20 Eylül 2018

Hangi Dele Alli


Kabul edelim eğlenceli bir iddiaydı. Tottenham’ın yıldızı Dele Alli’nin baş ve işaret parmağını kapatıp, üç parmağını ve avuç içini alnına dayadığı jesti ilk seferde herkes yapamadı. “Nasıl yapılır?” diye grafikler de hazırlandı, bütün dünya güldü, Dele Alli’yi tanımayan da kalmadı. Sonra Arjantin’de Nijerya asıllı bir futbolcu çıktı ve gerçeği anlattı, öğrenenlerin tadı kaçtı. Felix Orode, Dele Alli gibi Nijeryalı bir babanın oğluydu. İngiliz Milli Takımı’nda forma giyen Dele Alli ile özdeşleşen bu jestin Nijerya’daki bir trajedenin parçası olduğunu anlattı. “Ülkede askeri cunda, kadın, erkek çocuk herkese işkence yapar, gözlerini oyardı. O kampalardan sağlam çıkanlar bu jestle iyi olduklarını kendilerini bekleyen yakınlarına uzaktan anlatırlardı.”
Bamidele Jermaine Alli daha 22 yaşında. Nijerya formasını da giyebilirdi ama o doğup büyüdüğü İngiliz Milli Takımı’nı seçti. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen çok futbolcu var ama Dele Alli çok daha fazlasına göğüs germek zorunda kaldı. Babası o doğduğunda İngiltere’yi terk edip ABD’ye göç etti. Londra’nın 70 kilometre kuzeyinde Milton Keynes, 60’lı yılların sonunda ABD şehirleri model alınarak tasarlanmış bir şehirdi. Görenler oraya İngiliz şehri demezdi. Milyon Keynes güzeldi ama Dele Alli’nin gerçek bir ailesi hiçbir zaman olmadı. Alkolik annesi dört evlilik yaptı ve Alli dahil dört çocuğunun yanında olmadı. 9 yıl sonra onu alıp Nijerya’ya götüren ve iki yıl birlikte kalan babasını da annesini de hatırlamak istemiyor. Tottenham’da hocası Mauricio Pochettino, zor şartlarda ve duygunun olmadığı ortamda büyüyen Dele Alli’nin müthiş yeteneğinin çocuk yaşlarda yara aldığını düşünüyor ve oyuncusuyla sürekli sohbet edip ona güvenli bir dünyada olduğunu anlatıyor. Kariyerinin henüz başında olan Dele Alli’nin bugün piyasa değeri 100 milyon Euro…  Hayatta her şeyi olacak kadar da çok kazanıyor artık. Sokaklarında büyüdüğü Milton Keynes’e ise gitmek için sadece bir sebebi var: Onun himayesinde büyüyen üvey kardeşi ondan kendisine Tottenham forması ve eşofmanı getirmesini istiyor… Her hafta bir forma demek iki kardeşin sarılması demek..

Colin Kaepernick


Büyük sporcu olmanın zorluğu dalı ne olursa olsun en yetenekli olmak değil, en iyi olabilmek ve sonrasında hep iyi kalabilmek. Yetenek sizi bir kapıdan içeriye sokuyor sadece, sonrası adanmışlık, çok çalışmak. Yetmiyor bir zaman sonra çılgın kalabalıklar içinde zirveye doğru çıkarken yaşanan yalnızlıklar. Kariyer yönetimi, servet yönetimi ve elbette topluma örnek insan olma mecburiyeti… Hepsini başaranlar spor tarihinin sayfalarına adlarını efsane olarak yazdırıyorlar. Kimileri de hayata çalım atamıyor, düştüğü yerden kalkmıyor ve en önemlisi vazgeçiyor, işte o zaman o saf yeteneğinizle bir koltukta baş başa kalıyorsunuz.
Sporcular, çocuk genç herkese örnek olmalı ama onların hayat duruşlarını ifade ettiklerinde aldıkları bir cevap da var: “Sen topuna bak.” Bu, “Senin için futbol, basketbol, sen ne anlarsın politikadan, hayattan, edebiyattan” tavrı bir zaman sonra büyük yıldızların ego duvarlarında patlıyor. Elbette anlarlar ve anlıyorlar da. Hikayenin kahramanı da hayatı, yaşadığı ülkeyi ve özgürlüğü sorgulayanlardan: Colin Kaepernick
87 sonbaharında beyaz bir anne ve siyahi babanın oğlu olarak dünyaya gelen Colin için hayat emeklediği günlerden itibaren hep zordu. Annesi ona hamileyken babası evi terk etmiş, 19 yaşındaki annesi Heidi Russo da onu iki evlatlarını kayb4eden Kaepernick çiftine evlatlık vermişti. Colin’in hayat hikayesinde bu yıllar dünyaya bir rugbi oyuncusu olan siyahi sporcu Danny Wilson’un oğlu olarak dünyaya gelen ve çocuk yaşta yaşadığı ırkçı saldırılar sonrasında annesinin soyadı Giggs’i alan Manchester United’ın efsane futbolcusu Ryan Giggs’in hikayesiyle benzerlik taşır…
2011 yılından beri Amerikan Futbol Ligi’nde oynayan Colin Kaepernick iki yıl önce milli marş sırasında diz çökmüş ve bu protestosuyla ülkedeki siyahlara uygulanan polis şiddetine ve ırkçılığa dikkat çekmek istemişti. Başardı da. Son iki sezonda Amerikan futbolunun birçok yıldızı Trump hükümetini protesto etmek için benzer protestoyu yaptılar. ABD Başkanı, Amerikan Futbol Ligi yönetimine sert çıkmış ve bu oyuncuların kulüplerinden kovulmasını istemiş, marş sırasında da ayakta durma zorunluluğu getirilmesini istemişti. Trump’ın ilk istediği oldu. Colin Kaepernick takımsız kaldı. İkincisi ise, şartlı olarak kabul edildi, marşta ayakta durmak istemeyenler soyunma odasında bekleyecekti. NBA yıldızları LeBron James ve Kevin Durant, takımı şampiyon olduktan sonra Beyaz Saray’a gitmeyeceğini açıklayan Stephen Cury’e destek verdiklerinden aldıkları cevap, Colin Kaepernick’i haklı çıkartıyordu. Bir yorumcu onlar için “op sektirmek için yılda 100 milyon dolar ödenen birinden siyasi fikir istemek her zaman akılsızcadır." yorumunu yaptı ve "Sesinizi kesin ve top sürün” demişti..
