2013 yazının sonlarına doğru Sussex bölgesinin sakin bir
yerleşimi olan Seaford’da, düzenli bir dairenin oturma odasına tıkılmış
durumdaydık. Jack ve Moira Mansell yirmi yıldan fazla bir süredir İngiltere’nin
güney kıyısında emeklilik hayatını sürdürüyorlardı. Geçmişi düşününce, Jack’in
1974-1975 sezonunda Galatasaray’ı çalıştırdığını ilk kez nerede okuduğumu
hatırlayamıyorum. Otobüs güzergâhımın üzerinde yaşadığını nasıl keşfettiğimi de
hatırlayamıyorum. Akşam trafiğinin içinden sıyrılmak için acele etsem de biraz
geç kalmıştım; fakat birkaç gün önceki telefon konuşmamızda olduğu gibi kapıyı
açan Moira canayakındı. Zamanda geri gidebilsem işten o kadar geç çıkmamış olmayı
dilerdim; ama ben mütemadiyen çok yavaştım.
Kapıdan ilk girdiğinizde önceden ne olduğuna veya nasıl
yaşadıklarına dair hiçbir ipucu bulamazdınız. Onların neredeyse çeyrek
yüzyıllık zamanda, üç farklı kıtada yedi farklı ülkede takım çalıştırdığı sonradan
anlaşılırdı. Onlar konuştuğunda, nereye giderlerse gitsinler görevi hep beraber
üstlendiklerini, her zaman “birlikte” başardıkları anlaşılıyordu. Jack için bir
ses kaydedici ve karmakarışık sorular hazırlamıştım yine de işler beklediğimden
farklı şekilde sonuçlandı. Kuşkusuz futbol üzerine konuştuk fakat konuşmanın
büyük bölümü İstanbul’daki hayatları üzerineydi. En büyüleyici ve en esrarengiz
şehirlerden biri olan İstanbul.
Ailesinin kökleri ülkenin kuzeybatısındaki Lancashire’a
uzansa da, futbolcu olarak Jack Mansell kariyerinin büyük çoğunluğunu güney
kıyısında geçirmişti, önce Brighton & Hove Albion ve sonra Portsmouth
takımlarıyla. Brighton’daki ilk yıllarında antrenörlüğe ilk adımlarını atmış,
federasyonun Lilleshall’daki yaz kurslarına katılmıştı. Antrenörlük Direktörü
olarak federasyondaki yeni görevini sürdüren Walter Winterbottom tarafından
düzenlenen kursların amacı antrenörlük kavramını cesaretlendirmek ve gelişimini
sağlamaktı. Ayrıca katılımcılara federasyon nişanı elde etme imkanını sağlıyordu.
Zaman içerisinde Winterbottom, sadece kursları yürütmekle kalmayacak aynı
zamanda dünya çapında organizasyonu temsil edecek federasyona bağlı eğitmenlerden
oluşan bir yapı kuracaktı.
Brighton’dayken, Jack şehrin gençlerini eğitmek üzere
okulunu açmıştı. Oyuncuyken çoğu zaman antrenmanlardan sonra takım
arkadaşlarıyla çalışırdı ve yönetmek onun için olağan bir kademe olarak
gözüküyordu. “Futbol oynarken, bu yapmaktan zevk aldığım bir şeydi. Bunu
amaçlamadım, kendiliğinden gelişti” diye anlatmıştı. Apandisit sebebiyle
futbola erken veda etmişti, sonrasında yarı profesyonel Eastbourne United ile
Metropolitan Ligi’nde oyuncu-menajerlik görevini kabul etmişti. İki çocuk
sahibi olarak ailesiyle beraber Sussex’e geri taşındılar.
Konuşmanın bir yerinde Moira federasyondan yurtdışındaki
uygun iş imkânlarını istediklerini hatırlamış gibi gözüktü. O devirde dünya üzerindeki
tüm ülkelerden takımlar İngiltere Futbol Federasyonu’ndan antrenörlük ve
menajer bulma konularında yardım istiyordu. Jack’in denizaşırı antrenörlük
deneyimi evvelden vardı, önceki sezonlarda Güney Afrika ve Bermuda’yı ziyaret
etmişti. İtibarlı bir antrenör olarak artık bu tecrübelerinden faydalanmalıydı.
