26 Kasım 2018
Kapı Açık Arkanı Dön ve Çık
Tolgay ne zaman oynamasa teknik adamın hatalı olduğunu düşünen özeleştiri yapmayan bir futbolcu. Bu tavır sadece Şenol Güneş'i değil hangi teknik adamla çalışsa hoca-futbolcu ilişkisini uçuruma götürür. Tolgay bu sezon Süper Lig'de bu haftaya kadar kadro dışı kalan 13 futbolcudan biri. Hepimiz biliyoruz ki geçmişteki örnekler gibi bir zaman sonra neredeyse hepsi affedilip takıma dönecekler. Benzer bir uygulama Fenerbahçe'de de var. Yıllarını Fenerbahçe'ye vermiş Volkan Demirel gelecek affı bekliyor. Profesyonel futbolda eğer sahada bir disiplin suçu işlemişseniz bunun cezası disiplin yönetmeliğinde var ama kulüp içinde bir sorun yaratmışsanız bunun yazılı kuralları yok. Kime göre, neye göre kesiyoruz bu cezaları, isme göre kimleri kadro dışı bırakıyoruz?.. Trabzonspor bu akşam Fenerbahçe maçına çıkacak evinde, iki kaptanı kaleci Onur Kıvrak ve golcüsü Burak Yılmaz kadro dışı... Evet, yanlışları büyük, taraftara tepkileri profesyonel futbolcuya yakışmıyor ve ölçüsüz ama sonunda iki tarafın da kaybettiği bir yaptırım kadro dışı bırakmak... Beşiktaş da Fenerbahçe de Trabzospor da kadro dışı kalan futbolcular kadar kaybediyor.
Türk futbolunda artık oyuncuyu genç takıma yollayıp farklı bir tesiste çalışmasını istemek eylemine bir son vermek lazım. Verilen astronomik para cezalarının da bir karşılığı yok. İşte sıcak bir örnek. Barcelona'nın bonservisine 150 milyon euro ödediği Dembele arka arkaya üç disiplin suçuna imza attı. Barcelona kulübünde, içeride oynadıkları maçlar öncesi takım tesiste ya da bir otelde kampa girmez. Şampiyonlar Ligi maçlarında başlangıç düdüğünden iki saat önce futbolcuların Camp Nou'da olması istenir. Dembele, Barcelona-Inter maçına yarım saat geç geldi ve 11'inde olduğu 90 dakikayı kulübede izledi. Ertesi hafta idmana gelmedi, öncesinde mazaret bildirmemişti. Hocası onu bir sonraki maçta sadece kadroya almadı. İşte Barcelona'nın bir başka yazılı kuralı: Kadroda olmayan futbolcular maçtan en az 30 dakika önce stada giriş yapmaları gerekiyor. Dembele, tribünde koltuğuna oturduğunda maçın başlamasına sadece üç dakika vardı. İspanyol medyası fotoğraflarla bunu belgeledi ve manşetlerine çıkardı. Genç Fransızın sorunlu olduğu kesin ama Barça ona "Git altyapı takımıyla çalış, tesislerin kapısından içeriye girme" demiyor. Konuşulan para cezası da sadece 10 bin euro... Dembele'nin derdi ne peki? Genç oyuncu, Playstation'da sabahlara kadar oyun oynadığından düzenli uyku uyumuyor ve alarmı kurmayı unuttuğu gün de idmana gelemiyor. 150 milyonluk adamı bitirmek yerine kazanmanın peşinde koşuyorlar. Kaptanı Pique tüm dünya duysun diye Dembele'nin yüzüne değil medyaya konuşuyor: "Onun, futbolun 90 dakika değil, 24 saat olduğunu öğrenmesi gerekiyor" diyor. Bir başka yıldız Luis Suarez "Barça soyunma odasında bizlerin uyduğu profesyonellik ilkelerine uyması yeterli" deyip kulağını çekiyor. İlkokulda yaramazlık yapanın kara tahtanın önünde tek ayağının üzerinde durduğu yılları şükürler olsun geride bıraktık. Darısı Türk futbolundaki kadro dışı bırakmaların başına...
Formül 1: Vefa ve Sadakat
Formula 1 tutkunları iki elin parmaklarından fazla isim sayabilirler elbette ama dünyanın büyük bir çoğunluğu için Formula 1 dendiğinde akla iki isim gelir. Birincisi pistteki trajik ölümüyle başta ülkesi Brezilya olmak üzere tüm dünyayı yasa boğan Ayrton Senna ve diğeri de kazanabileceği her şeyi kazanan ve yarış tutkunlarının idolü haline gelen Michael Schumacher.
2000-2004 yılları arasında Formula 1'e ambargo koyan, podyumlardan hiç düşmeyen Schumacher, 29 Aralık 2013'te Fransız Alperi'nde oğlu Mick ile tatil yaparken geçirdiği kazayla sadece Formula 1 tutkunlarını değil tüm insanları üzüntüye boğmuştu. Pistlerin en hızlı adamı, Combe de Saulire pistinden inerken dengesini kaybedip kafasını kayalıklara çarptığında kaskı ölümü önledi ve Schumacher o günden bugüne ailesi sayesinde hayata tutunmaya çalışıyor.
Kariyerinin en görkemli zamanlarında ailesini kameraların ve objektiflerinin uzağında tutan Michael Schumacher gibi eşi Corinna Betsch de geride kalan beş yılda, tedavisi boyunca bir cümle haberin peşinden koşan medya mensuplarına susma hakkını kullanarak hayatına devam ediyor. Fransızların efsane dergisi Paris Match'a göre Schumacher, dağ manzaralı pencerenin önüne geldiğinde ağlıyor, eşi ve çocuklarının sesini tanıyor ama konuşamıyor.
Cenevre'de göl kenarında üç çocuğuyla eşi Michael'ın yanından ayrılmayan Corinna Betsch için hayatının Formül 1'i: Vefa ve sadakat.
Efsane Alman pilotun rehabilitasyon süresince doğan ağır masrafları karşılayabilmek için Corinna Betsch, özel uçaklarını, Norveç ve Fransa'daki villalarını sattı. Atlara tutkusuyla bilinen ve rodeo dalında şampiyonluğu bulunan Corinna Betsch, ilk çocukları olan Gina-Maria'ya da bu tutkusunu aşıladı ve babası gibi kızı da kendi alanında dünya şampiyonu oldu. Kardeşi Ralf gibi oğlu Mick de babasının izinden gidiyor. 19 yaşındaki Mick, 8 yaşında karting ile başlayan kariyerinde Formula 3'e kadar yükseldi ve 2018'i şampiyon tamamladı.
Cenevre'deki malikhanelerinin üzerinde medyanın uçurduğu drone'ların Michael Schumacher'in tek kare fotoğrafını ya da kısa bir videosunu çekme çabası sürüyor. Ailenin evine Michael Schumacher'i ziyarete gelebilen isimler ise onun Formula 1 günlerineki yakın dostları: Jean Todt, Ross Brawn, Stefano Domenicali, Luca Badoer ve Jean Alesi... Herkes Michael'in hayata tutunma çabasına destek veriyor, saygı duyuyor ve evden ayrıldıklarında medya karşısında susuyor... Formula 1'den formül 1'e işte... Vefa ve sadakat..
28 Ekim 2018
Messi ve Ronaldo'suz
Yüz milyon
dolar bütçelik bir Hollywood filminin fragmanı kalitesinde hazırlanan “El
Clasico’ya” doğru videolarında 11 yıl sonra hem Cristiano Ronaldo hem de Lionel
Messi yok. Dünyada hiçbir lig maçı Barcelona-Real Madrid kapışması kadar
izlenmiyor. Sezonda iki maçı tribünde izleyebilen şanslı futbolsever sayısı 178
bin. Bugün Barselona’nın efsane stadı Camp Nou’daki 90 dakika 183 ülkede naklen
yayınlanacak. İspanya La Liga’yı global bir marka gibi yöneten beyinler bu
maçın Uzak Doğu’da izlenebilmesi için yerel saatle 16:15’e (TSİ 18:15) aldılar.
Delhi’de 22:45’te ekran başına geçilecek, Tokyo’da saatler 00:15’i
gösterdiğinde ilk düdük çalacak ve Buenos Aires’te öğle yemeği için cafeleri
dolduranlar ekranda Barça-Real’in düellosunu görecekler. Kolu kırılan Messi ve sezon başında
kariyerinde yeni bir sayfa açıp Juventus’un yolunu tutan Cristiano Ronaldo yok
ama ekran başında olması beklenen futbolsever sayısı 650 milyon. Sosyal medyada
da 700 milyon kişinin El Clasico’yu takip etmesi bekleniyor.
Dünya
Kupası, Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Şampiyonası finalinden sonra en çok reyting
getiren 90 dakika olan El Clasico’daki yayın teknolojisi de televizyonculuk
dünyasının adeta pusulası. Camp Nou’da 30 ultra yüksek çözünürlüğe sahip 30
kamera olacak. 5 ana kamera oyunu ve topu takip ederken, 9 kamera detaylar için
çalışacak. 12 kameraman ise özel görevle stadyumda alacak. Stad dışı, kale
arkası, helikopter ve drone kamera ve stad üzerinde gerili telde gezen kamera…
4 kamera ise maçın aktörlerini 90 dakika takip edecek. Barça’da Coutinho,
Real’de Modric’in her hareketi kayıt altına alınacak. El Clasico’yu kaybederse
koltuğunu kaybedecek olan Real Madrid’in hocası Lopetegui ve Barça’nın teknik
direktörü Valverde’nin de her jesti reji masasına gelecek.
Son 10
yıldaki amansız Messi-Cristiano Ronaldo rekabetiyle büyüyen El Clasico heyecanı
elbette ki bu iki süper star yokken de vardı. Onların olmadığı son El
Clasico’yu hatırlayalım o zaman. 11 yıl önce Aralık ayına dönmemiz gerekiyor. Barça’nın
başında daha sonra Galatasaray’ı çalıştıracak Frank Rijkaard, Real Madrid’in
kulübesinde ise yolu Beşiktaş’tan geçecek Schuster vardı. Messi sakat,
Cristiano Ronaldo ise Manchester United forması giyiyordu. Real Madrid’in
11’inde Galatasaraylı Sneijder, Beşiktaşlı Pepe, Sivassporlu Robinho, Barça’nın
santrforu ise Antalya ve Konyasporlu olacak olan Samuel Eto’o… Camp Nou’ya
lider gelen Real Madrid, o akşam Baptista’nın golüyle El Clasico’yu 1-0 kazandı.