Milyonlarda dolarlık kontratını yakan, şiddet ve ırkçılık karşıtı olduğu için yalnızlaştırılan Colin Kaepernick’e destek yağdığı kadar milliyetçi duyguları da zedelediği gerekçesiyle tepkiler vardı. Sonra beklenmeyen bir el uzandı. Spor endüstrisinin dev markalarından bir olan Nike, “Just do it” sloganının 30. yıl şerefine düzenlenen reklam kampanyasının yüzü olarak Colin Kaepernick’i seçtiğini açıkladı. Peki tercihi sebebi neydi? Onu da Nike'ın Başkan Yardımcısı Gino Fisanotti açıkladı: "Dünyanın ilerlemesine yardımcı olmak için sporun gücünden yararlanan Kaepernick'in kendi jenerasyonun en ilham verici sporcularından biri olduğuna inanıyoruz.”

Dünya şimdi üzerinde "Bir şeylere inanın. Bu, o şey uğruna her şeyi feda etmek anlamına gelse bile" yazan Colin Kaepernick’i konuşuyor… Birileri bundan sonra Nike’ın müşteri kaybedeceğini de söylüyor ama insanlık çoktan kazandı bile…


Zinedine Zidane



2013 Nisan’ında 3-0’ın rövanşında Türk Telekom Stadyumu’na çıkan Real Madrid 11’indeki tek İspanyol futbolcu kaleci Diego Lopez. O gece ikinci yarıda Mourinho’nun takımı 72. dakikada Drogba’nın golüyle 3-1 geriye düştüğünde  basın tribünündeki İspanyol gazetecilerin, turu geçseler bile muhasebesini yapacakları konu belliydi. Varane’dan Pepe’ye, Khedira’dan Mesut’a, Modric’den Ronaldo’ya, Angel de Maria’dan oyuna sonradan giren Gonzalo Higuain’e kadar bütün futbolcular Real Madrid’in seviyesi için tartışılmazdılar ama İspanyollar neredeydi? O gece Casillas, Arbeloa, Albiola, Callejon ve Morata’nın oturduğu Real Madrid kulübesi gün geldi başının çaresine bakmak için valizlerini toplayıp kulübeden ayrıldı ama “Madridismo”yu, “İspanyol” kulübü varlığını sorgulayan gazeteciler sonuda haklı çıktılar.
Luis Figo’yu Barcelona’dan alarak Los Galacticos dönemini başlatan Florentino Perez’in ikinci büyük bombasıydı Zinedine Zidane. O yaz tarihin en pahalı transferi olarak Madrid’in yolunu tutan Fransız 10 numara, ardından gelecek olan Ronaldo, David Beckham ve Michael Owen ile Perez’in Los Galacticos 1 posterinde yer aldılar. Real Madrid transferde fırtınalar estiren ama aynı zamanda kadrosunu da öğüten kulüptü. Milli Takımdan arkadaşı Claude Makalele’nin satılmasına bir futbolcu olarak ne kadar tepki verebilirdi ki Zinedine Zidane. Makelele’nin gidişi Beckham’ın gelişi için “İkinci kat boyayı çektiler ama motoru söktüler” dedi bir zaman sonra. Ruhu, bedeni, beyni ve ayakları 10, forması 5 numara Zidane, sonraları belgesel olarak yayınlanan Villarreal (3-3) maçıyla Santiago Bernabeu tribünlerine veda ettiğinde 2006 Dünya Kupası’nın başlamasına bir aydan az süre vardı. Olanı herkes biliyor, Materazzi’ye ya da hayata atılmış bir kafa, kaybedilen bir Dünya Kupası ve “Futbolun Bolşoy Balesi’ne cevabı” kartvizitli muhteşem bir kariyer…
Büyük futbolcular için dilemmadır. Kramponları astıktan sonra spot ışıklarından uzakta sessiz ve huzurlu bir hayat mı süreceksin? Roberto Baggio gibi. Ya da takım elbiseyi giyip çizgi kenarında bir zamanlar yaptıklarını sahadaki oyuncularından yapmasını isteyecek ve yapamadıklarında delirecek misin? Zinedine Zidane, Real Madrid’de Florentino Perez’in ikinci döneminde kulübün marka yüzü olarak VIP salonlarında boy gösterene kadar birinciyi tercih etmiş gibiydi. Oğulları Real Madrid alt yapısında olduğundan ne Marsilya’ya dönmüşler ne de Paris’te yeni bir hayata başlamışlardı. Kökeni Fransa olmayan bir adam ve ailesi için hayatını kazandığı ve mutlu olduğu Madrid en güzel şehirdi. Fransa’nın 2010 Dünya Kupası’nda yaşadığı bozgun sonrasında onu milli takımın başına yakıştıranların da hevesini kursağında bıraktı. Teknik direktörlük yapmaya niyeti yoktu. Jose Mourinho, Inter ile üçleme yapıp soluğu Madrid’de aldığında ondan takımın içinde ama unvansız olarak yer almasını istedi. Portekizli akıllı adamdı, soyunma odasında saygın bir karakter olan Zidane sorun olduğunda uzlaştırıcı olarak çözüm üretebilirdi. Bu da olmadı. Mourinho, Real Madrid’de Casillas ve Sergio Ramos ile kanlı bıçaklı olduğunda kimse Zidane’nın ağabey olarak devreye girdiğini göremedi. 