Sosyal medyanın özellikle de
Twitter’ın yaygınlaşmasıyla birlikte yeni bir futbolsever ve taraftar tarifi
çıktı karşımıza. İster öğrenci olsun ister bir meslek sahibi, karşısındaki
kişiyi futbol bilmemekle suçlayan, kendi fikrinden başkasına tahammülü olmayan
ve yaktıkça, yaraladıkça, kısaca linç ettikçe mutlu olan bir taraftar kitlesi…
Geçmişte tuttuğunuz takım maç
kaybettiğinde kazanan taraftarı ne dediği okul, iş arkadaşları, akrabalarla
sınırlıydı. Derbi kaybeden pazartesi okula gitmez, kazanan işe formayla gider,
en fazla telefonlara çıkılmaz, en fanatik olanı ise evinin perdelerini,
panjurlarını kapatır kendini 2-3 gün karantinaya alırdı. İnsanlar birbirlerini
takılır, dalgasını geçer sonunda illa ki bir gazoz bir demli çay içerdi..
Senin tuttuğun takımdan nefret
edenlerin ne düşündüğünü, ne söylediğini bilmez, dolayısıyla sen de karşı bir
nefrete sahip olmazdın. Futbol dünyası kendi başarılarını başkalarının
başarısızlıklarının üzerinden anlatan “şampiyon”larla dolu değildi… Facebook,
Twitter, Instagram derken karşı tarafın ne düşündüğünü öğrendikçe kendi kendini
bileyen bıçak gibi dolaşmazdı insanlar sokakta…
Muhabirlik çok mühim
meslekti, haber atlatmak, ertesi gün çıkacak gazetedeki imzalı haberine
hayranlıkla bakmak, özenle manşet atmak paha biçilmezdi. Gazeteci haberini
yorumunu gazetesinde, televizyon ekranında yapar, önce sosyal medyaya yazmazdı.
Kurumun başarısı, ekip çalışması, servis ruhu, sosyal medyadaki takipçi sayısı,
beğeniden önce gelirdi.
“Yazdıklarım çalıştığım
kurumu bağlamaz” uyarısı sosyal medyayla peydah oldu. Bir gazetecinin imza
attığı haberi, yaptığı yorum çalıştığı kurumu bağlamıyorsa, o kurumun neden ona
maaş ödemeye devam ettiğini de kimse sorgulamadı…
Taraftar her başarısızlıkta
kurban arıyordu ve kesimhane Twitter’dı. Bir futbolcunun sosyal medya hesabının
altına hakaretleri saydırmak kaybedilen maçın diyeti oldu. Nice teknik adamlar,
ne güzelim futbolcular o linçe kurban gittiler. Onlar kaybedince, kendini iyi
hisseden bir taraftar kitlesi doğdu…
Tribünlere oynamak eylemi
futbolculara aitti. Onlarla sınırla kalmadı. Kulüp başkanları, yöneticiler,
sahada formanın hakkını vermeyen ama sosyal medyada taraftarın kalbine
oynayanlar, takipçi peşinde koşan bir gün kendi medyasını kuracağına inanan ama
kendisi medyanın harbi bir parçası olamayanlar…
Çeyrek asır önce sosyal medya
olsaydı nice yıldızlar 30’una gelmeden futbolu bırakırdı. Zaten hepsi
“kazma”ydı denir, dipsiz çukura atılırdı. Zamanın önünde elbette ki kimse
duramaz. Internetin nimetleri de sosyal medyanın çok sesliğini de gazeteciler
ve futbolseverler için bereketli topraklar. Ekmesini de hasatı etmesini de
bilenlerin elbette ki karnı doyuyor..
Lakin gazetecilik ciddi bir
iş, bir takımı tutkuyla sevmek de yürek meselesidir. Bir twitter hesabı açınca
kimse muhabir olmuyor, yüz futbolcunun ismini yazınca en fazla transfer
duyumcusu olunuyor. Onun da ömrü en fazla iki ay… Bir yazı yazınca köşe yazarı
olunmadığı gibi dörtlü defansı üçlü defanstan ayırabilen de futbol analizcisi
olmuyor. Herkes yaşadığı şehrin takımı tutmak zorunda değil dolayısıyla
stadyuma da gitmesi mecburi değil ama hayatında sabahın köründe kalkmadan,
kuyrukta beklemeden, çıplak gözle atılan yenilen bir golü görmeden, kazanınca
şampiyon kaybedince dünyanın sonu gelmiş gibi eve dönmeden de taraftar
olunmuyor…
Kazanınca İnstagram
hikayelerinde ver coşkuyu, kaybedince Twitter’da iki cümleyle yık dünyayı.. Ne
yarının kalsın, ne geleceğin, yansın bu takım, batsın bu arma..
Kısa cümlelerle anlatmak
zorundasın bugünün gençlerine kendini, bir maç 90 dakika olabilir ama onların
sadece 3 dakikalık özete vakitleri var. Gazeteciliğin etik değerlerini hiçe
sayıp, yarım asırlık kurumlarda tutunamayanlar için gazeteciymiş gibi oyun
oynayacakları park alanları da var sosyal medyada… Yolun sonunda su akar yolunu
bulur ama meşin yuvarlak da patladı, kalemler de, klavyeler de… Sosyal medya
fenomenleri derseniz, fenomen eskiden pozitif bir kelimeydi ama pozitif de 2020
dünyasında artık yeni negatif…
Her Pazar ayrı güzel yazı,bu Pazar mükemmelKesinlikle katılıyorum.
YanıtlaSil