Sezon sonunda Real Madrid şampiyon oldu, Barça’da Rijkaard’ın görevine son
verdiler. Hayat işte, ertesi sezon Schuster, “Barça’yı evinde yenmemiz
imkansız” deyince Real Madrid ona da “valizini topla ve git” dedi. Her El
Clasico bir roman… Bugün bir yenisi yazılacak, bakalım bu romanın kahramanları
kim olacak?
El Clasico: Barça-Real
El Clasico tarihinde:
93 Barça galibiyeti
50 beraberlik
95 Real galibiyeti
389 Barça golü
401 Real golü
719 Gazeteci
97. 500 Barça taraftarı
580 Real taraftarı
26 Ekim 2018
21 Ekim 2018
Berlusconi-Galliani 2.0
Bu akşam
Milano derbisi var. San Siro tribünlerinde yine bin taraftar olacak. 11 Inter,
11 Milanlı futbolcu sahaya çıkacak. İtalyan futbol tarihinin iki köklü
kulübünün patronları bir zamandır İtalyan değil. Inter, Uzak Doğu sermayesinin,
Milan ise ABD’li bir yatırım grubuna ait. Inter’in efsane patronu Massimo
Moratti en büyük tutkusunu artık televizyondan takip ediyor. Milan’ı 1986’da
dibe vurduğunda satın alan ve 30 yılda 29 kupa ile Avrupa’nın zirvesine taşıyan
Silvio Berlusconi ise 82 yaşında bir başka kulübü satın alıp yeni heyecanlar peşinde
koşuyor. İş dünyasında emeklilik günlerinde kendine bağ alan, çiftliklerde
yaşayan, dünya turuna çıkan çok patron hikayesi vardır ama Berlusconi’ya
hayatta hala en çok heyecanlandıran futbol…
Monza
denildiğinde hepimizin aklına Formula 1’in efsane pisti gelir. 500 bin nüfuslu
şehirde zaten futbol hiçbir zaman en popüler spor olmadı. Erkekler ve
kadınlarda başarılı voleybol takımları, buz pateninde sekiz kez şampiyon olmuş
takımları, turlar kazanmış bisikletçileri var ama iki bin kombine satabilen Monza
Futbol Takımı’na pek de sıcak bakan yoktu.
Üçüncü ligdeki takımı, İtalyan futbolunun Süper Lig’i Serie A’ya
çıkarmaya kararlı olan Silvio Berlusconi’nin yanında futbolseverler için
tanıdık bir isim var: Adriano Galliani… Berlusconi’nin kurduğu medya imparatorluğunda
sağ kolu olan Galliani, Monza doğumlu. “Kendimi 31 yıl boyunca Milan’a
kiraladım. Asıl büyük aşkım Milan’dı” diyen Galliani, İtalyan futbolunun en
önemli figürlerinden biri. İkili, flaş ve pahalı transferlerle jet hızıyla
Serie A’ya yükselmek yerine genç İtalyan futbolculara şans tanıyarak bunu
başarmak istiyorlar. Berlusconi’nin kulübü satın alır almaz “Uzun saçlı ve
sakallı futbolcu istemiyorum. Monza’da oynayacak olanlar dövmesi de olmayacak”
açıklaması günümüz futbolunda onları çok zorlayacak elbette! Dövmeleri olan
takım kaptanı “Benim için farketmez. Sezon sonunda kontratım bitiyor” derken,
Milan’ı 30 yıl Avrupa’nın zirvesinde tutan ikilinin de prensiplerinden geri
adım atması beklenmiyor… Bir dönemin Milan’ın pilot takımı olan Monza’ya her
seferinde en işe yaramaz futbolcularını kiralık yolladığı için
Berlusconi-Galliani ikilisine çok kızan da var ama bu efsane isimlerin şehirle
adını anılıyor olması mobilya sektörünün bir numaralı adresinde “reklam,
reklamdır” olarak kabul ediliyor…
Berlusconi-Galliani
ve Monza projesini iki türlü okuyabiliriz. Son çeyrek asırda İtalyan medyası,
politikası ve futbolunda bir numaralı figür olan ama sahneden düşen Berlusconi
ve Milan sonrasında 76 yaşında boşluğa düşen Adriano Galliani. Bardağın dolu
tarafında ise hayatın bir başka gerçeği var. Ne kadar iyi beslenir ve spor
yaparsanız yapın, yaşama sıkı sıkı tutunmanın yolu tutkulardan geçiyor.
Berlusconi ve Galliani’yi de genç hissettiren futbola olan tutkuları. Yalnızlık
iyidir ama insanın kendi içinde yalnız kalması ömrü tüketir… İçleri dolu
adamlar, Monza’yı Serie A’ya taşıyacaklar mı, bunu bilemeyiz ama en azından
deniyorlar…
15 Ekim 2018
Farid Fernandes'in Hikayesi
Bir çocuğu
forma aldığınızda ve topu önüne yuvarladığınızda kendini hayran olduğu futbolcu
sanır. Kimi Messi olur, kimi Ronaldo kimi Metin kimi de Selçuk, Mehmet, Gökhan…
O formayla yatağa girer, topa sarılarak uyur. Küçükken futbolcu olmayı hayal
etmeyen kaç çocuk vardır ki! Sonrası hayat, kimi yeteneklidir, az çalışır,
kiminin ailesi “Oku” der, futbol kariyeri başlamadan biter. Büyüyen bedenler
artık o çocukluk formalarını sığmaz, yeni alınan formalarla ver elini halı
sahalar hadi en fazlası amatör takımlar. Bütün bunlar içinden masumiyet geçen
hayatlar. Ya peki biri formayı sırtına geçirip kendini sosyal medyada futbolcu
olarak tanıtırsa… Modern zamanların en büyük tehlikesi bu. Çift kişilik
hayatlar var artık bir bedende. Kendi kimliğini saklayan ve mahlas altında
yarattığı bir başka kimlikle hayatta olamadığı kadar kötü olmayı sanal dünyada
başaran ve kendi hayatında yolunda gitmeyen ne varsa bunun hesabını sosyal
medyada kötü olarak rövanşını alanlar.
Dionicio
Farid Fernandes, sosyal medyada eğer insanları kandırmak bir kötülükse kötü
olanlardan. 19 yaşındaki Meksikalı, kendini İtalya’da Juventus kulübünün alt
yapısında oynayan bir futbolcu olarak tanıttı sosyal medyada. İtalyan kulübünün
alt yapısında forma giyen bir oyuncunun yerini kendini montajladı
fotoğraflarda. Juventus forması giyip, Meksikalı genç hayranlarına imza
dağıttı. Meksika medyası onunla röportaj bile yaptı: “Dionicio Farid Fernandes,
Juventus formasıyla Şampiyonlar Ligi’nde ter dökecekti.” 16 bin takipçiye
ulaşan Fernandes’in hikayesi bir yerde sona erecekti. Öyle de oldu. Oysa ki
futbol dünyasında ondan fazlasını yapan biri vardı geçmişte… O günlerde ne
sosyal medyası, internet bile yoktu…
Beckenbauer'e benzediği için Brezilya'da
'Kaiser' lakabıyla anılan Carlos Henrique Raposo, 70'lerin sonunda adını
duyurdu. Dönemin meşhur futbolcuları Carlos Alberto, Ricardo Rocha ve Gaucho
yakın arkadaşıydı ve onlar sayesinde transfer yapmaya başladı. Carlos,
Botofogo'ya imza attı, "Kondisyon problemim var" deyip takımla idmana
çıkmadı. "Hadi çift kale maça" dediler, "Adalem ağrıyor"
dedi. O dönem ileri tetkikler yaygın değildi. Carlos benzer numaraları gittiği
her kulüpte yaptı, ya boğazı ağrıyor ya da adalesi çekiyordu. Brezilyalı
gazetecilerden de yakın olduğu isimler sürekli onun ne büyük golcü olduğunu
yazıyorlardı. 1986'da Fransa'da Ajaccio takımına transfer olduğunda elbette ki
tek bir görüntü yoktu hakkında. Formayı giydi, armayı öptü, önüne konulan bütün
toplara bütün yeteneksizliğini ortaya koyup vurdu. Brezilya'ya döndü, önce
Fluminense sonra Vasco de Gama'ya imza attı. Carlos Henrique Raposo'nun 10 yıl
süren futbol kariyeri 1989'da sona erdi. Kariyerinde tek bir maça çıkmadı.
Bırakın bir maç videosunu, tek kare fotoğrafı bile yoktu. Yıllar sonra 20-30
maçta oynadığını, bir gol attığını anlatıyordu ama dinleyeni yoktu.