“O zamanlar fazlasıyla maceraperesttik” demişti Jack “Söz konusu şeye bakar ve
ilgimizi çekerse ona giderdik”. Bu macera ruhu Hollanda, Birleşik Devletler ve
Yunanistan’da geçen zamanlar sağlamış, arada Rotherham United ve Reading
sorumlulukları alınmıştı. “Aşağı yukarı otuz yedi kez taşındık” demişti Moira
gülümseyerek; bir yandan gazete kupürlerine hızlı hızlı göz atarken. “Yerleşik
hayata alışkın değilim”.
1974 sezonun sonuna gelirken, onunla Türkiye’deki bir iş
hakkında temasa geçen Antrenörlük Direktörü Alan Wade olmuştu. Yunanistan’da
geçirdiği tecrübesini dikkate alan Federasyon’un, Galatasaray’dan gelen
antrenör adayı ricası için onu öne sürdüğünü anımsıyor. “İngiltere Futbol
Federasyonu tarafından önerilmek son derece önemliydi” dedi ve yüzündeki
gülümsemeyle ekledi “iyi veya kötü olmanız fark etmez”. Başka bir İngiliz ve
Salford’dan arkadaşı Brian Birch’in dört yıllık başarılı bir dönem sonunda
görev süresi uzatılmamıştı. O zamanlar bile Galatasaray antrenörü için hayati
önem taşıyan Fenerbahçe derbisini ligin sonlarına doğru kaybetmesi buna yol
açmıştı. Ne Jack ne de Moira’nın iş görüşmesi sürecini hatırlamadıkları
öğrenince üzüldüm. Moira resmi bir görüşmenin olup olmadığını bile merak
ederken Jack olması gerektiğine kanaat getiriyordu. Hatıralarında yer
etmediğine göre önemli bir durum olmamıştı.
Kısaca çocukları hakkında sorular sordum. 60’ların sonunda
maaile Hollanda’ya ve sonra Boston’a gitmişti, iki çocukları Steve ve Nick ve
yanlarında kedileriyle. Büyük evlat Steve, üniversiteyi kazanınca Reading
görevi için Jack ile gelmeyip ABD’de kalmıştı. Küçük Nick, sonraki denizaşırı
taşınmalarda Yunanistan’a kadar gelmişti, fakat o da Lancing College’a yatılı
öğrenci olunca ebeveynleriyle İstanbul’a gelmedi.
Çiftimiz, geleneksel Doğu ruhuna karşılık emekleyen Batı
modernliği arasındaki değişim sürecinin ortasındaki şehre varmıştı. Ben bunları
yazdığım sırada, ulusal bir haberde akademist John McManus “Türk hayatındaki
başlıca çelişki”yi güzelce tasvir etmişti; uygarlık ve refah timsali ve her
şartta ulaşılması gereken Avrupa ve diğer yandan “kültürü, siyaseti ve dini
farklı” ve güvenilmez. Avrupa etkisinin örneği olarak şüpheli görülmüş; kulüp
Mansell ailesini yeni İstanbul’un ışık saçan sembolü Hilton Hotel’de ağırlamayı
uygun bulmuştu. Roman yazarı Orhan Pamuk bu dönemde batılı yeniliklerin ilk kez
otelde görüldüğünü anlatmıştı. Adı hamburger olan harika şeyin ilk tadına
bakmasını ve annesinin evde kullandıkları çamaşır kurutma makinesini. Birçok
gazete buraya görevli bir muhabir atamıştı. Moira otelde kalmanın harika bir
şey olduğunu düşünüyordu ve kulüp onlara kendilerine ait bir daire bulduğu
zaman üzüldüğünü hatırlayınca kahkahasını tutamadı.
