18 Ocak 2016
17 Ocak 2016
Atla Gel İstanbul'a
Bir Çay İçeriz, Geçer
Çocukluğumuzun sosyal bilgiler kitaplarında aile, babaanne ve çocuklardan oluşur satırlarının hemen yanında resmedilmiş mutlu aile portresine onun albümünden bir fotoğrafı yerleştirilebilirdiniz. Büyük bir aşkla flört ettiği ve evlendiği eşi, İstanbul'da geçen güzel yıllar ve iki erkek evlat... İtibarlı ve başarılarla dolu bir kariyer, geleceğini garanti altına almış eski bir sporcu. Doğduğu toprakların en büyük yazarı Gabriel Garcia Marquez'i okumamış olma ihtimali var mı? Elbette ki yok ama her okuduğumuz satır ihtiyacımız olduğunda aklımıza geliyor mu ki? "Kişisel bir tavır olarak alma. Hayatın sahte olduğunu öğrendikten sonra sadece seni değil, kimseyi umursamıyorum, hepsi bu" diyen Marquez'e kulak verseydi o son dakika haberiyle belki de uzak diyarlardaki sevenlerinin yüreklerini burkmazdı. O zaten sevenlerinin üzülmelerini istemezdi. Oldu ama bir kere. Cali'de doğdu Kolombiya'da. Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazdığı yıldan (1967) dört yıl sonra... Marquez, Kolera Günlerinde Aşk'ı okurlarına sunduğunda o Cali'de alt yapıda çok iyi bir kaleci olmaya çalışıyordu. Kolombiya'da iyi kaleci olmak yetmiyordu, Higuita ve Cordoba gibilerin yanında sıradan kalmak istemiyorsun çok çalışmalıydın. 90'ların ortasında Kolombiya'dan Arjantin'e futbol oynamaya gitmek iyi fikirdi, sadece kariyer için değil, hayatta da kalabilmek için... Argentinos Juniors, Independiente tribünleri çok sevdi onu. İspanya'da Real Zaragoza'da işler yolunda gitmediğinde bir oyuncunun kariyerindeki kilit yaştaydı: 28. Ya yokuş aşağı koşacaktı, ya da son bir umutla tırmanacaktı. Onu İstanbul'a getiren kulüp Kopenhag'da UEFA Kupası'nı kazanırken, o ülkesine dönmek yerine ikinci vatanı gibi sevdiği Arjantin'e kürkçü dükkanına Independiente'ye gitmişti.
Fransız kulübü Metz onu tekrar Avrupa'ya getirdiğinde 30 yaşındaydı. 15 yıl öncesine dönersek kaleci bile olsanız futbolda son kontrat demekti 30 yaş. O pasaport meselesi olmasa Fransa'da kalır, olmadı İspanya-İngiltere'ye giderdi ama kısmet işte Galatasaray onu İstanbul'a getirdi. Altı yıl forma giydiği sarı-kırmızılı forma altında Taffarel'i unutturdu ama bir gün valizini toplayıp gittiğinde taraftarlar Muslera gelene kadar yıllar boyunca her gol yediklerinde hep onu andı. Ondan geriye kalan, iyi ve mert bir adam olduğuydu. Tesis çalışanlarına her bayramda harçlık veren, kendisine yardımcı olan bir çocuğun dişlerini Florya'nın sosyetik dişçisinde yeniden yaptıran, evinden tesise, tesisten evine giden, maçlardan önce soyunma odasında uzun uzun dua eden bir adam. İstanbul'dan sonra Köln, oradan ABD'de bir sezon... 40'ına geldiğinde ise başladığı yere dönme kararı alan ve Deportivo Cali'ye imza atan efsane bir kaleciydi o yaptıklarıyla. Brezilya'daki Dünya Kupası'nda rekor için sahaya adım attığında ondan mutlusu yoktu dünyada. Dünya Kupası'nın en yaşlı forma giyen futbolcu ünvanını Roger Milla'nın elinden almış, altı Dünya Kupası'nın eleme gruplarında oynayarak eldivenlerini çıkarmıştı elinden. 