2013 yılında Carlo Ancelotti’nin yardımcılığına yaparken o meşhur kareyi bütün futbolseverler hatırlar. İşlerin yolunda gitmediği bir maçta saha içine bağıran kendinden geçmiş Zidane‘ı “Çok biliyorsun sen yönet” bakışlarıyla izleyen Carlo Ancelotti. Futbolu bıraktıktan sekiz yıl sonra Real Madrid Castilla’nın başına geçmek, soromluluk almak bir inadın kırıldığı gündü. Haziran 2014’tü ve bir yıl önce bir röportajında “Başarısız olmaktan korkuyorum. Bu yüzden teknik adamlığa hazır değilim” diyen Zidane artık korkularıyla yüzleşmeye karar vermişti. Real Madrid Castilla günlerinden bir başarı hikayesi çıkmaz, “koskoca Zidane, alt yapıda çalışıyor” dan fazlası çıkmaz bize, zorlamayalım…
Rafael Benitez, uzun yıllar hayalini kurduğu Real Madrid teknik direktörlüğünde sadece altı ay kalabildi. Madrid derbisinde Casemiro’ya forma verdiği ve korkak futbol oynattığı için hedef tahtası olan İspanyol teknik adamın çalışma prensiplerini beğenmeyen soyunma odası da biletin kesilmesine yardımcı oldu. Florentino Perez’in sezon ortasında eli kolu bağlanmışken devreye Barça modeli girdi. Guardiola da Barça B’den A takımın başına geçmişti. Zidane da yapabilir miydi? Bugün geriye dönüp bakıldığında Perez’in stratejisi çok net belliydi. Ocak ayında aradığı büyük teknik adamlara ulaşılamıyordu ve Zidane gibi tecrübesiz bir teknik direktörü sezon sonunda kovarsa ne Marca ne de AS Gazetesi’nin ağır ağabeyleri bunun hesabını sormazdı.
Perez’in teknik adam prototipinin dışında biriydi Zidane. Hakemlerle, medyayla, rakiplerle kavga etmeyi sevmeyen, geçmişinde hocalık başarısı olmayan ve taktik şemayla fazla oynamayı sevmeyen bir apranti. Staj bitmişti ve Zidane  o çok iyi bildiği Santiago Bernabeu çimlerine çıktığında onu 10 yıl önce “Sihir için teşekkürler” pankartıyla uğurlayan 80 bin taraftar, liyakatına değil itibarına alkış tuttu.  Milano’da ilk Şampiyonlar Kupası’nı kazandırdığında Real Madrid bunu “11” diye okudu. Lig çoktan kopmuştu, Barça gevşeyince de ancak bir puanla ikinci sırada bitirebildiler. Ertesi sezon, Barça’nın 39 maçlık yenilmezlik rekorunu 40 maçla kırdıkları muazzam seri ve Real Madrid müzesine giden 33. Şampiyonluk kupası.
Burada sorulması gereken Zinedine Zidane, Real Madrid’de neyi değiştirdi? Başarı nasıl geldi?  Gareth Bale’in sakat olduğu dönemlerde Ronaldo-Benzema ile 4-4-2 oynamak dışında, 4-3-3’ten vazgeçmeyen Zidane’nın defans dörtlüsü de değişmedi. İkinci sezonunda France Football, Zidane’nın Real Madrid’de taktiksel bir devrime imza atmadığını yazarken haklıydı ama aynı zamanda da haksız. Bazen sorun taktik tabelada değil soyunma odasında maça hazırlanan futbolcularda olurdu. Zidane, efsane kartvizitiyle girdiği soyunma odasında ego şişkinliği yaratacak, takımı hazımsızlığa sürükleyecek kim varsa, sakin ve uzlaşmacı kimliğiyle problemleri başlamadan bitirdi. Geride kalan 2.5 yılda medyaya yansıyan ve onunla geçinemediği iddia edilen iki oyuncu oldu. Mesut’un yerine alınan James Rodrigues’e bu oyun planında yer yoktu ve forma giyemeyen Kolombiyalı’nın mutsuzluğuna 80 milyon Euro’luk maliyetine rağmen son verilip Bayern Münih’e yollandı. Isco, İspanyol medyasının göz bebeği olduğunda Real Madrid ne zaman sahaya Ronaldo-Benzema-Bale üçlüsüyle çıksa yokluğu sorgulanan adamdı. Zidane’nın Casemiro-Modric-Kroos üçlüsünü bozmak için deli olması gerekti. Dahi olmasa bile deli değildi bu adam. Isco bazen üvey evlat bazen evin en sevilen ufak çocuğu oldu. Bir önceki sezon “Arsenal’e gidiyor” manşetlerinin ardından kariyerinin en parlak dönemine imza attı ve Real Madrid’i Şubat-Mayıs arasında sırtladı. Çok fazla konuşmayı sevmeyen, sesini yükseltmeyen Zidane’ın karşısında sorularla polemik arayan Madrid medyası, kupalar arka arkaya gelmeye başlayınca Fransız’a kol kanat germeye başladılar. Juventus ve Liverpool ile oynanan finallerden alınan iki Şampiyonlar Ligi kupasıyla üçlemeyi tamamlayan Zinedine Zidane, beş gün sonra  iki yıl daha kontratı olmasına rağmen Real Madrid teknik direktörlüğünden istifa etti. Eden Hazard’ın transferine Başkan Perez’in hayır dediği ve kaleye de ısrarla Davide de Gea’yı alacağını söyleyen başkana “Navas ile devam edeceğim” diyen Zidane’nın bir akşam önce masadan “Çok biliyorsanız, buyurun siz yönetin” diyerek kalktığını iddia edenler de oldu ama sanki gerçek, Zidane’nın Real Madrid’i çok iyi tanımasında saklı…
