Karşılıklı iki dükkandı Beşiktaş
Çarşı’da. Müşteri derdi olmayan dolup doşan dükkanlar. Asım Usta döneri
keserken selamını eksik etmez, öyle de devam ediyor. Karşısında Pando Şeştakof…
Rakip değildiler. Kaymakçı Pando’ya sabah kahvaltıya gidilirdi, dükkanı hep
eski kaldı, yokluktan değil ama. Müşterinin suratına bakmayan, dayak atar gibi
servis yapan huysuz bir ihtiyardı Pando Bey. İki yabancı dergi yazdı diye trend
delileri dükkanı doldurdu, kaymak üstü dayağı yiyip çıktılar, çok mutluydular…
Pando Bey’i geçen ay kaybettik, Asım Usta’ya uzun ömür…
Büyük bir kitapçıda kaybolmak mı
istersiniz, ufak bir kitapçının her şeyi okumuş gibi duran sahibinden
sevdiğiniz yazar ya da türe dair yeni tavsiyeler duymayı mı? Müdavimi olunan
mekanlar size sadece yiyecek ve içecek mi satar, karnınız her yerde doyar da
ruhun ihtiyacı hürmeti, iki lafın belini kırmayı, barmenin adını bilmeyi,
garsonun tekten yatan kuponunu, gözününüz önünde boy atıp büyüyen komiyi ne
yapacağız peki? Esnaflık çokça insan bağlama sanatıdır. Kimi sattığı kumaşla,
kimi pişirdiği kuru fasulyeyle, kimi de içine muhabbet kattığı kahveyle...
Futbolcu menajerliği de dükkansız insan bağlama müessesesi işte. Yerin yurdun,
bir ofisin olsa da, tezgahı açtığın yerler beş yıldızlı otellerin lobileri,
kulüplerin gösterişli toplantı salonları… Yeteneğine güvendiği bir futbolcuyu
menajerlik şirketine bağlayabilmek için o genç insana gerekli güven duygusunu
kelimelere döken adamların bir sonraki perde de oyuncularına maksimum kontrat
almaya çalışırken kulüp başkanlarıyla oynadıkları kanlı poker elleri…
Raul’un menajerini hatırlar mısınız?
Maldini ya da Totti’ninkini? Kariyerlerini bir kulüpte geçirmiş, olmadı bir
transfer yapmış futbolcuların menajerlerini kim tanır ki! Pini Zahavi, Kia
Çorapçıyan, Jorge Mendes ve Mino Raiola’yı ise her futbolsever bilir. Futbol ekonomisinde taşları yerinden oynatan,
o taşları suda kaydıran, batıran da çıkartan da bu adamlardır. Onlardan birinin
çocukluğunu gidelim. İtalya’da ufak bir
kasabada, Nocera Inferiore’de doğan Mino Raiola’nın çocukluğuna…
Sene 1968. Babası Mario direksiyonda,
annesi Annunziata’nın kucağında 1900 km öteye giden bir yaşındaki çocuk yıllar
sonra futbol tarihinin rekor transferlerine imza atacak ama kendi hayatının en
büyük transferini yaptığından elbette habersizdi. İtalyanların parayı bulmak
için göç etmek zorunda oldukları yıllar.
Haarlem’e yerleştiklerinde Raiola Ailesi ilk akla geleni yaptılar.
Napoli adında bir pizza restoranı açtılar. Futbol dünyası onu Mino diye bilir
ama doğrusu Carmine ile devam edelim. Esnaf babasının yanında mutfakta büyüyen
Carmine, restoranda garsonluk yapmaya başladığında 13, kasayı teslim aldığında
ise 16 yaşındaydı. “Hayatımın en güzel yıllarıydı” dediği günleri yıllar sonra
kendisinden nefret eden kulüp yönetimleri mızrak niyetine kullanacak “Garson
işte” diyerek yedikleri kazıkların hesapta öcünü alacaklardı. İtalya’ya mal
satan-alan işadamları bir zaman sonra işi büyütüp lüks bir İtalyan restoranı
açan Mario Raiola’nın dükkanının müdavimi oldular. Carmine Raiola, insan
tanımayı, iş bitirmeyi o günlerde öğrendi. Sonraları üstüne beş dil daha
öğrenecekti ama İtalyanca-Hollandaca ve bir telefon ona yetiyordu. Sorun çözen,
ticarette tıkanıklığı gideren çocuktu o. Haarlem kulübünün alt yapısında
futbolcu olmaya hayalleri berbat bir kalecilik performansıyla son buldu.