11 Ekim 2018
Bir Futbol Diplomatı: Cocu
Yeni bir
semte taşındığınızda başınıza gelmiştir, esnafı tanımazsınız, komşularınızı
tanımazsınız, manav, kasap ve bakkalın size malın iyisini vermesi için bir
zaman geçmesi bir sohbet geliştirmeniz, müdavim olmanız gerekir. Bunu bir de
başka bir ülkede yaptığınızı ve o topraklarda konuşulan dili bilmediğinizi
düşünsenize…
Bir yerde
yarım yaşanmaz. Bir Hollandalı futbol ustası Hiddink, milli takımımızın
başındayken arada bir gelir, sürekli futbolumuza dair teşhis koyar biz de ilacı
yazıp tedavi etmesini beklerdik. Olmadı, söylenen Hiddink söyledikleriyle kaldı
gitti. “Bizim futbolumuza Hollandalı teknik adam uymaz” klişesinin de maalesef
baş aktörüdür kendisi. Fenerbahçe’nin yeni yönetimiyle açtığı beyaz sayfaya bir
başarı öyküsü yapmak için eline kalemi tutuşturduğu Phillip Cocu’nun kim
olduğunu bilmeden ya da pardon hatırlamadan adamın derdini anlayamayız…
Karşımızdaki
insan, Popescu, Galatasaray’a gelirken, Barcelona’nın yolunu tutmuş, altı
Hollandalı futbolcunun forma giydiği Katalan kulübünde vatandaşı olan çok
muteber bir teknik adam Louis Van Gaal ile yola çıkmış, sonunda o güne kadar
Barça’da en çok forma giyen yabancı futbolcu ünvanıyla İspanya’dan ayrılmış son
20 yılın muteber futbolcularından biri. Takım arkadaşı Pep Guardiola, Barça’da
son çalıştığı hoca 2004’de kulübü ayağa kaldıran vatandaşı Rijkaard.. (bakın o
da Galatasaray’da başarısız oldu) Hollanda milli takımında yardımcı hocalık,
2010 Dünya Kupası finali derken PSV yılları. Cocu merdivenleri ağır ağır
çıkanlardan. 48 yaşına kadar ülkesi dışında çalışmamış bir teknik adam. İşte
yeni evi Fenerbahçe’de yaşadığı sıkıntı benim sizin esnafı tanımaması, esnafın
da onu. Cocu, her maç James Bond gibi bir adam ama sanki Fenerbahçe’nin maçları
için Cuma gelip Pazartesi Amsterdam’a dönen bir futbol aklı. Kulübün içine
girmeyi, aidiyet hissetmeyi başaramadı ya da vücut dili ve karakteri buna
müsait değil. Çok diplomatik Cocu… Basın toplantılarındaki tavırlar,ı seçtiği
cümleler hep “Burada ne oluyor?” gibi…
Ülkesinde
marka olan bir teknik adamın Fenerbahçe’de yaşadığı kimlik bunalımı, yeni
kurulmuş bir kadroyu soyunma odasında avucunun içinde tutamama, gençlerle
başladığı sezona taraftarın gözünde ıskarta olan isimlerle devam etme. İşte
bunlar hep yeni mahallesinde yaşadığı yabancılık hisse. Mahallenin kasabı,
manavı olan malın en güzelini ayıracak kadar zamanı var mı bilmiyorum, bildiğim
bazı çiçekler bazı pencerelerde açmaz, bu da çiçeği kötü yapmaz…
30 Eylül 2018
Özeldi Artık Çekilmez Biri
Kulüpteki
odasına kapanmış, Real Madrid maçının taktiğine çalışıyordu. Karşısındaki kara
tahtaya baktı ve rakibin bütün pas bağlantılarını çökerten taktiğine gururla
baktı. Kapısı çaldı, gelen yardımcısıydı, ona “Real Madrid’i böyle yeneceğiz”
dedi. Porto o maçı kaybetti, o gün yardımcısı ona “Jose iyi de bizi 12 kişi
yazmışsın tahtaya” demiş, Portekizli teknik adam yerinde kalkıp tek tek sayıp
“Haklısın” derken mahcubiyetini yine kendine saklamıştı. Futbolun doğduğu topraklara
adım attığında dediklerini hatırlarsınız, ona “Special One” lakabını getiren o
meşhur basın toplantısını: “Kusura bakmayın, basit ve kolay bir hayat
isteseydim Portekiz’de kalırdım. Küstah görünüyor olabilir, buradayım çünkü
küstah olduğum kadar özel bir teknik adamım da.”
Jose
Mourinho, 50 yıldır şampiyonluk nedir bilmeyen Chelsea’ye kazandırdığı
kupalarla, ardından “Kaybedenler Kulübü” Inter’in müzesine bir yılda koyduğu 3
kupayla geride kalan 10 yılın bir numarasıydı. Çalıştırdığı takımların taraftarı
dışında kim varsa ondan nefret etti. Özgüven ile kibir arasında görünmez bir
çizgi vardır, delilik ve dahilik arasında olduğu gibi.. Arjantinli teknik adam
Bielsa, deli-dahiydi. Mourinho’nun kazandıkça yükselen özgüveni Real Madrid
yılları sonrasında yerini çekilmez bir kibre bıraktı…
Sahne
gerisinde mükemmel aile babası, çocuklarının büyüyüp evden ayrılmış olmasına
tahammül edemiyor, Manchester’de bir otel odasında karşıdaki parka gitmenin tek
özgürlüğü olduğunu söyleyeyip “Özel biri”nin artık “Yalnız biri” olduğunu
anlatıyordu bize metin altlarında..
Barcelona
ona 10 yıl önce “Herkesle kavga ediyorsun. Etmeyeceksen gel” dediğinde “Ben
değişmem” diyen adam çok zamandır sadece rakipleriyle değil kendi
futbolcularıyla kavga ediyor. 60’lara doğru koşan hayat yolculuğunda daha
makul, daha hoşgörülü olmak yerine 20’sindeki genç futbolcularla ego savaşına
giriyor. Geçen hafta manşetlere çıkan Pogba ile tartışma görüntülerinde olduğu
gibi…
Inter’de
Balotelli ile, Real Madrid’de Cristiano Ronaldo, Casillas ve Pepe ile
Chelsea’deki ilk döneminde Shevchenko ikinci döneminde takımın yarısıyla
“papaz”, takımın doktoru Eva Carneiro ile mahkemelik olan Jose Mourinho,
emekliliğinde bahçede top oynayan çocuklara “Keserim topunuzu”diye bağıran
huysuz amcalar yolunda… Özel biriydi ama kabul edelim artık çekilmez biri…
Zaten aşk ile nefret arasında da görünmez bir ince çizgi yok mudur ki? Yoksa
neden sevdiğine güle güle der ki Demis Roussos : “Goodbye my love… Goodbye
Mourinho…”
20 Eylül 2018
Hangi Dele Alli
Kabul edelim eğlenceli bir iddiaydı. Tottenham’ın yıldızı Dele Alli’nin baş ve işaret parmağını kapatıp, üç parmağını ve avuç içini alnına dayadığı jesti ilk seferde herkes yapamadı. “Nasıl yapılır?” diye grafikler de hazırlandı, bütün dünya güldü, Dele Alli’yi tanımayan da kalmadı. Sonra Arjantin’de Nijerya asıllı bir futbolcu çıktı ve gerçeği anlattı, öğrenenlerin tadı kaçtı. Felix Orode, Dele Alli gibi Nijeryalı bir babanın oğluydu. İngiliz Milli Takımı’nda forma giyen Dele Alli ile özdeşleşen bu jestin Nijerya’daki bir trajedenin parçası olduğunu anlattı. “Ülkede askeri cunda, kadın, erkek çocuk herkese işkence yapar, gözlerini oyardı. O kampalardan sağlam çıkanlar bu jestle iyi olduklarını kendilerini bekleyen yakınlarına uzaktan anlatırlardı.”
Bamidele
Jermaine Alli daha 22 yaşında. Nijerya formasını da giyebilirdi ama o doğup
büyüdüğü İngiliz Milli Takımı’nı seçti. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen çok
futbolcu var ama Dele Alli çok daha fazlasına göğüs germek zorunda kaldı.
Babası o doğduğunda İngiltere’yi terk edip ABD’ye göç etti. Londra’nın 70
kilometre kuzeyinde Milton Keynes, 60’lı yılların sonunda ABD şehirleri model
alınarak tasarlanmış bir şehirdi. Görenler oraya İngiliz şehri demezdi. Milyon
Keynes güzeldi ama Dele Alli’nin gerçek bir ailesi hiçbir zaman olmadı. Alkolik
annesi dört evlilik yaptı ve Alli dahil dört çocuğunun yanında olmadı. 9 yıl
sonra onu alıp Nijerya’ya götüren ve iki yıl birlikte kalan babasını da
annesini de hatırlamak istemiyor. Tottenham’da hocası Mauricio Pochettino, zor
şartlarda ve duygunun olmadığı ortamda büyüyen Dele Alli’nin müthiş yeteneğinin
çocuk yaşlarda yara aldığını düşünüyor ve oyuncusuyla sürekli sohbet edip ona
güvenli bir dünyada olduğunu anlatıyor. Kariyerinin henüz başında olan Dele
Alli’nin bugün piyasa değeri 100 milyon Euro…
Hayatta her şeyi olacak kadar da çok kazanıyor artık. Sokaklarında
büyüdüğü Milton Keynes’e ise gitmek için sadece bir sebebi var: Onun
himayesinde büyüyen üvey kardeşi ondan kendisine Tottenham forması ve eşofmanı
getirmesini istiyor… Her hafta bir forma demek iki kardeşin sarılması demek..
Colin Kaepernick
Büyük sporcu olmanın zorluğu dalı ne olursa olsun en
yetenekli olmak değil, en iyi olabilmek ve sonrasında hep iyi kalabilmek.
Yetenek sizi bir kapıdan içeriye sokuyor sadece, sonrası adanmışlık, çok
çalışmak. Yetmiyor bir zaman sonra çılgın kalabalıklar içinde zirveye doğru
çıkarken yaşanan yalnızlıklar. Kariyer yönetimi, servet yönetimi ve elbette
topluma örnek insan olma mecburiyeti… Hepsini başaranlar spor tarihinin
sayfalarına adlarını efsane olarak yazdırıyorlar. Kimileri de hayata çalım
atamıyor, düştüğü yerden kalkmıyor ve en önemlisi vazgeçiyor, işte o zaman o
saf yeteneğinizle bir koltukta baş başa kalıyorsunuz.
Sporcular, çocuk genç herkese örnek olmalı ama onların
hayat duruşlarını ifade ettiklerinde aldıkları bir cevap da var: “Sen topuna
bak.” Bu, “Senin için futbol, basketbol, sen ne anlarsın politikadan, hayattan,
edebiyattan” tavrı bir zaman sonra büyük yıldızların ego duvarlarında patlıyor.
Elbette anlarlar ve anlıyorlar da. Hikayenin kahramanı da hayatı, yaşadığı
ülkeyi ve özgürlüğü sorgulayanlardan: Colin Kaepernick
87 sonbaharında beyaz bir anne ve siyahi babanın oğlu
olarak dünyaya gelen Colin için hayat emeklediği günlerden itibaren hep zordu.