Real Madrid’deki futbolculuk yıllarında, takımın yarısı sezon sonu gönderilecek korkusuyla yaşayanla dolu olan soyunma odasından ne yapılmaması gerektiğini öğrenerek çıktı Zidane. Onun patronluğunda Real Madrid flaş transferlere imza atmadı, ligin genç yeteneklerine yöneldiler, alt yapıdan oyuncular A takıma çıkartıldı. Real soyunma odasında özgüvenin yükselmesi kupalar kadar bu politikanın esiridir. Juventus rövanşında elense sezon sonunda 2.5 yıllık muhteşem performansa rağmen kovulacağını bilen Zidane bu kez Başkan Perez’den erken çekti tetiği. Onun kurşunuyla ölmek yerine kendini yaralayıp kenara çekildi. Teknik adamların kaderi, Kırmızı Pazartesi’deki Santiago Nasar’ın sonu gibidir. Herkes onların bir gün kovulacaklarını-öleceklerini- bilir ama kimse gidip söylemez, hayat öyle devam eder. Geçen sezon ligde fark yediği Barça’dan önümüzdeki sezon da olası bir farkı kaldıramayacak olan Zidane, üç kez arka arkaya kazanıp bir ilke imza attığı Şampiyonlar Ligi’nde de iki maç kaybetse sonunun ne olacağını farkındaydı. 17 yıldır tanıdığı Florentino Perez onun Real Madrid’de kellesini alacağına, o omuzlarda kulüpten gider, gün gelir Santiago Bernabeu’deki 80 bin taraftar ona ihtiyaç duyduğunda döner takımın başına geçerdi. Büyük dağcıları anlatan belgeseller, tırmanış ve zirve görüntüleriyle biter. Zinedine Zidane’nın 2.5 yıllık Real Madrid macerasının başlığı  “Zidane’nın yükselişi ve ...” olarak kalacak. Bazıları düşmeyi, bazıları düştüğünde tutulmayı sevmez. Bazıları da düşerse kimin tutacağını bilmez. Bazıları da düştüğünde yeniden nasıl ayağa kalkacağını… Çocukluğu göçmen, yetişkinliği gurbet olan bir adamın en tepedeyken yaşadığı tedirginlik ya da çaresizliktir belki de budur…

Kim Boğa Kim Matador


10 yıl önce İspanyol Milli Takımı’nı tarif et deseler bir eksik bir fazla futbolseverler için tanım belliydi: “La Liga’yı izlemek keyifli, Barcelona-Real Madrid rekabeti renkli ve özel ama Milli Takımı hiçbir zaman ‘kazanan’ bir kimliğe sahip olamadı.” Doğrudur çünkü iki büyük organizasyonda tek kupasını 1964 yılında ev sahipliği yaptığı Avrupa Şampiyonası’nda alan –ki kupaya 4 takım katılmıştı. (İspanya, Danimarka, Macaristan, Sovyetler Birliği)- “La Roja” bir daha podyuma çıkabilmek için 44 yıl bekledi ve o podyumdan da 8 yıl boyunca inmeyerek Madrid Barajas Havaalanı’na Euro 2008 ve Euro 2012 ve 2010 Dünya Kupası’nı taşıyan uçakla indi. O zaman sorulması gereken şu, İspanyollar hiç mi iyi jenerasyon yakalayamadılar, İtalya, Fransa ve Almanya her zaman çok daha mı iyiydi? Cevap hem evet hem de hayır… İspanya Ligi’nin son 30 yıllık röntgenini çekersek belki “evet ve hayır”ın üzerindeki gölgeyi biraz kaldırabiliriz. Geriye saralım filmi ve yine soralım. Kulüp düzeyinde İspanyollar 2000 öncesi ne yaptılar Avrupa’da? Franco dönemi sonrasında Fransa, İngiltere ve Almanya ile başlayan temasının futbol kısmında neden ihraç için 2000’lerin sonrasını beklediler? Şampiyon Kulüpler Kupası’nda 92’de Barcelona’nın Koeman’ın golüyle yıktığı Sampdoria ve 98’de Real Madrid’in Mijatovic ile devirdiği Real Madrid, yüzyıl bitirken memleketinden Valencia’yı yıkmış, toplam 3 kupa getirmişlerdi. “Akbaba Beşlisi” ile 80’lerin ikinci yarısına damga vuran Real Madrid’in üç UEFA Kupası’ndan sonra İspanyollar Valencia’nın kaldıracağı kupa için 18 yıl beklediler. İtalyanların rüzgarının estiği yıllardı 90’lar... En iyi lig Serie A, en parlak yıldızlar Çizme takımlarındaydı. Kulüp bazında başarısı tartışılan bir ülke nasıl Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası kazanabilirdi ki? Futbol bu belki de 2008’i beklemeyebilir, İtalyanlar gibi hakem kıyımı