Hilton’u geride bıraktığımızda, İstanbul geleneklerin ağır
bastığı, geniş ölçüde fakir bir şehirdi. Türkiye Cumhuriyeti laik olsa da ülke
İslam dininin gerekliliklerine göre yaşıyordu. Batılı ziyaretçilerin nazarında
İslam adetleri her yerdeydi; eski camiler birbirine geçmiş çatıların uyumunu
bozuyor, minareler göğe doğru uzanıyordu. Ezan sesleri şehrin telaşına
karışıyordu. Kurban bayramı süresince, fakirinden en zenginine şehrin her
mahallesinde binlerce koyun kurban edilmişti. Pamuk, kaldırım taşlarının kanla
kaplandığı İstanbul’u bir mezbahayla mukayese ederek tarif etmişti. Ekonomik
açıdan, 1960’dan itibaren İstanbul hızlı bir sanayileşme hareketi başlatmış,
diğer büyük şehirler gibi Anadolu’dan gelen işçilere ait gecekondulardan oluşan
kasabalarla çevrilmişti. Dükkânlardaki yiyecek kıtlığını gören Moira yıldırım
çarpmışa dönmüş ve ikisi de özellikle Taksim Meydanı etrafındaki sokakları
dolduran dilencileri görünce şok olmuşlardı. Jack, İstanbul’u tarif ederken
istemeden de olsa futbola benzetiyordu, şehir iki yarı sahadan oluşuyordu, para
ve ciddi fakirlik.
Çiftin şehre varışında birkaç hafta sonra, 1974 yılının
temmuz ayında Türkiye, Yunanistan destekli hükümet darbesine cevaben Kıbrıs’a
asker çıkarmıştı. İstanbul’daki gergin atmosfer akıllarına geliyor ve Moira
özellikle harekât öncesi akşam şehirde yapılması emredilen karartmaları
anımsıyor. Krizin büyümesinden ve çatışmalar çıkmasından çoğu kesim korkuyordu.
O dönemlerde siyasi şiddet şehrin sokaklarına yabancı bir şey değildi, 1971 ve
1980’de asker botları hüküm sürmüştü. Diğer taraftan Yunan birlikleri sınıra
intikal ediyor ve Ege Denizi’nin doğusunda donanma konuşlanıyordu. Felakete
doğru gidişat hissedilebiliyordu. Kaderin cilvesi, Jack önceki sene,
Papadopoulos’un makamından düştüğü dönemde Yunanistan’da takım çalıştırmıştı.
Dört yıl sonra İsrail’de, Lübnan işgali sırasında çalışacaklardı. Krizler onların
gelişiyle çıkıyor gibiydi; Jack Reading’de bir arkadaşıyla bu konu üzerinde
şakalaştığını hatırlıyor. Arkadaşı, çiftin eve geri dönüşü sonrası Birleşik
Krallık’ta çıkacak olası bir krize karşı hazırlık yapmaya başlamıştı.
Sahada işler daha kolay başlamıştı. Kulüp iç saha maçlarını
o dönemde İnönü Stadı’nda oynuyor, stadı şehirdeki rakipleri Fenerbahçe ve
Beşiktaş ile paylaşıyordu. Jack tesisleri görmeye götürülmüştü, kocaman bir kâseye
benzeyen tozlu derinliklere sahip bir kum sahası. Yardımcısı olarak, kulüp
Jack’in yanına Tamer Kaptan’ı tahsis etmişti; Kaptan arkadaş canlısı ve
İngilizce konuşabilen eski bir Kasımpaşa futbolcusuydu. Teknik direktör
yardımcısı olarak sorumlulukları takımdaki sorunları çözmek ve maçlardan sonra
basına hitap etmek ile saha dışı sorunları futbol şube sorumlusuna aktarmaktı.
Bu görevde Metin Oktay bulunuyordu, Galatasaray tarihinin önemli şahsiyeti altı
kez gol kralı olmuştu. 1991’de bir araba kazasında vefat eden Taçsız Kral’ın
kariyerindeki 642 gollük rekor hala kırılamamış durumda. İsmi kulübün antrenman
tesislerini onurlandırıyor.