Annesi ona hamileyken babası evi terk etmiş, 19 yaşındaki annesi Heidi Russo da
onu iki evlatlarını kayb4eden Kaepernick çiftine evlatlık vermişti. Colin’in
hayat hikayesinde bu yıllar dünyaya bir rugbi oyuncusu olan siyahi sporcu Danny
Wilson’un oğlu olarak dünyaya gelen ve çocuk yaşta yaşadığı ırkçı saldırılar
sonrasında annesinin soyadı Giggs’i alan Manchester United’ın efsane futbolcusu
Ryan Giggs’in hikayesiyle benzerlik taşır…
2011 yılından beri Amerikan Futbol Ligi’nde oynayan Colin
Kaepernick iki yıl önce milli marş sırasında diz çökmüş ve bu protestosuyla
ülkedeki siyahlara uygulanan polis şiddetine ve ırkçılığa dikkat çekmek
istemişti. Başardı da. Son iki sezonda Amerikan futbolunun birçok yıldızı Trump
hükümetini protesto etmek için benzer protestoyu yaptılar. ABD Başkanı,
Amerikan Futbol Ligi yönetimine sert çıkmış ve bu oyuncuların kulüplerinden
kovulmasını istemiş, marş sırasında da ayakta durma zorunluluğu getirilmesini
istemişti. Trump’ın ilk istediği oldu. Colin Kaepernick takımsız kaldı.
İkincisi ise, şartlı olarak kabul edildi, marşta ayakta durmak istemeyenler
soyunma odasında bekleyecekti. NBA yıldızları LeBron James ve Kevin Durant,
takımı şampiyon olduktan sonra Beyaz Saray’a gitmeyeceğini açıklayan Stephen
Cury’e destek verdiklerinden aldıkları cevap, Colin Kaepernick’i haklı
çıkartıyordu. Bir yorumcu onlar için “op
sektirmek için yılda 100 milyon dolar ödenen birinden siyasi fikir istemek her
zaman akılsızcadır." yorumunu yaptı ve "Sesinizi kesin ve top sürün”
demişti..
Milyonlarda dolarlık kontratını yakan,
şiddet ve ırkçılık karşıtı olduğu için yalnızlaştırılan Colin
Kaepernick’e destek yağdığı kadar milliyetçi duyguları da zedelediği
gerekçesiyle tepkiler vardı. Sonra beklenmeyen bir el uzandı. Spor
endüstrisinin dev markalarından bir olan Nike, “Just do it” sloganının 30. yıl
şerefine düzenlenen reklam kampanyasının yüzü olarak Colin Kaepernick’i
seçtiğini açıkladı. Peki tercihi sebebi neydi? Onu da Nike'ın Başkan Yardımcısı
Gino Fisanotti açıkladı: "Dünyanın ilerlemesine yardımcı olmak için sporun
gücünden yararlanan Kaepernick'in kendi jenerasyonun en ilham verici sporcularından
biri olduğuna inanıyoruz.”
Dünya şimdi üzerinde "Bir şeylere inanın. Bu, o şey
uğruna her şeyi feda etmek anlamına gelse bile" yazan Colin
Kaepernick’i konuşuyor… Birileri bundan sonra Nike’ın müşteri kaybedeceğini de
söylüyor ama insanlık çoktan kazandı bile…
Zinedine Zidane
2013 Nisan’ında 3-0’ın rövanşında Türk Telekom Stadyumu’na çıkan Real Madrid 11’indeki tek İspanyol futbolcu kaleci Diego Lopez. O gece ikinci yarıda Mourinho’nun takımı 72. dakikada Drogba’nın golüyle 3-1 geriye düştüğünde basın tribünündeki İspanyol gazetecilerin, turu geçseler bile muhasebesini yapacakları konu belliydi. Varane’dan Pepe’ye, Khedira’dan Mesut’a, Modric’den Ronaldo’ya, Angel de Maria’dan oyuna sonradan giren Gonzalo Higuain’e kadar bütün futbolcular Real Madrid’in seviyesi için tartışılmazdılar ama İspanyollar neredeydi? O gece Casillas, Arbeloa, Albiola, Callejon ve Morata’nın oturduğu Real Madrid kulübesi gün geldi başının çaresine bakmak için valizlerini toplayıp kulübeden ayrıldı ama “Madridismo”yu, “İspanyol” kulübü varlığını sorgulayan gazeteciler sonuda haklı çıktılar.
Luis Figo’yu
Barcelona’dan alarak Los Galacticos dönemini başlatan Florentino Perez’in
ikinci büyük bombasıydı Zinedine Zidane. O yaz tarihin en pahalı transferi
olarak Madrid’in yolunu tutan Fransız 10 numara, ardından gelecek olan Ronaldo,
David Beckham ve Michael Owen ile Perez’in Los Galacticos 1 posterinde yer
aldılar. Real Madrid transferde fırtınalar estiren ama aynı zamanda kadrosunu
da öğüten kulüptü. Milli Takımdan arkadaşı Claude Makalele’nin satılmasına bir
futbolcu olarak ne kadar tepki verebilirdi ki Zinedine Zidane. Makelele’nin
gidişi Beckham’ın gelişi için “İkinci kat boyayı çektiler ama motoru söktüler”
dedi bir zaman sonra. Ruhu, bedeni, beyni ve ayakları 10, forması 5 numara
Zidane, sonraları belgesel olarak yayınlanan Villarreal (3-3) maçıyla Santiago
Bernabeu tribünlerine veda ettiğinde 2006 Dünya Kupası’nın başlamasına bir
aydan az süre vardı. Olanı herkes biliyor, Materazzi’ye ya da hayata atılmış
bir kafa, kaybedilen bir Dünya Kupası ve “Futbolun Bolşoy Balesi’ne cevabı”
kartvizitli muhteşem bir kariyer…
Büyük
futbolcular için dilemmadır. Kramponları astıktan sonra spot ışıklarından
uzakta sessiz ve huzurlu bir hayat mı süreceksin? Roberto Baggio gibi. Ya da
takım elbiseyi giyip çizgi kenarında bir zamanlar yaptıklarını sahadaki
oyuncularından yapmasını isteyecek ve yapamadıklarında delirecek misin?
Zinedine Zidane, Real Madrid’de Florentino Perez’in ikinci döneminde kulübün
marka yüzü olarak VIP salonlarında boy gösterene kadar birinciyi tercih etmiş
gibiydi. Oğulları Real Madrid alt yapısında olduğundan ne Marsilya’ya dönmüşler
ne de Paris’te yeni bir hayata başlamışlardı. Kökeni Fransa olmayan bir adam ve
ailesi için hayatını kazandığı ve mutlu olduğu Madrid en güzel şehirdi.
Fransa’nın 2010 Dünya Kupası’nda yaşadığı bozgun sonrasında onu milli takımın
başına yakıştıranların da hevesini kursağında bıraktı. Teknik direktörlük
yapmaya niyeti yoktu. Jose Mourinho, Inter ile üçleme yapıp soluğu Madrid’de
aldığında ondan takımın içinde ama unvansız olarak yer almasını istedi.
Portekizli akıllı adamdı, soyunma odasında saygın bir karakter olan Zidane
sorun olduğunda uzlaştırıcı olarak çözüm üretebilirdi. Bu da olmadı. Mourinho,
Real Madrid’de Casillas ve Sergio Ramos ile kanlı bıçaklı olduğunda kimse
Zidane’nın ağabey olarak devreye girdiğini göremedi. 2013 yılında Carlo
Ancelotti’nin yardımcılığına yaparken o meşhur kareyi bütün futbolseverler
hatırlar. İşlerin yolunda gitmediği bir maçta saha içine bağıran kendinden
geçmiş Zidane‘ı “Çok biliyorsun sen yönet” bakışlarıyla izleyen Carlo
Ancelotti. Futbolu bıraktıktan sekiz yıl sonra Real Madrid Castilla’nın başına
geçmek, soromluluk almak bir inadın kırıldığı gündü. Haziran 2014’tü ve bir yıl
önce bir röportajında “Başarısız olmaktan korkuyorum. Bu yüzden teknik adamlığa
hazır değilim” diyen Zidane artık korkularıyla yüzleşmeye karar vermişti. Real
Madrid Castilla günlerinden bir başarı hikayesi çıkmaz, “koskoca Zidane, alt
yapıda çalışıyor” dan fazlası çıkmaz bize, zorlamayalım…
Rafael
Benitez, uzun yıllar hayalini kurduğu Real Madrid teknik direktörlüğünde sadece
altı ay kalabildi. Madrid derbisinde Casemiro’ya forma verdiği ve korkak futbol
oynattığı için hedef tahtası olan İspanyol teknik adamın çalışma prensiplerini
beğenmeyen soyunma odası da biletin kesilmesine yardımcı oldu. Florentino
Perez’in sezon ortasında eli kolu bağlanmışken devreye Barça modeli girdi.
Guardiola da Barça B’den A takımın başına geçmişti. Zidane da yapabilir miydi?
Bugün geriye dönüp bakıldığında Perez’in stratejisi çok net belliydi. Ocak
ayında aradığı büyük teknik adamlara ulaşılamıyordu ve Zidane gibi tecrübesiz
bir teknik direktörü sezon sonunda kovarsa ne Marca ne de AS Gazetesi’nin ağır
ağabeyleri bunun hesabını sormazdı.
Perez’in
teknik adam prototipinin dışında biriydi Zidane. Hakemlerle, medyayla,
rakiplerle kavga etmeyi sevmeyen, geçmişinde hocalık başarısı olmayan ve taktik
şemayla fazla oynamayı sevmeyen bir apranti. Staj bitmişti ve Zidane o çok iyi bildiği Santiago Bernabeu çimlerine
çıktığında onu 10 yıl önce “Sihir için teşekkürler” pankartıyla uğurlayan 80
bin taraftar, liyakatına değil itibarına alkış tuttu. Milano’da ilk Şampiyonlar Kupası’nı
kazandırdığında Real Madrid bunu “11” diye okudu. Lig çoktan kopmuştu, Barça
gevşeyince de ancak bir puanla ikinci sırada bitirebildiler. Ertesi sezon,
Barça’nın 39 maçlık yenilmezlik rekorunu 40 maçla kırdıkları muazzam seri ve
Real Madrid müzesine giden 33. Şampiyonluk kupası.