uğradıkları 2002 Dünya Kupası’nda da final görebilirlerdi, futbol bu… İspanyolların 80 ve 90’larda da yetenekli futbolcular vardı ama kırılgandılar, İtalyanlar çok sert, İngilizler çok fizikli, Almanlar ise ikisinin karışımıydı. İnceliğin ve güzelliğin kazanabilmesi için başka bir formüle ihtiyaç vardı, bir de uzun zamana. Çöktüğünü inandıkları alt yapıları 2000’de revize eden ve sonunda 2014 Dünya Kupası’nı kazanan Almanlardan 10-12 yıl önce bu değişimi Cruyff ile yaptılar. Barselona şehrinde en son ne zaman milli maç oynandığını kimse hatırlamaz ama Katalan kulübünün La Masia hamlesi 2008’den sonraki 10 yılın meyvelerinin fidesiydi o günlerde…
İspanyollar eleme gruplarında zorlanmaz, turnuvalara güle oynaya gelir ama sonunda uçağa binip erkenden evlerine dönerlerdi. 90 Dünya Kupası’nda gruptan çıkıp dönemin iyi kadrosuna sahip Yugoslavya’ya çarpıldılar. 2 yıl sonra Euro 1992’de grupta Fransa ve Çeklerin arkasında kalıp uçağa bindiler. 1994’de Luis Enrique’nin yüzünü dağıtan Tassotti’nin İtalya’sı finale yürürken, “La Roja” Madrid’e dönmüştü bile. “Futbolun eve döndüğü” 96’da ev sahibi İngilizlere penaltılarla çeyrek finalde kaybettiler. Miguel Munoz, Luis Suarez ve Javier Clemente gibi tecrübeli hocalardan kim gelse aynı hüsran yaşanıyordu. Clemente ile gittikleri ikinci Dünya Kupası, 98 Fransa’da kaleci Zubizarreta takımı yaktı, 3-2 Nijerya’ya kaybettiler. Deli kalecilerden Chilavert golsüz maçta Paraguay kalesinde devleşti, Bulgarlara 6 gol yetmedi ve istikamet yine Madrid... 84’de olan 2000’de de oldu. Fransızlar, İspanyolların baş belasıydı, teknik adam değişmiş Jose Antonio Camacho göreve gelmişti ama Zidane ve arkadaşları fazla iyiydi. 2002’de Güney Kore maçında hakemin katlettiği maçta penaltılarla kaybederken haklıydılar ama mağluptular. Euro 2004’te gruplarındaki Portekiz ve Yunanistan sürpriz bir şekilde finale yürürken İspanyollar, Ruslarla birlikte yine medyasına “Bu milli takımdan bir şey olmaz” dedirtti. Dönemin en büyük golcüsü Raul o yıllarda “Milli Takım neden başarısız?” sorusuna basit bir yanıt vermişti: “Bizde milli takımın hiçbir maçı, El Clasico’dan önemli olmadı ki?” Raul haklıydı, İspanyollar otonom yapıları nedeniyle tek yürek olamıyorlardı. Sonraları İspanyol sinemasına da (Bomb Scared/2017) ilham veren bu İspanyol Milli Takımı’nın rakibini tutma tercihi, 2006 sonrasında son bulmasa da “La Roja’nın, kırmızı formanın arkasındaki destek arttı. Basklılar ve Katalanlar için İspanyol Milli Takımı karşı karşıya gelmeleri gereken bir rakipti ama o dönem Cruyff’un akademisinden yetişme Barcelonalı oyuncuların milli takım içinde çoğalması, “Formayı tutmasak da oyuncularımızı tutalım” fikrini getirdi. 2006 Dünya Kupası’na Luis Aragones ile gittiler. Kabusları yine Fransa oldu ama Puyol, Xavi, İniesta, Ramos, Casillas, Torres’li kadro umut vadediyordu. Rijkaard’lı Barcelona, Capello ve Schuster’li Real Madrid’in Euro 2008’deki başarıda payı büyüktür. İyi bir Rusya’yı hem grupta hem de yarı finalde deviren “La Roja”, Viyana’da Almanları Fernando Torres’in golüyle yıktığında İspanyollar artık milli takımın da kazanabildiğiyle yüzleştiler. Sevilla’nın 3 Avrupa Ligi Kupası, iyi bir Valencia, Barcelona’nın domine etmeye başladığı 2005-2010 arası işte... Ortada olmayan tek kulüp Atletico Madrid’in efsane hocası Luis Aragones ile katkı yaptığı milli takım 2010’da Güney Afrika’ya favorilerden biri olarak gitti. Artık sert çocuklar olmayı başarmışlardı. Casillas, Pique, Puyol, Capdevila, Ramos, Busquets, Alanso, Pedro, İniesta, Xavi ve David Villa ile arka mahalleye kavgaya gider misiniz? Ben giderim, “Iniesta’ya sen biraz geride dur” da derim ama… Çünkü ona finalde ihtiyaç vardı. 8 gol atıp sadece 2 gol yiyerek Dünya Kupası’nı kazanan İspanyollar, finalde Hollanda karşısında sertliğe sertlikle cevap verdiler, Vicente Del Bosque yönetiminde podyuma çıktılar. Euro 2012’de değişen sadece sağ ve sol bekti. İtalyanları 4-0 ile sahadan süpürdükleri final sonrasında 1930 yılından bu yana 3 büyük turnuvayı kazanan ilk takım oldular. Futbolda en üst seviyede bir milli takımla 6 yıl kalabilmek zor iş. Almanların bu dönemde iyi kadrolarıyla iş yapabilmeleri için daha pişmeleri gerekiyormuş ama İspanyollar en iyi zamanlarında futbolun o bilinmezliğine çarpıldılar. 