18 Kasım 2017
15 Kasım 2017
Bütün Yollar Neden Roma'ya Çıktı?
Dört Dünya
Kupası’nın sahibi, futbol tarihinin efsane liglerinden biri olan Serie A’nın
sahne aldığı İtalya’nın 60 yıl aradan sonra finallere gidememesi sadece ülkeyi
değil bütün dünyadaki futbolseverleri şoka uğrattı. Mavi formalarını Savoy
Hanedanı’ndan, bayraklarını cumhuriyetten döneminden alan ve her mili maçta
büyük bir coşkuyla marşlarını söyleyen İtalyanlar neden Rusya’daki Dünya
Kupası’nı evlerinde izleyecekler?
2006’da
Berlin’de Dünya Kupası’nı kazanırken yıldızlar topluluğu olan İtalyan Milli
Takımı son 10 yılda Pirlo dışında oyunu domine edecek star üretemedi. Baggio,
Del Piero ve Totti’nin ardından bayrağı teslim alan Pirlo da futbolu bırakınca
Gök Mavililer, 3 kuşak öncesi İtalyan olan Brezilyalı Jorginho’yu İsveç ile
oynadıkları hayati maçta ilk kez milli formayı verdiler.
Bellotti,
Immobile, Zaza (son maçta sakattı) yetenekli santrforları olan İtalyanlar orta
saha ve kanatlarda topu golcülerine getirecek adamları yetiştiremediler.
Insigne gibi bir hücum silahını da teknik direktör Ventura oyuna sokmamak için
adeta direndi. Bir
zamanların en popüler ligini Avrupa arenasında son yıllarda Juventus dışında
başı dik tutan takımları yoktu. Kaleci Buffon ve defans üçlüsünü milli takıma
gönderen, orta saha ve forvette yabancı futbolcuları kullanan Juventus görevini
yaptı ama Milan, Inter, Roma, Lazio ve Fiorentina gibi takımlardan milli takıma
çıta atlatacak adam gelmedi.
Futbolda
jenerasyon kaybı İtalyanları da vurdu. Forvet hattındaki oyuncular genç ve
tecrübesiz, defans hattı ise çok tecrübeli ama yaşlıydı. Benzer problemi genç
kuşaklarının kazanması için iki kupa bekleyen Almanlar da yaşamıştı. İtalyanlar
iki farklı jenerasyon kaynaşmasından istediklerini alamadılar.
Conte,
Allegri, Mancini ve Spalletti gibi usta teknik adamlar varken 69 yaşındaki
başarısı olmayan Ventura’yı göreve getiren İtalyan Futbol Federasyonu adeta
intihar etti. Ventura da 3-5-2 ısrarıyla İsveç eşleşmesinde takımı felakete
sürükledi.
Elemelerde
İspanya ile aynı gruba düşmeleri ve belki de İsveç duvarını play-off’ta
rastlaşmış olmaları şanssızlıktı ama İtalyanlar futbol tarihine kaybedilmemesi
gereken maçları kaybetmeyen takım olarak adını yazdırmıştı. 1970’de finalde
kaybeden, 82’de kazanan, 94’de Baggio’nun uzaya attığı penaltıyla yıkılan ve
2006’da kupayı kazanan İtalyanlar, “12 yılda bir final oynar” sihrini
Berlin’den 12 yıl sonra Moskova’ya taşıyamadılar ve bütün yolları Roma’ya çıktı
ve son sözü de Buffon söyledi: “Tek amacım bir milli takımda oynayamayı hayal
eden çocukları üzmemekti. Başaramadık. Özür diliyorum.”
12 Kasım 2017
Donmamak için Koş ve Konuş Adebayor
Emmanuel
Adebayor, Süper Lig’de oynayan en heybetli aynı zamanda kariyeri en parlak
santrforlardan biri. Onu Başakşehir kulübüne getiren yılların hikayesini
paylaştığı So Foot dergisindeki röportajından tanımanız için sözü kendisine
bırakıyorum: “Ailem Nijeryalı ama ben Togo’da
doğduğum büyüdüğüm için kendimi Togo’lu hissediyorum. Annem Togo-Gana sınırında
açık pazarda et satardı, hayal edemeyeceğiniz kadar yoksulduk. Evin damı
akardı, elektrik, tuvalet yoktu.. Ailede en ufak bendim. Çocukluğumda
yürüyemeyediğim, ayaklarımı hissetmediğim de sonra kilisede benim için edilen
duaların ardından kalkıp yürümeye başladığım da doğrudur, insanlar bunu bir
şehir efsanesi sanıyor ama ben buna mucize diyorum. Futbolcu dayıkm Djima
Oyawole olmasaydı futbolcu olamazdın. Onun formasını giydiği Metz’den önce Lome
diye ufak bir kulübe gittim, ne krampon verdiler ne de malzeme. Uzun boylu ve
çok zayıftım. Antrenör geldi ve bana “Üflesem uçarsın, senden futbolcu olmaz”
dedi. Ağladım ve dayımın yanına koştum, akşam antrenörün kapısını çaldık ve
dayım “Yeğenim çok yetenekli, bir idmanda görmeden karar verme” dedi. O idmanda
göze girdim, evden antrenmana gitmek için her gün 15 km. yol yürüyordum, bir
gün idmana geç kalmadım. Togo U15 takımıyla sonuncu olduğumuz Burkina Faso’daki
şampiyonada en iyi oyuncu seçtiler beni.