Burada
sorulması gereken Zinedine Zidane, Real Madrid’de neyi değiştirdi? Başarı nasıl
geldi? Gareth Bale’in sakat olduğu
dönemlerde Ronaldo-Benzema ile 4-4-2 oynamak dışında, 4-3-3’ten vazgeçmeyen
Zidane’nın defans dörtlüsü de değişmedi. İkinci sezonunda France Football,
Zidane’nın Real Madrid’de taktiksel bir devrime imza atmadığını yazarken
haklıydı ama aynı zamanda da haksız. Bazen sorun taktik tabelada değil soyunma
odasında maça hazırlanan futbolcularda olurdu. Zidane, efsane kartvizitiyle
girdiği soyunma odasında ego şişkinliği yaratacak, takımı hazımsızlığa sürükleyecek
kim varsa, sakin ve uzlaşmacı kimliğiyle problemleri başlamadan bitirdi. Geride
kalan 2.5 yılda medyaya yansıyan ve onunla geçinemediği iddia edilen iki oyuncu
oldu. Mesut’un yerine alınan James Rodrigues’e bu oyun planında yer yoktu ve
forma giyemeyen Kolombiyalı’nın mutsuzluğuna 80 milyon Euro’luk maliyetine
rağmen son verilip Bayern Münih’e yollandı. Isco, İspanyol medyasının göz
bebeği olduğunda Real Madrid ne zaman sahaya Ronaldo-Benzema-Bale üçlüsüyle
çıksa yokluğu sorgulanan adamdı. Zidane’nın Casemiro-Modric-Kroos üçlüsünü
bozmak için deli olması gerekti. Dahi olmasa bile deli değildi bu adam. Isco
bazen üvey evlat bazen evin en sevilen ufak çocuğu oldu. Bir önceki sezon
“Arsenal’e gidiyor” manşetlerinin ardından kariyerinin en parlak dönemine imza
attı ve Real Madrid’i Şubat-Mayıs arasında sırtladı. Çok fazla konuşmayı
sevmeyen, sesini yükseltmeyen Zidane’ın karşısında sorularla polemik arayan
Madrid medyası, kupalar arka arkaya gelmeye başlayınca Fransız’a kol kanat
germeye başladılar. Juventus ve Liverpool ile oynanan finallerden alınan iki
Şampiyonlar Ligi kupasıyla üçlemeyi tamamlayan Zinedine Zidane, beş gün
sonra iki yıl daha kontratı olmasına
rağmen Real Madrid teknik direktörlüğünden istifa etti. Eden Hazard’ın
transferine Başkan Perez’in hayır dediği ve kaleye de ısrarla Davide de Gea’yı
alacağını söyleyen başkana “Navas ile devam edeceğim” diyen Zidane’nın bir
akşam önce masadan “Çok biliyorsanız, buyurun siz yönetin” diyerek kalktığını
iddia edenler de oldu ama sanki gerçek, Zidane’nın Real Madrid’i çok iyi
tanımasında saklı…
Real
Madrid’deki futbolculuk yıllarında, takımın yarısı sezon sonu gönderilecek
korkusuyla yaşayanla dolu olan soyunma odasından ne yapılmaması gerektiğini
öğrenerek çıktı Zidane. Onun patronluğunda Real Madrid flaş transferlere imza
atmadı, ligin genç yeteneklerine yöneldiler, alt yapıdan oyuncular A takıma
çıkartıldı. Real soyunma odasında özgüvenin yükselmesi kupalar kadar bu
politikanın esiridir. Juventus rövanşında elense sezon sonunda 2.5 yıllık
muhteşem performansa rağmen kovulacağını bilen Zidane bu kez Başkan Perez’den
erken çekti tetiği. Onun kurşunuyla ölmek yerine kendini yaralayıp kenara
çekildi. Teknik adamların kaderi, Kırmızı Pazartesi’deki Santiago Nasar’ın sonu
gibidir. Herkes onların bir gün kovulacaklarını-öleceklerini- bilir ama kimse
gidip söylemez, hayat öyle devam eder. Geçen sezon ligde fark yediği Barça’dan
önümüzdeki sezon da olası bir farkı kaldıramayacak olan Zidane, üç kez arka
arkaya kazanıp bir ilke imza attığı Şampiyonlar Ligi’nde de iki maç kaybetse
sonunun ne olacağını farkındaydı. 17 yıldır tanıdığı Florentino Perez onun Real
Madrid’de kellesini alacağına, o omuzlarda kulüpten gider, gün gelir Santiago
Bernabeu’deki 80 bin taraftar ona ihtiyaç duyduğunda döner takımın başına
geçerdi. Büyük dağcıları anlatan belgeseller, tırmanış ve zirve görüntüleriyle
biter. Zinedine Zidane’nın 2.5 yıllık Real Madrid macerasının başlığı “Zidane’nın yükselişi ve ...” olarak kalacak.
Bazıları düşmeyi, bazıları düştüğünde tutulmayı sevmez. Bazıları da düşerse
kimin tutacağını bilmez. Bazıları da düştüğünde yeniden nasıl ayağa
kalkacağını… Çocukluğu göçmen, yetişkinliği gurbet olan bir adamın en
tepedeyken yaşadığı tedirginlik ya da çaresizliktir belki de budur…
Kim Boğa Kim Matador
10 yıl önce İspanyol Milli Takımı’nı tarif et deseler bir eksik
bir fazla futbolseverler için tanım belliydi: “La Liga’yı izlemek keyifli,
Barcelona-Real Madrid rekabeti renkli ve özel ama Milli Takımı hiçbir zaman ‘kazanan’
bir kimliğe sahip olamadı.” Doğrudur çünkü iki büyük organizasyonda tek
kupasını 1964 yılında ev sahipliği yaptığı Avrupa Şampiyonası’nda alan –ki
kupaya 4 takım katılmıştı. (İspanya, Danimarka, Macaristan, Sovyetler Birliği)-
“La Roja” bir daha podyuma çıkabilmek için 44 yıl bekledi ve o podyumdan da 8
yıl boyunca inmeyerek Madrid Barajas Havaalanı’na Euro 2008 ve Euro 2012 ve
2010 Dünya Kupası’nı taşıyan uçakla indi. O zaman sorulması gereken şu,
İspanyollar hiç mi iyi jenerasyon yakalayamadılar, İtalya, Fransa ve Almanya
her zaman çok daha mı iyiydi? Cevap hem evet hem de hayır… İspanya Ligi’nin son
30 yıllık röntgenini çekersek belki “evet ve hayır”ın üzerindeki gölgeyi biraz
kaldırabiliriz. Geriye saralım filmi ve yine soralım. Kulüp düzeyinde İspanyollar
2000 öncesi ne yaptılar Avrupa’da? Franco dönemi sonrasında Fransa, İngiltere
ve Almanya ile başlayan temasının futbol kısmında neden ihraç için 2000’lerin
sonrasını beklediler? Şampiyon Kulüpler Kupası’nda 92’de Barcelona’nın Koeman’ın
golüyle yıktığı Sampdoria ve 98’de Real Madrid’in Mijatovic ile devirdiği Real
Madrid, yüzyıl bitirken memleketinden Valencia’yı yıkmış, toplam 3 kupa
getirmişlerdi. “Akbaba Beşlisi” ile 80’lerin ikinci yarısına damga vuran Real
Madrid’in üç UEFA Kupası’ndan sonra İspanyollar Valencia’nın kaldıracağı kupa
için 18 yıl beklediler. İtalyanların rüzgarının estiği yıllardı 90’lar... En
iyi lig Serie A, en parlak yıldızlar Çizme takımlarındaydı. Kulüp bazında
başarısı tartışılan bir ülke nasıl Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası kazanabilirdi
ki? Futbol bu belki de 2008’i beklemeyebilir, İtalyanlar gibi hakem kıyımı
uğradıkları 2002 Dünya Kupası’nda da final görebilirlerdi, futbol bu…
İspanyolların 80 ve 90’larda da yetenekli futbolcular vardı ama kırılgandılar,
İtalyanlar çok sert, İngilizler çok fizikli, Almanlar ise ikisinin karışımıydı.
İnceliğin ve güzelliğin kazanabilmesi için başka bir formüle ihtiyaç vardı, bir
de uzun zamana. Çöktüğünü inandıkları alt yapıları 2000’de revize eden ve
sonunda 2014 Dünya Kupası’nı kazanan Almanlardan 10-12 yıl önce bu değişimi
Cruyff ile yaptılar. Barselona şehrinde en son ne zaman milli maç oynandığını
kimse hatırlamaz ama Katalan kulübünün La Masia hamlesi 2008’den sonraki 10
yılın meyvelerinin fidesiydi o günlerde…
İspanyollar eleme gruplarında zorlanmaz, turnuvalara güle oynaya
gelir ama sonunda uçağa binip erkenden evlerine dönerlerdi. 90 Dünya Kupası’nda
gruptan çıkıp dönemin iyi kadrosuna sahip Yugoslavya’ya çarpıldılar. 2 yıl
sonra Euro 1992’de grupta Fransa ve Çeklerin arkasında kalıp uçağa bindiler.
1994’de Luis Enrique’nin yüzünü dağıtan Tassotti’nin İtalya’sı finale yürürken,
“La Roja” Madrid’e dönmüştü bile. “Futbolun eve döndüğü” 96’da ev sahibi
İngilizlere penaltılarla çeyrek finalde kaybettiler. Miguel Munoz, Luis Suarez
ve Javier Clemente gibi tecrübeli hocalardan kim gelse aynı hüsran yaşanıyordu.