2010 finalinin rövanşında Hollanda, grupta İspanya’yı 5-1 ile ezdi geçti yetmedi Şili 2-0 ile “La Roja”yı uçağa bindirdi. O gün Marca gazetesi koca sahada tek başına yürüyüp giden Iniesta’nın fotoğrafının üzerine şaşkınlık ve üzüntü karışık “The End” manşetini atmıştı. 2016 Fransa’da bizim de olduğumuz gruptan rahat çıktılar ama İtalyanlar, dört yıl önce finalde yedikleri 4 golün hesabını son 16’da 2-0 ile kapattılar. Artık değişim zamanıydı, Vicente del Bosque emekliye ayrıldı. Barça’yı uçuran Pep Guardiola ve Luis Enrique’nin milli takım hocalığı hayalleri yoktu. Atletico Madrid bir Arjantinli Diego Simeone ile küllerinden doğmuş, Valencia teknik adamları bozuk para gibi harcar olmuştu. Bu kez görev sırası bir Basklı’daydı. Julen Lopetegui’nin teknik adamlık kariyeri Porto’daki iki sezon dışında İspanyol genç milli takımlarındaydı. 2003’de asistan olarak başladığı “La Roja” kariyerinde bugün Rusya’ya giden kadrosunun gençlerini seçen, yakın tanıma fırsatı bulan ve onlarla 2010-2014 arasında U19-U20-U21 takımlarında çalışan isimdi. Parlak olmayan bir kalecilik kariyerinin ardından Lopetegui, Avrupa’daki yeni jenerasyon teknik adamlar arasında oyuna bakış açısıyla sivrilmiş bir isimdi. Rusya kafilesinde Marcos Alonso ve Morata olmalıydı mı? Ya da bu sezon bir Dünya Kupası görecek kadar büyük futbol oynayan Parejo ve Illarramendi’ye ayıp değil ama yazık mı oldu? Sonuçta kadro 23 kişi…
2016’nin “The End” kadrosunun omurgası (Casillas, Xavi, David Villa) Rusya’da yok. Lopetegui, Dünya Kupası eleme grubuna başlarken çağırdığı 10 yeni ismi finallere götürüyor. Barça ise sonuna gelen kuşağından Pique, Busquests, Iniesta ile katkı verecek bir de Jordi Alba. 1962 Dünya Kupası’na Helenio Herrera 6 Real Madridli oyuncuyu (Di Stefano, Puskas, Gento, Santamaria, Del Sol, Araquistain) götürmüştü, o kadar 5 Şampiyon Kulüpler Kupası’nın baş aktörleriydi. 66 yıl sonra Real Madrid ilk kez 6 oyuncuyla finallerde ve bu takım  Şampiyonlar Ligi’ni son yıllarda domine eden kadro...
Son söz, “Kaybedenler Kulübü” yıllarında İspanyol Milli Takımı ne paella ne de tapaslar kadar meşhur olamadı. Geleneksel şefleri bilirsiniz, fırında uzun saat pişen yemekler, fazla sosa bulanmayan odun ateşinde pişmiş deniz ürünleri, çok lezzetli ama bir zaman sonra herkesin taklit edeceği menüler… Katalan şef Ferran Adria bu yönüyle Cruyff’a benzer işte. Ona moleküler gastronominin babası derler ama o kendini dekonstrüktif mutfağın temsilcisi sayar. Bildiğin bir tadı sana farklı bir sunumla önüne getiren, yıkan, yakan, baştan yaratan bir şef. Cruyff da o da Barcelona’da “yaptılar” ve gün geldi kepenkleri indirdiler. Luis Aragones ve Vicente Del Bosque’nin tika- taka’nın varlığını yok saymayan yapılarıyla San Sebastian’da fırtınalar estiren ve İspanyol mutfağını yeni baştan yaratan Juan Mari Arzak gibiydiler. Bugün takımın başında Rusya’ya giden Lopetegui ise DiverXO restoranlarıyla fırtınalar estiren şef David Munoz’dan başkası değil…
İspanyollar arenalara gittiklerinde matadoru tutarlar, İspanyol olmayanlar ise boğayı.. Uzun yıllar kim matador, kim boğa belli değildi bu ülkede; belki de kazanırken ya da kaybederken hepsi bu yüzden… (Socrates / Haziran 2018) 

Çiko Mino Raiolo


Karşılıklı iki dükkandı Beşiktaş Çarşı’da. Müşteri derdi olmayan dolup doşan dükkanlar. Asım Usta döneri keserken selamını eksik etmez, öyle de devam ediyor. Karşısında Pando Şeştakof… Rakip değildiler. Kaymakçı Pando’ya sabah kahvaltıya gidilirdi, dükkanı hep eski kaldı, yokluktan değil ama. Müşterinin suratına bakmayan, dayak atar gibi servis yapan huysuz bir ihtiyardı Pando Bey. İki yabancı dergi yazdı diye trend delileri dükkanı doldurdu, kaymak üstü dayağı yiyip çıktılar, çok mutluydular… Pando Bey’i geçen ay kaybettik, Asım Usta’ya uzun ömür…