Jack’e yabancı ülkelerdeki görevine yaklaşımını sorduğumda
ilkeleri kolay anlaşılırdı. O her zaman futbolcularla başlardı. Takım kurmak
için kesinlikle teknik kabiliyetin değerlendirilmesi gerekirdi ve keza “oyuncunun
sahip olduğu özellikler” ile de ilgilenilmesi gerekirdi. Tecrübeyle sabit
olarak “bir futbolcuyu izlerken oyuncunun özellikleri bakımından onda ne
aradığınızı bilirdiniz. Bakışının, yaşamının, görünümünün nasıl olduğuna”. Yeni
antrenör kesinlikle yetenekli bir kadro miras almıştı, 1972/73 sezonunda ligi
ve kupayı kazanan takımın omurgası korunmuştu. Kadrodan birkaç kişi İngilizce
konuşuyordu. Çok iyi bir kaleci, Yasin Özdenak, daha sonra kalesini koruyacağı
ve kısa süreliğine çalıştıracağı New York Cosmos’a transfer olacaktı. Kale
önünde tecrübeli oyuncular Tuncay Temeller, Muzaffer Sipahi ve Ekrem Günalp’ten
oluşan defans hattı. Onlara katılan 20 yaşındaki Fatih Terim, güneydeki Adana
Demirspor’dan transfer edilmişti. Orta sahada Mehmet Oğuz ve Aydın Güleş uzun
zamandır takımdaydı. Ve gol yollarında Metin Kurt, Gökmen Özdenak ve Mehmet
Özgül yer alıyordu. Yerel basının zihni taktik disiplin ile meşguldü, yine de o
bu konuda konuşmaya tenezzül etmemiş daha ziyade taktiksel basitliğe inancını
önemsemişti.
İlk lig maçı öncesi Jack çıkış tünelinde kurban kesimi için
durdurulduğunu hatırlıyordu. Bir ses duvarına çarpmıştı, eşikten geçtiklerinde
akan kana basmışlardı. Bu dini görevin yerine getirilmesinin katkısı olup
olmadığını söyleyemeyiz ama 2-0’lık Giresunspor galibiyetiyle sezona müspet bir
başlangıç yapılmış, kulüp ilk on maçında mağlubiyet görmemiş, önemsiz iki gol
yemişti. Stadyumlar her zaman doluydu ki Moira kendisinin bile içerideki
maçlarda boş yer bulmak durumunda olduğunu hatırladı. Jack hayatında ilk kez,
daha önceden bilmedikleri ünlü olma deneyimini yaşamıştı. Daha önceden de
başarılı olmuşlardı fakat takdiri ağırbaşlılıkla karşılamayı öğrenmişlerdi.
Moira bana Jack’in Reading’teki ilk döneminde nasıl yere göğe sığdırılamadığını
anlatmıştı, yine de bir sezon sonra kovulmuştu. İstanbul’daki tepkinin
yoğunluğu ise farklı bir yerdeydi. Bir keresinde bir adamın önlerinde durup
Jack’in ayağını öpmeye çalıştığını hatırladılar. Çiftin tamamıyla rahat
hissettikleri bir durum değildi ve kısa zamanda bundan kaçmanın zor olduğunu
fark ettiler. “Bir süre sonra sinirlerinizi bozuyor”, hem fikirdiler; ilk başta
yeniydi ama sonra can sıkıcı olmaya başladı.
Konuşmamız mutlu bir biçimde sahadan hayata dönmüştü ve
Moira İstanbul’da ne kadar çok eğlendiklerini saklamıyordu. Etraflarının
kalabalık olduğunu ve ziyaretçilerin dünyanın her tarafından geldiğini
hatırlıyordu, buna rağmen çoğu sima yok olmuştu. Renzo adında Hilton’da piyano çalan
bir İtalyanla ilk günlerde ahbap olmuşlardı. Çoğu toplantıda Amerikan aksanı
ağır basıyordu, şehirde görevli Birleşik Devletlerin Hava Kuvvetleri personeli
genellikle yanlarında olurdu, ayrıca orada yaşayıp çalışan Türkler vardı. Ara
sıra kulüptekilerle akşam yemeği yiyor ve bazen yerli bir gazeteci ve İngiliz
eşiyle çay içiyorlardı. Çiftimiz Tamer Kaptan’ı çok seviyordu, oyuncu ve teknik
kadrodan sadece onunla arkadaşça vakit geçirmişlerdi. Fırsat bulduklarında
dışarıda yemek yiyorlar ve restoran sahiplerinin onları taze et ve balıklarını
göstermek için mutfaklarına davet ettiklerini anlattılar. Bazı hatıralar akla
gelmemek konusunda inatçıydı, fakat pek çok unutulmuş karakter yeniden
hatırlandı. İsimleri ise günümüze gelene kadar ağır ağır kaybolmuştu; Moira’nın
umutsuzca bir adamı üst kattaki Pirelli lastikli adam olarak hatırlamasına
gülmüştük.