Clemente ile gittikleri ikinci Dünya Kupası, 98 Fransa’da kaleci Zubizarreta
takımı yaktı, 3-2 Nijerya’ya kaybettiler. Deli kalecilerden Chilavert golsüz
maçta Paraguay kalesinde devleşti, Bulgarlara 6 gol yetmedi ve istikamet yine
Madrid... 84’de olan 2000’de de oldu. Fransızlar, İspanyolların baş belasıydı,
teknik adam değişmiş Jose Antonio Camacho göreve gelmişti ama Zidane ve
arkadaşları fazla iyiydi. 2002’de Güney Kore maçında hakemin katlettiği maçta
penaltılarla kaybederken haklıydılar ama mağluptular. Euro 2004’te
gruplarındaki Portekiz ve Yunanistan sürpriz bir şekilde finale yürürken
İspanyollar, Ruslarla birlikte yine medyasına “Bu milli takımdan bir şey olmaz” dedirtti. Dönemin en büyük golcüsü Raul
o yıllarda “Milli Takım neden başarısız?” sorusuna basit bir yanıt vermişti: “Bizde
milli takımın hiçbir maçı, El Clasico’dan önemli olmadı ki?” Raul
haklıydı, İspanyollar otonom yapıları nedeniyle tek yürek olamıyorlardı. Sonraları
İspanyol sinemasına da (Bomb Scared/2017)
ilham veren bu İspanyol Milli Takımı’nın rakibini tutma tercihi, 2006
sonrasında son bulmasa da “La Roja’nın, kırmızı formanın arkasındaki destek
arttı. Basklılar ve Katalanlar için İspanyol Milli Takımı karşı karşıya
gelmeleri gereken bir rakipti ama o dönem Cruyff’un akademisinden yetişme
Barcelonalı oyuncuların milli takım içinde çoğalması, “Formayı tutmasak da
oyuncularımızı tutalım” fikrini getirdi. 2006 Dünya Kupası’na Luis Aragones ile
gittiler. Kabusları yine Fransa oldu ama Puyol, Xavi, İniesta, Ramos, Casillas,
Torres’li kadro umut vadediyordu. Rijkaard’lı Barcelona, Capello ve Schuster’li
Real Madrid’in Euro 2008’deki başarıda payı büyüktür. İyi bir Rusya’yı hem
grupta hem de yarı finalde deviren “La Roja”, Viyana’da Almanları Fernando
Torres’in golüyle yıktığında İspanyollar artık milli takımın da
kazanabildiğiyle yüzleştiler. Sevilla’nın 3 Avrupa Ligi Kupası, iyi bir
Valencia, Barcelona’nın domine etmeye başladığı 2005-2010 arası işte... Ortada
olmayan tek kulüp Atletico Madrid’in efsane hocası Luis Aragones ile katkı
yaptığı milli takım 2010’da Güney Afrika’ya favorilerden biri olarak gitti.
Artık sert çocuklar olmayı başarmışlardı. Casillas, Pique, Puyol, Capdevila,
Ramos, Busquets, Alanso, Pedro, İniesta, Xavi ve David Villa ile arka mahalleye
kavgaya gider misiniz? Ben giderim, “Iniesta’ya sen biraz geride dur” da derim
ama… Çünkü ona finalde ihtiyaç vardı. 8 gol atıp sadece 2 gol yiyerek Dünya
Kupası’nı kazanan İspanyollar, finalde Hollanda karşısında sertliğe sertlikle
cevap verdiler, Vicente Del Bosque yönetiminde podyuma çıktılar. Euro 2012’de
değişen sadece sağ ve sol bekti. İtalyanları 4-0 ile sahadan süpürdükleri final
sonrasında 1930 yılından bu yana 3 büyük turnuvayı kazanan ilk takım oldular.
Futbolda en üst seviyede bir milli takımla 6 yıl kalabilmek zor iş. Almanların
bu dönemde iyi kadrolarıyla iş yapabilmeleri için daha pişmeleri gerekiyormuş
ama İspanyollar en iyi zamanlarında futbolun o bilinmezliğine çarpıldılar. 2010
finalinin rövanşında Hollanda, grupta İspanya’yı 5-1 ile ezdi geçti yetmedi
Şili 2-0 ile “La Roja”yı uçağa bindirdi. O gün Marca gazetesi koca sahada tek
başına yürüyüp giden Iniesta’nın fotoğrafının üzerine şaşkınlık ve üzüntü
karışık “The End” manşetini atmıştı. 2016 Fransa’da bizim de olduğumuz
gruptan rahat çıktılar ama İtalyanlar, dört yıl önce finalde yedikleri 4 golün
hesabını son 16’da 2-0 ile kapattılar. Artık değişim zamanıydı, Vicente del
Bosque emekliye ayrıldı. Barça’yı uçuran Pep Guardiola ve Luis Enrique’nin
milli takım hocalığı hayalleri yoktu. Atletico Madrid bir Arjantinli Diego Simeone
ile küllerinden doğmuş, Valencia teknik adamları bozuk para gibi harcar
olmuştu. Bu kez görev sırası bir Basklı’daydı. Julen Lopetegui’nin teknik
adamlık kariyeri Porto’daki iki sezon dışında İspanyol genç milli
takımlarındaydı. 2003’de asistan olarak başladığı “La Roja” kariyerinde bugün
Rusya’ya giden kadrosunun gençlerini seçen, yakın tanıma fırsatı bulan ve
onlarla 2010-2014 arasında U19-U20-U21 takımlarında çalışan isimdi. Parlak
olmayan bir kalecilik kariyerinin ardından Lopetegui, Avrupa’daki yeni
jenerasyon teknik adamlar arasında oyuna bakış açısıyla sivrilmiş bir isimdi.
Rusya kafilesinde Marcos Alonso ve Morata olmalıydı mı? Ya da bu sezon bir
Dünya Kupası görecek kadar büyük futbol oynayan Parejo ve Illarramendi’ye ayıp
değil ama yazık mı oldu? Sonuçta kadro 23 kişi…
2016’nin “The End” kadrosunun omurgası (Casillas, Xavi, David
Villa) Rusya’da yok. Lopetegui, Dünya Kupası eleme grubuna başlarken çağırdığı
10 yeni ismi finallere götürüyor. Barça ise sonuna gelen kuşağından Pique,
Busquests, Iniesta ile katkı verecek bir de Jordi Alba. 1962 Dünya Kupası’na
Helenio Herrera 6 Real Madridli oyuncuyu (Di Stefano, Puskas, Gento,
Santamaria, Del Sol, Araquistain) götürmüştü, o kadar 5 Şampiyon Kulüpler
Kupası’nın baş aktörleriydi. 66 yıl sonra Real Madrid ilk kez 6 oyuncuyla
finallerde ve bu takım Şampiyonlar
Ligi’ni son yıllarda domine eden kadro...
Son söz, “Kaybedenler Kulübü” yıllarında İspanyol Milli Takımı ne
paella ne de tapaslar kadar meşhur olamadı. Geleneksel şefleri bilirsiniz,
fırında uzun saat pişen yemekler, fazla sosa bulanmayan odun ateşinde pişmiş
deniz ürünleri, çok lezzetli ama bir zaman sonra herkesin taklit edeceği
menüler… Katalan şef Ferran Adria bu yönüyle Cruyff’a benzer işte. Ona
moleküler gastronominin babası derler ama o kendini dekonstrüktif mutfağın
temsilcisi sayar. Bildiğin bir tadı sana farklı bir sunumla önüne getiren,
yıkan, yakan, baştan yaratan bir şef. Cruyff da o da Barcelona’da “yaptılar” ve
gün geldi kepenkleri indirdiler. Luis Aragones ve Vicente Del Bosque’nin tika-
taka’nın varlığını yok saymayan yapılarıyla San Sebastian’da fırtınalar estiren
ve İspanyol mutfağını yeni baştan yaratan Juan Mari Arzak gibiydiler. Bugün
takımın başında Rusya’ya giden Lopetegui ise DiverXO restoranlarıyla fırtınalar
estiren şef David Munoz’dan başkası değil…
İspanyollar arenalara gittiklerinde matadoru tutarlar, İspanyol
olmayanlar ise boğayı.. Uzun yıllar kim matador, kim boğa belli değildi bu
ülkede; belki de kazanırken ya da kaybederken hepsi bu yüzden… (Socrates / Haziran 2018)
Çiko Mino Raiolo
Karşılıklı iki dükkandı Beşiktaş
Çarşı’da. Müşteri derdi olmayan dolup doşan dükkanlar. Asım Usta döneri
keserken selamını eksik etmez, öyle de devam ediyor. Karşısında Pando Şeştakof…
Rakip değildiler. Kaymakçı Pando’ya sabah kahvaltıya gidilirdi, dükkanı hep
eski kaldı, yokluktan değil ama. Müşterinin suratına bakmayan, dayak atar gibi
servis yapan huysuz bir ihtiyardı Pando Bey. İki yabancı dergi yazdı diye trend
delileri dükkanı doldurdu, kaymak üstü dayağı yiyip çıktılar, çok mutluydular…
Pando Bey’i geçen ay kaybettik, Asım Usta’ya uzun ömür…
Büyük bir kitapçıda kaybolmak mı
istersiniz, ufak bir kitapçının her şeyi okumuş gibi duran sahibinden
sevdiğiniz yazar ya da türe dair yeni tavsiyeler duymayı mı? Müdavimi olunan
mekanlar size sadece yiyecek ve içecek mi satar, karnınız her yerde doyar da
ruhun ihtiyacı hürmeti, iki lafın belini kırmayı, barmenin adını bilmeyi,
garsonun tekten yatan kuponunu, gözününüz önünde boy atıp büyüyen komiyi ne
yapacağız peki? Esnaflık çokça insan bağlama sanatıdır. Kimi sattığı kumaşla,
kimi pişirdiği kuru fasulyeyle, kimi de içine muhabbet kattığı kahveyle...
Futbolcu menajerliği de dükkansız insan bağlama müessesesi işte. Yerin yurdun,
bir ofisin olsa da, tezgahı açtığın yerler beş yıldızlı otellerin lobileri,
kulüplerin gösterişli toplantı salonları… Yeteneğine güvendiği bir futbolcuyu
menajerlik şirketine bağlayabilmek için o genç insana gerekli güven duygusunu
kelimelere döken adamların bir sonraki perde de oyuncularına maksimum kontrat
almaya çalışırken kulüp başkanlarıyla oynadıkları kanlı poker elleri…
Raul’un menajerini hatırlar mısınız?