Büyük bir kitapçıda kaybolmak mı istersiniz, ufak bir kitapçının her şeyi okumuş gibi duran sahibinden sevdiğiniz yazar ya da türe dair yeni tavsiyeler duymayı mı? Müdavimi olunan mekanlar size sadece yiyecek ve içecek mi satar, karnınız her yerde doyar da ruhun ihtiyacı hürmeti, iki lafın belini kırmayı, barmenin adını bilmeyi, garsonun tekten yatan kuponunu, gözününüz önünde boy atıp büyüyen komiyi ne yapacağız peki? Esnaflık çokça insan bağlama sanatıdır. Kimi sattığı kumaşla, kimi pişirdiği kuru fasulyeyle, kimi de içine muhabbet kattığı kahveyle... Futbolcu menajerliği de dükkansız insan bağlama müessesesi işte. Yerin yurdun, bir ofisin olsa da, tezgahı açtığın yerler beş yıldızlı otellerin lobileri, kulüplerin gösterişli toplantı salonları… Yeteneğine güvendiği bir futbolcuyu menajerlik şirketine bağlayabilmek için o genç insana gerekli güven duygusunu kelimelere döken adamların bir sonraki perde de oyuncularına maksimum kontrat almaya çalışırken kulüp başkanlarıyla oynadıkları kanlı poker elleri…
Raul’un menajerini hatırlar mısınız? Maldini ya da Totti’ninkini? Kariyerlerini bir kulüpte geçirmiş, olmadı bir transfer yapmış futbolcuların menajerlerini kim tanır ki! Pini Zahavi, Kia Çorapçıyan, Jorge Mendes ve Mino Raiola’yı ise her futbolsever bilir.  Futbol ekonomisinde taşları yerinden oynatan, o taşları suda kaydıran, batıran da çıkartan da bu adamlardır. Onlardan birinin çocukluğunu gidelim.  İtalya’da ufak bir kasabada, Nocera Inferiore’de doğan Mino Raiola’nın çocukluğuna…
Sene 1968. Babası Mario direksiyonda, annesi Annunziata’nın kucağında 1900 km öteye giden bir yaşındaki çocuk yıllar sonra futbol tarihinin rekor transferlerine imza atacak ama kendi hayatının en büyük transferini yaptığından elbette habersizdi. İtalyanların parayı bulmak için göç etmek zorunda oldukları yıllar.  Haarlem’e yerleştiklerinde Raiola Ailesi ilk akla geleni yaptılar. Napoli adında bir pizza restoranı açtılar. Futbol dünyası onu Mino diye bilir ama doğrusu Carmine ile devam edelim. Esnaf babasının yanında mutfakta büyüyen Carmine, restoranda garsonluk yapmaya başladığında 13, kasayı teslim aldığında ise 16 yaşındaydı. “Hayatımın en güzel yıllarıydı” dediği günleri yıllar sonra kendisinden nefret eden kulüp yönetimleri mızrak niyetine kullanacak “Garson işte” diyerek yedikleri kazıkların hesapta öcünü alacaklardı. İtalya’ya mal satan-alan işadamları bir zaman sonra işi büyütüp lüks bir İtalyan restoranı açan Mario Raiola’nın dükkanının müdavimi oldular. Carmine Raiola, insan tanımayı, iş bitirmeyi o günlerde öğrendi. Sonraları üstüne beş dil daha öğrenecekti ama İtalyanca-Hollandaca ve bir telefon ona yetiyordu. Sorun çözen, ticarette tıkanıklığı gideren çocuktu o. Haarlem kulübünün alt yapısında futbolcu olmaya hayalleri berbat bir kalecilik performansıyla son buldu. Restorana her Cuma akşamı gelen Haarlem kulübü başkanına “Sen futboldan anlamıyorsun” diyerek sabrını test etti ve adam bir gün “Çok biliyorsan gel çalış” deyince de işi kaptı. Carmine önce alt yapı sorumlusu ardından sportif direktör oldu ama bu da bir ısınma koşusuydu. Menajerlik ve sinema denildiğinde akla ne gelir? Tom Cruise’lu Jerry Maguire. İlk şirketini isim verirken pek yaratıcı değildi, “Maguire Tax and Legal” bir zaman sonra yerini Monte Carlo merkezli “Sportman”e bıraktı…
Ona menajerlik mesleğinde yüksek atlatan, depar attıran ise Hollanda Profesyonel Futbolcular Sendikası ile yaptığı anlaşma oldu. Mino Raiola, Hollandalı futbolcuların yurtdışına transferlerinde tek temsilciydi artık. Bu tekeli sonuna kadar da kullandı. Bergkamp’ı Napoli daha fazla para vermesine rağmen Inter’e götürdü. İtalya Serie A’da büyük patronların olduğu, milyonların havada uçuştuğu, Çizme futbolunun Avrupa’da bir numara olduğu yıllar… Otuzlu yaşlarının başında en fiyakalı transferlerinden birine imza atıp kartvizitini güçlendirdi. Çeklerin Pal Sokağı Çocukları romanından kopmuş da gelmiş o en yetenekli adamı Pavel Nedved’i Lazio’ya getirdi.