Ailelerine ve arkadaşlarına duydukları özlemi öğrenme konusunda
istekliydim. Jack “Mansellerin Tatil Köyü”nden bahsederken Moira gülümsüyordu. Ardı
arkası kesilmeyen arkadaş ve aile üyelerinin ziyaretleri için bu sevecen ismi
bulmuştu. Oğulları Nick okul tatillerinde geliyordu, şehrin ünlü Pudding Dükkânı*
önünde kendi deri ceketini genç birine satmaya çalışarak ailesini güldürüyordu.
Misafirleri bilfiil Moira’ya, yakındaki tanıdık sokakların dışına çıkarak, bir
turist gibi şehrin belli başlı yerlerini görmesini ve Anadolu Yakasına
geçmesini sağlamıştı. Hatta birkaç günlüğüne İzmir’i ziyaret etmişti. Aslında
daha az mesafe kat etse de Türkiye’yi Jack’ten daha fazla görmüştü. Futbol
Jack’i ülkenin farklı köşelerine götürmüştü, fakat onu korkutan küçük uçakların
pencerelerinden ve takımı stadyum ile havaalanına götüren otobüslerden çok az
şey görebilmişti.
İlk yenilgi Aralık ayında gelmişti ama basındaki çatlak
seslerin yükselmesi hızlıydı. Alınan iyi sonuçlar taktiğin sorgulanmasını
susturmuştu fakat yakında geri dönecekti. Orta sahayı hızlı geçen ve ağırlıkla
dosdoğru ileriye pas atmak üzerine kurulu oyun anlayışı esnek olmayan prese
dayalı 4-2-4 sisteminden ortaya çıkmıştı. Taraftarlar ve medya bir ağızdan orta
sahadaki adam eksikliğinden şikâyet ediyor ve kulübün bu sisteme uygun
futbolcularının olmadığında ısrar ediyorlardı. Ümitsizce Alan Clarke tarzı bir
futbolcuya özlem duyuyorlardı.
Taktiksel başarısızlık görüşlerine takımın fizik
kondisyonunun eksik olduğuna dair suçlamalar eşlik ediyordu. Brian Birch’in
başarısının sırrı takımın sağlamlığı ve yorulan rakip takımlar karşısında
maçları kazanmalarında saklı olduğunun altı çiziliyordu. Fakat sıra Jack’e
gelince oyuncuların tembelleştiği ve disiplinsiz davrandıkları hissediliyordu.
Jack’in hatırladığı bu ikinci suçlamanın gerçeklik payının düşük olduğuydu. Belki
de bu algıya karşın kültürel bir bakış vardı ama Jack son derece istekli ve
terbiyeli bir futbolcu grubu olduğunu hatırlıyor. Hatta maç İstanbul’da olsa
bile kulüp, yönetim ve oyuncuları hafta sonu için otelde kampa sokmakta ısrar
ederdi. Gerçek ne olursa olsun Jack Mansell’in Galatasaray’ının performans
seviyesini maçların sonuna kadar sürdüremediğine ve sonuçta kaçınılmaz sona
ulaştığına inanılıyor.