10'lu yaşlardaki oğullarının elinden tutup Cali'de futbol okuluna götüren eski bir futbolcuydu o. Sosyal sorumluluk projeleri peşinde koşan, arada sırada ekranlarda yorumculuk yapan çokça da gözlerinin içi gülen bir adam. Öyle değilmiş... Üzülmüş, üzmüşler onu... "Hayatımı sadece ben yargılarım. Başkaları tarafından söz hakkı verilmeden yargılanmaktan sıkıldım" mesajını paylaştıktan iki gün sonra aldığı aşırı dozda antidepresanlar onu ölümün kıyısına taşıdı. Zamanında müdahaleyle hayata döndü ve ilk işi anne ve babasıyla fotoğraf çektirip sevenlerine sosyal medyada "İyiyim" demek oldu. Gabriel Garcia Marquez'den "Anneme söyleyin, insan öleceği zaman değil, ölebileceği zaman ölür" de diyebilirdi aslında. Benim diyeceğim ise: "Atla gel İstanbul'a Mondragon. Bir çay içeriz, geçer."
Fransız kulübü Metz onu tekrar Avrupa'ya getirdiğinde 30 yaşındaydı. 15 yıl öncesine dönersek kaleci bile olsanız futbolda son kontrat demekti 30 yaş. O pasaport meselesi olmasa Fransa'da kalır, olmadı İspanya-İngiltere'ye giderdi ama kısmet işte Galatasaray onu İstanbul'a getirdi. Altı yıl forma giydiği sarı-kırmızılı forma altında Taffarel'i unutturdu ama bir gün valizini toplayıp gittiğinde taraftarlar Muslera gelene kadar yıllar boyunca her gol yediklerinde hep onu andı. Ondan geriye kalan, iyi ve mert bir adam olduğuydu. Tesis çalışanlarına her bayramda harçlık veren, kendisine yardımcı olan bir çocuğun dişlerini Florya'nın sosyetik dişçisinde yeniden yaptıran, evinden tesise, tesisten evine giden, maçlardan önce soyunma odasında uzun uzun dua eden bir adam. İstanbul'dan sonra Köln, oradan ABD'de bir sezon... 40'ına geldiğinde ise başladığı yere dönme kararı alan ve Deportivo Cali'ye imza atan efsane bir kaleciydi o yaptıklarıyla. Brezilya'daki Dünya Kupası'nda rekor için sahaya adım attığında ondan mutlusu yoktu dünyada. Dünya Kupası'nın en yaşlı forma giyen futbolcu ünvanını Roger Milla'nın elinden almış, altı Dünya Kupası'nın eleme gruplarında oynayarak eldivenlerini çıkarmıştı elinden. 10'lu yaşlardaki oğullarının elinden tutup Cali'de futbol okuluna götüren eski bir futbolcuydu o. Sosyal sorumluluk projeleri peşinde koşan, arada sırada ekranlarda yorumculuk yapan çokça da gözlerinin içi gülen bir adam. Öyle değilmiş... Üzülmüş, üzmüşler onu... "Hayatımı sadece ben yargılarım. Başkaları tarafından söz hakkı verilmeden yargılanmaktan sıkıldım" mesajını paylaştıktan iki gün sonra aldığı aşırı dozda antidepresanlar onu ölümün kıyısına taşıdı. Zamanında müdahaleyle hayata döndü ve ilk işi anne ve babasıyla fotoğraf çektirip sevenlerine sosyal medyada "İyiyim" demek oldu. Gabriel Garcia Marquez'den "Anneme söyleyin, insan öleceği zaman değil, ölebileceği zaman ölür" de diyebilirdi aslında. Benim diyeceğim ise: "Atla gel İstanbul'a Mondragon. Bir çay içeriz, geçer."