Raiola, menajerlik mesleğine yeni bir bakış açısı getirdiğini söyler her röportajında. Eski kuşak menajerlerin kulüplerin emrinde olduğunu ve kendisi için önce futbolcunun kariyerinin önde olduğunun altını çizer. Her yeni kontrattan yüzde 10 (Pogba’da yüzde 25) komisyon alan İtalyan futbol simsarı için armaya sadakat profesyonel futbol dünyasında en gereksiz romantizmdir. Çalıştığı onca futbol arasında onun sözüne uymayan adam da Zidane gidince Juventus’a gelen Pavel Nedved... 2003 Aralık ayında France Football’dan yılın futbolcusu ödülünü aldığında “Futbolu yakın bir geleceke bırakacağım” diyen Çek efsaneye “Benimle çalıştığın sürece daha çok uzun yıllar oynarsın” diyen ve yıllar boyunca onu Inter’e götürmek isteyen Raiola, şike yüzünden küme düşmüş Juventus’tan bir türlü koparamadı Nedved’i. O inat da yıllar sonra Raiola’ya para kazandırmadı değil! Agnelli Ailesi’nin patronajındaki Juventus’un yönetimine giren Nedved’in Raiola ile ilişkisi sayesinde Pogba sıfır bonservisle siyah beyazlı kulübü imza attı. Kontrata “Satışından yüzde 25 alırım” diyen Raiola, Fransız orta sahayı 100 milyona eski kulübü Manchester United’a satarken elbette ki ellerini ovuşturuyor, ondan nefret ettiğini söyleyen Sir Alex Ferguson da evinde muhtemelen saçını başını yolluyordu…
Paris Saint Germain’e Zlatan İbrahimoviç’i götürdüğünde “Paris’e gelenlere Mona Lisa’dan daha iyi eser görmelerini sağladım” diyen Raiola, İsveçli santrforu karşısında oturttuğunda Zlatan daha 22 yaşındaydı ve Ajax forması giyiyordu. O günü Zlatan’dan dinleyelim: “Porsche’yi otoparka bıraktım, kolumda altın saat, üzerimde Gucci’den deri mont, büyük bir özgüvenle restorandan içeriye girdim, rezerve ettiği masaya oturdum. Benden daha büyük saati olan havalı bir adam bekliyordum.  Nike tişört giymiş, ayağında spor ayakkab,ı göbekli bir herif oturdu masaya. ‘Kim lan bu şam şeytanı’ dedim kendi kendime. İnsan sushi, karides ızgara vs. söyler di mi, bu adam ortaya karışık bir yemek söyledi, temiz 5 kişilik ve hepsini silip süpürdükten sonra çantasından bir dosya çıkardı. Vieri, 27 maçta 24 gol, İnzaghi, 25 maçta 20 gol, Trezeguet 24 maçta 20 gol gol. Son sayfada benim ismim vardı: “Zlatan İbrahimoviç, 25 maçta 5 gol.” Seni bu istatistiklerle satabileceğime inanıyor musun, ne o çok mu güveniyorsun kendine, beni kapıdaki Porsche ve kolundaki kocaman saatinle mi etkileyeceğini sandın. En iyi mi olmak istiyorsun yoksa şimdi kazandığından sadece daha fazlasını kazanmak isteyen biri mi olmak istiyorsun? Ona “Dünyanın en iyisi olmak istiyorum” dedim. Bana ‘Dünyanın en iyisi olursan para peşinden gelir, sen paranın peşinden koşarsan hiçbir şey kazanamazsın. Benimle çalışmak istiyorsan o arabayı ve saatlerini sat ve ne çalışıyorsan üç katı çalış. Çünkü bu performansınla senden bir bok olmaz’ dedi ve gitti.”
Jorge Mendes’in menajerlik piyasasında Jose Mourinho ve Cristiano Ronaldo ile çıktığı zirveye Zlatan İbrahimoviç ile rakip olan Raiola, İsveçli santrforun İtalya, İspanya, tekrar İtalya, Fransa, İngiltere ve ABD’de son bulan transfer operasyonlarında her zaman en yüksek kontratları almayı başardı. Zlatan’nın Barcelona’daki bir sezonunun ardından Guardiola ile Raiola arasında başlayan nefret ilişkisi ise hala sürüyor. Nedved’den sonra onun sözünü dinlemeyen ise  bir taraftan liseye giderken Milan kalesini de koruyan Donnarruma oldu. “Yeni kontrat imzalama” dediği genç kaleci taraftar baskısı yüzünden kulübünde kalırken, Patrick Kluviert’ın armut dibine düşer oğlu Justin’i portföyüne katan Raiola, geçtiğimiz aylarda Messi’den Katalanların belki de en çok üzerine titrediği genç olan Xavi Simons’u ve ailesini de ikna etmeyi başardı, “Arıza” Balotelli’ye ise hala inanmaya devam ediyor…
Hugo Boss takımların içinde fit bedeniyle Jorge Mendes menajerliği iş adamlığı çizgisine taşırken, Haarlem sokaklarında büyüyen, “garson” Mino Raiola, kot-tişört ve spor ayakkabıyla esnaf kalmaya kararlı. O göbeğinden, göbeği de ondan memnun. O biraz Sopranos karakteri gibi, İtalyan sonuçta işte… Pizzayı çatal bıçakla değil, dürüm yapıp yiyenlerden. Sıfırdan gelip, yüz milyonlar kazanınca dost kadar çok düşman da edinen, ağzı bozuk, hafif çatlak, küstah, yarı mafyatik, hukuk fakültesi birinci sınıftan terk taşralı ama dünyayı fetheden bir İtalyan…
Sokakta Zeus gibi yürüyen Zlatan İbrahimoviç, Pogba, Balotelli Zagor ise yanlarında yürüyen Mino Raiola da Çiko… (Socrates / Mayıs 2018)