe'yi şampiyon yapamadı. 11 berabere kaldık. Maçtan sonra futbolcuları dövdüler. "Milyonluk eşekler" tezahüratının çıktığı ilk maçtır. O zamandan gelen, bir takıma başarısız olduğu zamanda tepki gösterme kültürü vardı. Ancak genelde başarısız olunduğu zaman hayatta da saldırıyla karşılaşılır. Bunun için futbolcu, futbol takımı olmak şart değil. Bu bir insani tavır. Tam tersine, işte şu son birkaç yılda artık, bu işin olumsuz yönüyle maç seyretmek bir kültür haline geldiği için Fenerbahçe Stadı'nda, her şey de hayatta tepkisini doğurduğu için bunun tepkisi doğdu. Şöyle bir noktaya gelmişti artık: Maç nasıl seyredilir?.. Gidilir, oturulur, beklenir, hakem düdüğü çalar, ben ilk düdükle beraber "Boliç Allah belanı versin" diye başlarım, 90 dakika küfrederim. Gol olduğu zaman sevinirim. Takımım kazansın isterim ama bir yanda da bilinçaltında, "Başarısızlık olsun da ben biraz daha söyleneyim" diye bir mantık gelişmişti. Bunu futbolun dışında alır, genele bakarsak, Türkiye'de çok ağlak bir kültür var, yakınma kültürü çok derin. Türkiye'nin insan yapısı bu acı kültürüne yatkındır. Acıdan zevk almak, "acı çekiyormuş gibi" olmayı zevk alarak insanlara yansıtmak... Bu bir takımın başına gelebilecek en büyük beladır. O takımın tribünleri, o takımı başarısızlığa itiyor demektir. O zaten kendi fasit dairesini oluşturuyor demektir. Tribündeki o negatif hava derinleştiği zaman takımın başarısız oluyor, takım başarısız oldukça maçı negatif bir biçimde seyretme imkânı genişliyor. Bizim statta çok fazla yaygındı bu. Artık sinir bozukluğundan maç seyredilemez hale gelinmişti, ki ben abimle kaç yıldır maç seyretmiyorum. Ben tahammüllüyüm ama Hayri değil! Şöyle birşey: Adam diyor ki, "Düdük çalsın abi, ben top ayağına gelen ilk futbolcuya küfredeyim! 25 maç iyi oynasın. 26. maçta hata yapsın, acımasızca küfredeyim!". Bu yalnızca acı kültürüyle de açıklanabilecek bir şey değil. Bu, bambaşka bir şey. İşte bu "tam destek"in çıkışı da bazı aklı başında insanların buna gösterdiği tepkiden. Ve hâlâ böyle birşey var. Biz tribün müdavimleri biliyoruz, Numaralı için söyleyebilirim bunu, orada eskiler yerleşti artık. Bunlarda bu mantık yerleşti ama gelip geçici taraftar hâlâ o mantıkla geliyor.
Devam edecek...
Can Kozanoğlu 1963'te Adana'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunu. 1981'den başlayarak gazetecilik, televizyonculuk, yayıncılık gibi işlerle uğraştı. Yayımlanmış kitapları arasında Bu Maçı Alıcaz! (1990-1996), Cilâlı İmaj Devri (1992), Pop Çağı Ateşi (1995), İnternet Dolunay Cemaat (1997), Yeni Şehir Notları (2001) ve Acemi Eğitimi (2005) bulunmaktadır.