Şubat ve Mart başındaki galibiyet alınmadan geçilen altı maç
sorunların su yüzüne çıkmasına neden oldu. Türkiye Kupası’nda çeyrek finalde
elendikten sonra Doğan Koloğlu hem Metin Oktay hem de Mansell’i denetlemek
üzere göreve getirildi. 23 Mart 1975’te yeni yönetimiyle beraber Galatasaray
sezonun belirleyici maçında ezeli rakibi Fenerbahçe ile karşılaşacaktı. Jack’in
takımının, pek istekli görünmeseler de, kontratak oynayacağı anlaşılmıştı. Brezilyalı
efsane Didi tarafından yönetilen Fenerbahçe gayretle istediği sonuca ulaşmak
için elinden geleni yapıyordu fakat Galatasaray son yirmi dakikada kendi yarı
sahasına çekilmişti. Gazetelere
baktığımızda çamurlu sahadan dolayı Jack’in oyuncuları oldukça yorulmuş ve
seksen sekizinci dakikada Arif Aydın Çelik maçı Fenerbahçe’ye kazandıran ve
şampiyonluğu getiren golü atmıştı. Galatasaray perde arkasında yeni hoca
arayışına başlamış fakat Jack sondan bir önceki maça kadar görevinde kalmış,
son maça kısa bir süre kala ayrılmıştı. İşin sonunda rüzgarın nereden eseceğini
her zaman hissederdiniz demişti. Kulüp yetkililerinin davranışlarındaki ve
vücut dillerindeki değişim asıl niyetlerini ortaya çıkarıyordu. Lancashire
aksanıyla kibarca ifade etti, “eğer kazanamıyorsanız, burnunuz boka batmış
demektir”.
Böylece Jack ve Moira yola koyuldu. Sıradaki görev
Bahreyn’deydi, daha sonra uzun bir süre İsrail’de olacaklardı. Farklı kulüp
görevleri yanı sıra Jack milli takımı çalıştıracak ve 1982 Dünya Kupası
elemelerinde başarısız olacaklardı. İsrail sonrası Sussex’e geri döndüler.
Moira gülümseyerek Jack’in devam etmesini dilediğini söyledi, maceraya
bayılıyordu ve daha önceden bana söylediği bir şeyi açıklığa kavuşturdu. “Her
ülkeye yerleşebilirim” diyerek güldü, “yerleşmenin zor olduğu tek ülke
İngiltere’ydi”. Sonra ayrıldığı için ağladığı tek şehrin İstanbul olduğunu
söyledi. 2013 yılındaki Seaford’daki bu buluşmadan sonra tekrar görüşebilmeyi
çok denedim. Ama hep bir şeyler buna mani oldu.
Keşke yavaş davranmasaydım diyorum ama ben her zaman
yavaştım. İşyerinde bir öğlen, 88 yaşındaki Jack’in 18 Mart 2016’da aramızdan
ayrıldığını okudum. Aklıma gelen Moira ve ailesi olmuştu. Onlara sunacak kadar
bir şeyi tamamlamadığıma pişman oldum. Sonra konuştuğumuz son şeylerden biri
aklıma geldi. Farklı nesillerden gelen insanlar arasındaki sohbetlerde genellikle
hayat hakkında konuşma alışkanlığı kazanılıyor. Moira bana pişmanlıkları
olmadığını söylemişti, yıllar boyu muhtemelen birkaç hataları olabilirdi. Buna
Jack şakayla karışık “her cumartesi hatalar yaptım” diyerek karşılık verdi.
İkisi beraber güldüler ve Moira kocasına
dönerek şu sözleri sarf etti “yaşadığımız hayattan zevk aldık ama öyle değil
mi”.
Aydın Kulak’a Jack’in Türkiye’deki günleri hakkında çeviriye
gerek duymadığım, kibar ve kıymetli yardımları için teşekkür ederim.
Steve Ringwood
Çeviren: Toygar Çalapöver
(*)Ç.N: İnci Pastanesi olduğunu tahmin ediyorum.
1 yorum:
"Puding Shop" Sultanahmet'tedir. 60'lı yıllarda o dükkanın arkasından otobüsler kalkarmış; doğu ülkelerine (Hindistan vs.) gitmek için yola düşen hippilerin meşhur duraklarından biriymiş. Yola çıkmadan önce orada puding yendiği için Puding Shop şeklinde isim yapmış. Hatta Bill Clinton yıllar önce Türkiye'ye geldiğinde özellikle gidip orada puding yemişti. En son bi 5 yıl kadar önce aynı haliyle görmüştüm sanırım. Özel bir beklentiniz olmasın yalnız, o meşhur "puding" son derece vasat, hatta vasat altı...
Yorum Gönder