Maldini ya da Totti’ninkini? Kariyerlerini bir kulüpte geçirmiş, olmadı bir
transfer yapmış futbolcuların menajerlerini kim tanır ki! Pini Zahavi, Kia
Çorapçıyan, Jorge Mendes ve Mino Raiola’yı ise her futbolsever bilir. Futbol ekonomisinde taşları yerinden oynatan,
o taşları suda kaydıran, batıran da çıkartan da bu adamlardır. Onlardan birinin
çocukluğunu gidelim. İtalya’da ufak bir
kasabada, Nocera Inferiore’de doğan Mino Raiola’nın çocukluğuna…
Sene 1968. Babası Mario direksiyonda,
annesi Annunziata’nın kucağında 1900 km öteye giden bir yaşındaki çocuk yıllar
sonra futbol tarihinin rekor transferlerine imza atacak ama kendi hayatının en
büyük transferini yaptığından elbette habersizdi. İtalyanların parayı bulmak
için göç etmek zorunda oldukları yıllar.
Haarlem’e yerleştiklerinde Raiola Ailesi ilk akla geleni yaptılar.
Napoli adında bir pizza restoranı açtılar. Futbol dünyası onu Mino diye bilir
ama doğrusu Carmine ile devam edelim. Esnaf babasının yanında mutfakta büyüyen
Carmine, restoranda garsonluk yapmaya başladığında 13, kasayı teslim aldığında
ise 16 yaşındaydı. “Hayatımın en güzel yıllarıydı” dediği günleri yıllar sonra
kendisinden nefret eden kulüp yönetimleri mızrak niyetine kullanacak “Garson
işte” diyerek yedikleri kazıkların hesapta öcünü alacaklardı. İtalya’ya mal
satan-alan işadamları bir zaman sonra işi büyütüp lüks bir İtalyan restoranı
açan Mario Raiola’nın dükkanının müdavimi oldular. Carmine Raiola, insan
tanımayı, iş bitirmeyi o günlerde öğrendi. Sonraları üstüne beş dil daha
öğrenecekti ama İtalyanca-Hollandaca ve bir telefon ona yetiyordu. Sorun çözen,
ticarette tıkanıklığı gideren çocuktu o. Haarlem kulübünün alt yapısında
futbolcu olmaya hayalleri berbat bir kalecilik performansıyla son buldu.
Restorana her Cuma akşamı gelen Haarlem kulübü başkanına “Sen futboldan anlamıyorsun” diyerek sabrını test etti ve adam bir
gün “Çok biliyorsan gel çalış” deyince de işi kaptı. Carmine önce alt yapı
sorumlusu ardından sportif direktör oldu ama bu da bir ısınma koşusuydu.
Menajerlik ve sinema denildiğinde akla ne gelir? Tom Cruise’lu Jerry Maguire.
İlk şirketini isim verirken pek yaratıcı değildi, “Maguire Tax and Legal” bir zaman
sonra yerini Monte Carlo merkezli “Sportman”e bıraktı…
Ona menajerlik mesleğinde yüksek
atlatan, depar attıran ise Hollanda Profesyonel Futbolcular Sendikası ile
yaptığı anlaşma oldu. Mino Raiola, Hollandalı futbolcuların yurtdışına
transferlerinde tek temsilciydi artık. Bu tekeli sonuna kadar da kullandı.
Bergkamp’ı Napoli daha fazla para vermesine rağmen Inter’e götürdü. İtalya
Serie A’da büyük patronların olduğu, milyonların havada uçuştuğu, Çizme
futbolunun Avrupa’da bir numara olduğu yıllar… Otuzlu yaşlarının başında en
fiyakalı transferlerinden birine imza atıp kartvizitini güçlendirdi. Çeklerin
Pal Sokağı Çocukları romanından kopmuş da gelmiş o en yetenekli adamı Pavel
Nedved’i Lazio’ya getirdi.
Raiola, menajerlik mesleğine yeni bir
bakış açısı getirdiğini söyler her röportajında. Eski kuşak menajerlerin
kulüplerin emrinde olduğunu ve kendisi için önce futbolcunun kariyerinin önde
olduğunun altını çizer. Her yeni kontrattan yüzde 10 (Pogba’da yüzde 25)
komisyon alan İtalyan futbol simsarı için armaya sadakat profesyonel futbol
dünyasında en gereksiz romantizmdir. Çalıştığı onca futbol arasında onun sözüne
uymayan adam da Zidane gidince Juventus’a gelen Pavel Nedved... 2003 Aralık
ayında France Football’dan yılın futbolcusu ödülünü aldığında “Futbolu yakın
bir geleceke bırakacağım” diyen Çek efsaneye “Benimle çalıştığın sürece daha çok uzun yıllar oynarsın” diyen ve
yıllar boyunca onu Inter’e götürmek isteyen Raiola, şike yüzünden küme düşmüş Juventus’tan
bir türlü koparamadı Nedved’i. O inat da yıllar sonra Raiola’ya para
kazandırmadı değil! Agnelli Ailesi’nin patronajındaki Juventus’un yönetimine
giren Nedved’in Raiola ile ilişkisi sayesinde Pogba sıfır bonservisle siyah
beyazlı kulübü imza attı. Kontrata “Satışından
yüzde 25 alırım” diyen Raiola, Fransız orta sahayı 100 milyona eski kulübü
Manchester United’a satarken elbette ki ellerini ovuşturuyor, ondan nefret
ettiğini söyleyen Sir Alex Ferguson da evinde muhtemelen saçını başını
yolluyordu…
Paris Saint Germain’e Zlatan
İbrahimoviç’i götürdüğünde “Paris’e
gelenlere Mona Lisa’dan daha iyi eser görmelerini sağladım” diyen Raiola,
İsveçli santrforu karşısında oturttuğunda Zlatan daha 22 yaşındaydı ve Ajax
forması giyiyordu. O günü Zlatan’dan dinleyelim: “Porsche’yi otoparka bıraktım, kolumda altın saat, üzerimde Gucci’den
deri mont, büyük bir özgüvenle restorandan içeriye girdim, rezerve ettiği
masaya oturdum. Benden daha büyük saati olan havalı bir adam bekliyordum. Nike tişört giymiş, ayağında spor ayakkab,ı
göbekli bir herif oturdu masaya. ‘Kim lan bu şam şeytanı’ dedim kendi kendime.
İnsan sushi, karides ızgara vs. söyler di mi, bu adam ortaya karışık bir yemek
söyledi, temiz 5 kişilik ve hepsini silip süpürdükten sonra çantasından bir
dosya çıkardı. Vieri, 27 maçta 24 gol, İnzaghi, 25 maçta 20 gol, Trezeguet 24
maçta 20 gol gol. Son sayfada benim ismim vardı: “Zlatan İbrahimoviç, 25 maçta
5 gol.” Seni bu istatistiklerle satabileceğime inanıyor musun, ne o çok mu
güveniyorsun kendine, beni kapıdaki Porsche ve kolundaki kocaman saatinle mi
etkileyeceğini sandın. En iyi mi olmak istiyorsun yoksa şimdi kazandığından
sadece daha fazlasını kazanmak isteyen biri mi olmak istiyorsun? Ona “Dünyanın
en iyisi olmak istiyorum” dedim. Bana ‘Dünyanın en iyisi olursan para peşinden
gelir, sen paranın peşinden koşarsan hiçbir şey kazanamazsın. Benimle çalışmak
istiyorsan o arabayı ve saatlerini sat ve ne çalışıyorsan üç katı çalış. Çünkü
bu performansınla senden bir bok olmaz’ dedi ve gitti.”
Jorge Mendes’in menajerlik piyasasında
Jose Mourinho ve Cristiano Ronaldo ile çıktığı zirveye Zlatan İbrahimoviç ile
rakip olan Raiola, İsveçli santrforun İtalya, İspanya, tekrar İtalya, Fransa,
İngiltere ve ABD’de son bulan transfer operasyonlarında her zaman en yüksek
kontratları almayı başardı. Zlatan’nın Barcelona’daki bir sezonunun ardından
Guardiola ile Raiola arasında başlayan nefret ilişkisi ise hala sürüyor.
Nedved’den sonra onun sözünü dinlemeyen ise
bir taraftan liseye giderken Milan kalesini de koruyan Donnarruma oldu.
“Yeni kontrat imzalama” dediği genç kaleci taraftar baskısı yüzünden kulübünde
kalırken, Patrick Kluviert’ın armut dibine düşer oğlu Justin’i portföyüne katan
Raiola, geçtiğimiz aylarda Messi’den Katalanların belki de en çok üzerine
titrediği genç olan Xavi Simons’u ve ailesini de ikna etmeyi başardı, “Arıza”
Balotelli’ye ise hala inanmaya devam ediyor…
Hugo Boss takımların içinde fit
bedeniyle Jorge Mendes menajerliği iş adamlığı çizgisine taşırken, Haarlem
sokaklarında büyüyen, “garson” Mino Raiola, kot-tişört ve spor ayakkabıyla
esnaf kalmaya kararlı. O göbeğinden, göbeği de ondan memnun. O biraz Sopranos
karakteri gibi, İtalyan sonuçta işte… Pizzayı çatal bıçakla değil, dürüm yapıp
yiyenlerden. Sıfırdan gelip, yüz milyonlar kazanınca dost kadar çok düşman da
edinen, ağzı bozuk, hafif çatlak, küstah, yarı mafyatik, hukuk fakültesi
birinci sınıftan terk taşralı ama dünyayı fetheden bir İtalyan…
Sokakta Zeus gibi yürüyen Zlatan
İbrahimoviç, Pogba, Balotelli Zagor ise yanlarında yürüyen Mino Raiola da Çiko… (Socrates / Mayıs 2018)
4 Eylül 2018
27 Ağustos 2018
Emre Akbaba: Bir Transferin Hikayesi
Kıta dışı sermayenin
girdiği Avrupa kulüplerinde, bir zaman sonra Çin’de ardından onu takip eden
Suudi Arabistan ve Katar’da forma giyen futbolcuların geldikleri kulüplere
karşı vefalı olmaları beklemek ve sadakatı sorgulamak artık çok masum bir
eylem. Kalmadı öyle futbolcular demiyorum çünkü su akıyor ve yolunu buluyor.