Restorana her Cuma akşamı gelen Haarlem kulübü başkanına “Sen futboldan anlamıyorsun” diyerek sabrını test etti ve adam bir
gün “Çok biliyorsan gel çalış” deyince de işi kaptı. Carmine önce alt yapı
sorumlusu ardından sportif direktör oldu ama bu da bir ısınma koşusuydu.
Menajerlik ve sinema denildiğinde akla ne gelir? Tom Cruise’lu Jerry Maguire.
İlk şirketini isim verirken pek yaratıcı değildi, “Maguire Tax and Legal” bir zaman
sonra yerini Monte Carlo merkezli “Sportman”e bıraktı…
Ona menajerlik mesleğinde yüksek
atlatan, depar attıran ise Hollanda Profesyonel Futbolcular Sendikası ile
yaptığı anlaşma oldu. Mino Raiola, Hollandalı futbolcuların yurtdışına
transferlerinde tek temsilciydi artık. Bu tekeli sonuna kadar da kullandı.
Bergkamp’ı Napoli daha fazla para vermesine rağmen Inter’e götürdü. İtalya
Serie A’da büyük patronların olduğu, milyonların havada uçuştuğu, Çizme
futbolunun Avrupa’da bir numara olduğu yıllar… Otuzlu yaşlarının başında en
fiyakalı transferlerinden birine imza atıp kartvizitini güçlendirdi. Çeklerin
Pal Sokağı Çocukları romanından kopmuş da gelmiş o en yetenekli adamı Pavel
Nedved’i Lazio’ya getirdi.
Raiola, menajerlik mesleğine yeni bir
bakış açısı getirdiğini söyler her röportajında. Eski kuşak menajerlerin
kulüplerin emrinde olduğunu ve kendisi için önce futbolcunun kariyerinin önde
olduğunun altını çizer. Her yeni kontrattan yüzde 10 (Pogba’da yüzde 25)
komisyon alan İtalyan futbol simsarı için armaya sadakat profesyonel futbol
dünyasında en gereksiz romantizmdir. Çalıştığı onca futbol arasında onun sözüne
uymayan adam da Zidane gidince Juventus’a gelen Pavel Nedved... 2003 Aralık
ayında France Football’dan yılın futbolcusu ödülünü aldığında “Futbolu yakın
bir geleceke bırakacağım” diyen Çek efsaneye “Benimle çalıştığın sürece daha çok uzun yıllar oynarsın” diyen ve
yıllar boyunca onu Inter’e götürmek isteyen Raiola, şike yüzünden küme düşmüş Juventus’tan
bir türlü koparamadı Nedved’i. O inat da yıllar sonra Raiola’ya para
kazandırmadı değil! Agnelli Ailesi’nin patronajındaki Juventus’un yönetimine
giren Nedved’in Raiola ile ilişkisi sayesinde Pogba sıfır bonservisle siyah
beyazlı kulübü imza attı. Kontrata “Satışından
yüzde 25 alırım” diyen Raiola, Fransız orta sahayı 100 milyona eski kulübü
Manchester United’a satarken elbette ki ellerini ovuşturuyor, ondan nefret
ettiğini söyleyen Sir Alex Ferguson da evinde muhtemelen saçını başını
yolluyordu…
Paris Saint Germain’e Zlatan
İbrahimoviç’i götürdüğünde “Paris’e
gelenlere Mona Lisa’dan daha iyi eser görmelerini sağladım” diyen Raiola,
İsveçli santrforu karşısında oturttuğunda Zlatan daha 22 yaşındaydı ve Ajax
forması giyiyordu. O günü Zlatan’dan dinleyelim: “Porsche’yi otoparka bıraktım, kolumda altın saat, üzerimde Gucci’den
deri mont, büyük bir özgüvenle restorandan içeriye girdim, rezerve ettiği
masaya oturdum. Benden daha büyük saati olan havalı bir adam bekliyordum. Nike tişört giymiş, ayağında spor ayakkab,ı
göbekli bir herif oturdu masaya. ‘Kim lan bu şam şeytanı’ dedim kendi kendime.