Ajax beni çağırıyordu ama havaya girmiştim, Visa için evrakları bile
doldurmadım. Üç ay sonra İsveç’teki gençler turnuvası Metz kulübünde önümü
açtı. Kanu benim idolümdü ve daha ligde oynamadan ülkem Togo’da beni kral ilan
ettiler, Metz’e giderken havalanaında 250 kişi davul çalıyordu arkamdan.
Gülmeyin, futbolun kralıydım, Fransa Ligi’ne gidiyordum. Ekim 99’da Metz
geldiğimde birkaç tişörtü, üç gömleği iki de kasketi olan 50 kg bir gençtim,
bana güldüler, utandım ama daha da kötüsü dondum. Metz buz gibiydi, birkaç gün
soğuktur geçer dedim ama geçmedi,
idmanlarda soğuktan ayaklarımı hissetmiyordum, imza günü “Ben
yapamayacağım” dedim, antrenörüm “Koş ve koşarken konuş Manu” dedi, dudaklarım
buz kesmişti, nasıl konuşacaktım ki!
O gün şunu
düşündüm, Togo’ya dönersem bir ay kral bendim, 400 Frank’ım bittiğinde peki ne
yapacaktım? Kaldım ve alt yapının en iyisi olmayı başardım. Metz ile 1. Lig’de
10 maç oynadıktan sonra beni Milan,
Juventus, Chelsea istedi ama hocam “Manu ikinci ligde kal ve geçen sezon
yaptıklarının tesadüf olmadığını ispatla ve 11 oyuncusu olduğunu herkes
öğrensin” dedi. Ona inandım, aynı zamanda orada harika bir “kardeş”im oldu,
Mamadou Niang (Fenerbahçe’nin eski santrforu) Metz’den Monaco’ya gittim,
Morientes, Nonda, Rothen ve Giuly takımın kralıydılar, Deschamps beni transfer
etmişti ama ertesi sezon gelen İtalyan hoca
bana “Sen kimsin, seni tanımıyorum” dedi. Gitmek vaktiydi anlayacağınız…
Ülkemde tatildeyken Arsene Wenger aradı ve Arsenal’e gelmemi ama bu haberi de
gizlememi istedi. Delirdim, idolüm Kanu’nun takımı beni çağırıyordu ve bunu
kimseye söylemeyecektim. Başka şansım yoktu, Wenger’e “Sizin teklifiniz benim
için onurdur” dedim. Arsenal’de Thierry
Henry’den çok şey öğrendim, bana “İnsanlar Titi sen çok güçlü ve yeteneklisin
diyor ama ben günde ekstra idman yapıp 100-200 şut atıyorum, bunun farkına
varmıyorlar” demişti, Barcelona’ya
giderken “Arsenal’in anahtarını sana bırakıyorum” sözünü hiç unutamıyorum.
Wenger, bir gün gelip “Artık ayrılman lazım” dediği gün şaşırdım çünkü Van
Persie beni sevmiyordu. Manchester City’e gittim ve Arsenal’e gol attığımda
uzak kale tarafındaki Arsenal taraftarlarının önünde sevinebilmek için 80 metre
depar attım, bir tek takım arkadaşım durduramadı beni, aileme, bana küfretmişlerdi,
ellerine geçen her şeyi atmaya başladılar ama kafamı bir saniye bile eğmedim. Size
bir şey söyleyeyim mi o an, hapishane kapısından çıkıp özgürlüğüne kavuşan bir
insan gibi hissettim kendimi… Ki o ailem, annem, kardeşlerim beni her zaman
param için sevdiler, kaç kez intiharı düşündüm onlar yüzünden…
Arsenal
neden şampiyon olamıyor onu da söyleyeyim size. Futbolu çocuklarla oynuyorlar
da ondan, karşısınızda John Terry, Drogba olunca duvara çarpmış gibi oluyorduk,
orta sahalarında Essien, Ballack vardı biz de de sürekli sakatlanan küçük adam
Rosicky. Nasıl kazanacaktı ki? Küçük maçları yetenekli adamlarınla alabilirsin
ama çoluk çocukla Old Trafford’da kazanamazsın… Mancini futbolculuğunda yıldız
olabilir ama teknik direktörlüğü beş para etmezdi. Bugüne kadar ne kazandı ki?
Her geldiği kulüpte 40 oyuncu alır, Man. City’de ben varken düşün ki Dzeko,
Balotelli, Tevez ve Agüero’yu aldı bir de bana “Sen bana lazımsın” dedi. Çıktım
gol attım, ertesi maç yoktum. Takım kendi arasında onu hep çekiştirir, kimse
Mancini için oynamazdı. Real Madrid’e gelene kadar Arsenal vs için büyük kulüp
diyordum ama orası bir başka alemdi. İlk gün bir malzeme seti verdiler, bütün
sezon için sandım, meğerse haftalıkmış, ertesi gün idmana geldim, çocuklarınız
için puset lazım mı dediler, bir gün sonra sponsorun yeni televizyonu çıkmış,
devasa ekran, eve yolladılar. Bana kalsa Real Madrid’den ayrılmazdım da, işte
hayat….