Yetiştiği kulüpte kaptanlığa yükselen, çeyrek asır geçiren, kramponlarını da
doğduğu yerde asan futbolcu bulmak zor artık. Kazandıklarının 3-5 ve hatta 10
katını teklif ediyorlar uzaklardan. 30’unu geçmiş futbolcular da ailemin
geleceğini düşünüyorum diyerek elbette evet diyor bu akıllara ziyan
kontratlara. Iniesta, Barça’da 3 yıl daha kalabilir ama sezonun büyük bölümünü
yedek kulübesinde geçirip hiç de azımsanmayacak yıllık ücretiyle yerleşik düzeninden
vazgeçmeyebilirdi. Para kadar yedek kulübesinde oturmak fikrine de karşı
çıktığı için Japonya’ya göç etti.
Marchisio, Juventus kulübünde çocuk
yaştan itibaren 25 yılını geçirdi. 32 yaşında ve kendisine yeni kontrat
verilmediği için şimdi Instagram’da “Buongiorno” yerine “Bonjour” (Günaydın)
diyerek Fransa’ya gideceğinin sinyalini veriyor. Totti, Real Madrid’e, Maldini,
Manchester United’a gidebilirdi, gitmediler. Raul ve Guti, Real Madrid’de
futbolu bırakabilirdi, hak etmişlerdi ama biri Schalke 04’ün diğeri ise
Beşiktaş’ın yolunu tuttu. Del Piero, Juventus’a rakip olmak istemediğinden
dünyanın öbür ucunu Avustralya’ya futbol oynamaya gitmişti. Kimse Buffon’un
Juventus kariyeri bittiğinde bir Avrupa büyüğünde forma giyeceğine inanmıyordu,
o artık Paris Saint Germain’in kalecisi…
İtalyan
futbolunun klişelerinden biridir. Transfer döneminde futbolcunun ağzından laf
almaya çalışan gazeteciler kuşaklar boyu futbolcular aynı cevabı verdiler: “Kim
bilir?” Gerçekten de futbol dünyası bilinmezlerle dolu. Bir futbolcudan milyon
Euroların uçuştuğu bir ortamda çocukken tuttuğu takımın formasını giymesini
beklemek ve bunun için fedekarlık yapmasını istemek de büyük haksızlık. Oysa ki
hepimiz bırakın bir futbol kulübünün alt yapısında oynamayı, mahalle arasında
iki taş bir kale maç yaparken bile yeni Rıdvan, Metin, Feyyaz, Tanju, Hami’ler
değil miydik…
Bu yüzden Paris’in 10 km.
uzağında doğan gurbetçi bir ailenin oğlu Emre Akbaba’nın taraftarı olduğu takım
Galatasaray’da forma giymeyi hayal etmesi ve transfer sürecinde bu konudaki
ısrarıyla belirleyici rol çizmesi, hepimize bir eski zaman hikayesi gibi
geliyor. Sanki böyle futbolcular o eski stadyumların futbolcusuymuş gibi, sanki
Emre Akbaba ilk maçına Türk Telekom Stadyumu’nda değil de Ali Sami Yen’de çıkacakmış
ve çıkmış gibi…
Emre
Akbaba’nın Alanya’dan Galatasaray’a yolculuğunda geçen hafta yaşananlar ise
Türk futbolu ve spor medyası için bir turnusol kağıdı. Galatasaray’da Mustafa
Cengiz’in başkan olmasıyla başlayan ezeli rakipler için nazik dil ve özenle seçilmiş
cümlelere Fenerbahçe’nin yeni başkanı Ali Koç eşlik etmişken Emre transferinde
zamana ve tembelliklerine yenilmiş kendini yenileyememiş tribüne oynamakla
gazetecilikl yapılacağına inananların ezeli rekabette savaş baltalarını
topraktan çıkarması tesadüf değildi. Bir transferde hikaye basittir aslında.
Futbolcunun bonservisini elinde tutan kulüp, talip olan bir ya da birden fazla
kulüp ve oyuncunun oynamak istediği kulüp.
Bir kadronun analizini yapıp
Fenerbahçe, Emre Akbaba’ya belki de Giuliano’yu satmak üzeredir, koskoca camia
Alanya’nın daha fazla kazanması adına adını böyle bir açık arttırmaya sokmaz
demenin taraftar-muhabir/ yorumcu cephesinde bir reytingi yok elbette. Oysa ki
Fenerbahçe, Giuliano için gelen teklifi cebine koymuş ve Alanya’nın kapısını
çalmıştır. İşte burada futbolcu son sözü söyler. Kimileri daha yüksek bir
kontrat için hayalindeki takımda oynamaktan vazgeçer, kimi de önce hayallerim
sonra para der… Emre Akbaba da muhtemelen ilkokul çağında Galatasaray’ın UEFA
Kupası’nın aldığı yılda mutluluktan havaya uçan binlerce gurbetçinin evladı
gibi seçmiş Galatasaray’ı…
Hikayenin sonunda futbolu yorumlayanların
kendilerine sorması gereken bir soru var: Profesyonel bir futbolcu amatör
kalbinin sesini dinlerken itiraz eden sizler amatör kalbinizle bir taraftar
gibi yorumladığınız kulüpleriniz için oyuna hiç profesyonel baktınız mı?
Harbiden siz X, Y takımın yorumcusu olmanın evrensel bir kartvizit olduğunu mu
sanıyorsunuz?
20 Ağustos 2018
Kral Fabrikası
10 yıl önce
Avrupa’nın en iyi yönetilen kulüpleri arasında adı geçmezdi. Kimse de geçmesini
beklemezdi. AS Monaco kulübü sonuçta bir aristokrat ailenin arka bahçesindeki
oyuncağıydı. Zengin prensliğin güzel atmosferinde yıllar boyunca şöhretli
futbolcular forma giymiş ama arkasında büyük taraftar desteği ya da o parayla
alınamayacak tutkuyu bulamayan kulüp Fransa futbolunun daimi misafiri olarak
kalmıştı. Bunu geçmişte kırdıkları yıl 2004 idi. Porto’ya karşı oynadığı
Şampiyonlar Ligi finalini kaybeden Monaco, bir kupa kazanabilmek için 13 yıl
bekledi.
7 yıl önce
bir Rus iş insanı gelip Monaco kulübünün çoğunluk hisselerini Prens Albert’ten
satın aldı dediklerinde de farklı düşünmedik. Futbola yatırım yapan ilk oligark
sonuçta Dmitry Ryboloblev değildi. Furya Chelsea ve Roman Abramovich ile
başlamıştı ama Nasser Al-Khelaifi’nin kulübün patronu olduğu günden itibaren
yüksekten uçan Paris Saint Germain’e kafa tutacak bir kadro kurmak her baba
yiğidin harcı değildi. Uzakdoğulu, Amerikalı ya da Rus, futbola merhaba diyen
her patron şampiyonluk sevinci yaşamıyordu sonuçta. Dmitry Ryboloblev de
şampiyonluk kupası için 6 yıl bekledi ama futbol dünyasını şaşırtan milyar Euro
harcayıp, yıldızlar topluluğu yapması beklenen takım bir zaman sonra bir
futbolcu fabrikasına döndü ve Ryboloblev, Monaco’dan kar etmeye başladı.
2017’de
Monaco şampiyon olurken, 18 yaşındaki "Yeni
Pele" denilen Kylian Mbappe, Caen'den sadece 4 milyon Euro'ya alınan, orta
sahanın canavarı 21 yaşındaki Thomas Lemar'a menajer Jorge Mendes'in Benfica'dan
16 milyon euro'ya getirdiği 22 yaşındaki Bernard Silva takımın pırlanta
isimleriydi. Sağ bekten ortaya saha devşirme 23 yaşındaki Brezilyalı
Fabinho, solda harikalar yaratan 22 yaşındaki Benjamin Mendy ve yine 22
yaşındaki Timoue Bakayoko'yu aynı kadroda buluşturan futbol aklı “Kral
Fabrikası”nı kurdu…
Bu yaz transfer döneminde Monaco’nun
futbolcu satışından kasasına koyduğu para 391 milyon Euro. Yakın geçmişi
hatırlayalım, Mbappe’yi 180, Lemar’ı 70, Bakayoko’yu 40, Martial’ı 60,
Fabinho’yu 45 milyon Euro’ya sattılar. James Rodrigues’i de parlatıp iki katına
80 milyona Real Madrid’e satmışlardı. 57 milyonluk Mendy’nin yanında 22
milyonluk Abdennour ya da 22 milyonluk Kongolo “ucuz” kalabilir elbette (!)
500 milyon Euro’nun üzerinde borcu olan
Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe’nin her yıl 25 milyon Euro’dan fazla finans
giderinin olduğu futbol iklimimizde 20 yıldır borcun, yayın gelirleri, kombine,
loca satışları, sponsorluklarla azalacağına inanan ve taraftara anlatan
yönetimlerle bugüne geldik. Bir transfer döneminde 391 milyon Euro parayı
kasasına koyan Monaco’nun kaç kombine sattığı, forma sponsorunun kaç milyon
verdiği ve Fransa Ligi ve Şampiyonlar Ligi yayın haklarından ne kadar kazandığı
bu transfer operasyonlarının yanında belki de sadece bir detay.
Barcelona’nın
930 milyon Euro gelir elde edip sadece 15 milyon Euro kar edebildiği futbol
endüstrisinde gerçekten borç ödemek istiyorsanız Monaco’nun, Sevilla’nın,
Valencia’nın ve Portekiz’in 3 büyük kulübünün yolunda gitmelisiniz. Yeni sezon
için 85 bin kombine satan Barcelona’nın kasasına koyduğu rakam 51 milyon Euro.
Bütün sezon Camp Nou’da kapalı gişe oynayacaksınız ve stadyumdan gelen bütün
para Messi’nin yıllık ücret ve bonuslarına bile yetmeyecek.
“Kral Fabrikası”nın
sahibi Dmitry Ryboloblev
elbette ki Monaco kadrosunu tek başına kurmadı. Önce İspanyol sportif direktör
Antonio Cardon sonra da koltuğu ondan alan Chelsea projesinin de mimarlarından
olan Michael Emenalo, Rus patrona para
kazandıran bir takım kurdular. Teknik direktör Leonardo Jardim’e de genç
yıldızları parlatıp vitrine çıkartmak kaldı.