İnsan sushi, karides ızgara vs. söyler di mi, bu adam ortaya karışık bir yemek
söyledi, temiz 5 kişilik ve hepsini silip süpürdükten sonra çantasından bir
dosya çıkardı. Vieri, 27 maçta 24 gol, İnzaghi, 25 maçta 20 gol, Trezeguet 24
maçta 20 gol gol. Son sayfada benim ismim vardı: “Zlatan İbrahimoviç, 25 maçta
5 gol.” Seni bu istatistiklerle satabileceğime inanıyor musun, ne o çok mu
güveniyorsun kendine, beni kapıdaki Porsche ve kolundaki kocaman saatinle mi
etkileyeceğini sandın. En iyi mi olmak istiyorsun yoksa şimdi kazandığından
sadece daha fazlasını kazanmak isteyen biri mi olmak istiyorsun? Ona “Dünyanın
en iyisi olmak istiyorum” dedim. Bana ‘Dünyanın en iyisi olursan para peşinden
gelir, sen paranın peşinden koşarsan hiçbir şey kazanamazsın. Benimle çalışmak
istiyorsan o arabayı ve saatlerini sat ve ne çalışıyorsan üç katı çalış. Çünkü
bu performansınla senden bir bok olmaz’ dedi ve gitti.”
Jorge Mendes’in menajerlik piyasasında
Jose Mourinho ve Cristiano Ronaldo ile çıktığı zirveye Zlatan İbrahimoviç ile
rakip olan Raiola, İsveçli santrforun İtalya, İspanya, tekrar İtalya, Fransa,
İngiltere ve ABD’de son bulan transfer operasyonlarında her zaman en yüksek
kontratları almayı başardı. Zlatan’nın Barcelona’daki bir sezonunun ardından
Guardiola ile Raiola arasında başlayan nefret ilişkisi ise hala sürüyor.
Nedved’den sonra onun sözünü dinlemeyen ise
bir taraftan liseye giderken Milan kalesini de koruyan Donnarruma oldu.
“Yeni kontrat imzalama” dediği genç kaleci taraftar baskısı yüzünden kulübünde
kalırken, Patrick Kluviert’ın armut dibine düşer oğlu Justin’i portföyüne katan
Raiola, geçtiğimiz aylarda Messi’den Katalanların belki de en çok üzerine
titrediği genç olan Xavi Simons’u ve ailesini de ikna etmeyi başardı, “Arıza”
Balotelli’ye ise hala inanmaya devam ediyor…
Hugo Boss takımların içinde fit
bedeniyle Jorge Mendes menajerliği iş adamlığı çizgisine taşırken, Haarlem
sokaklarında büyüyen, “garson” Mino Raiola, kot-tişört ve spor ayakkabıyla
esnaf kalmaya kararlı. O göbeğinden, göbeği de ondan memnun. O biraz Sopranos
karakteri gibi, İtalyan sonuçta işte… Pizzayı çatal bıçakla değil, dürüm yapıp
yiyenlerden. Sıfırdan gelip, yüz milyonlar kazanınca dost kadar çok düşman da
edinen, ağzı bozuk, hafif çatlak, küstah, yarı mafyatik, hukuk fakültesi
birinci sınıftan terk taşralı ama dünyayı fetheden bir İtalyan…
Sokakta Zeus gibi yürüyen Zlatan
İbrahimoviç, Pogba, Balotelli Zagor ise yanlarında yürüyen Mino Raiola da Çiko… (Socrates / Mayıs 2018)